SIVASI SÖKÜLEN KALPLER
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
“Kırmızı”ya boyanmış ağaçlara bakıyordu. Her taraf kıpkırmızıydı. İnsanlara inat kocaman kökleri olan ağaçlar indikçe iniyordu topraklarının kalbine. Köklerini daha derinlere salmak istiyorlardı; hayatın bitip “yaşamanın” başladığı kadar derinlere…Topraklarının kalplerine dokunmak istiyorlardı çirkin, saçaklı kökleriyle. Zaten hep böyle olmaz mıydı? Birileri yollar açardı, suları aşardı sevginin gülümsemesindeki gamzeleri görebilmek için; birileriyse kazılan tünelleri taşlarla doldururdu kalbindeki sökülmüş sıvalar görülemesin diye… Ağaçlara bakıyordu yalnızca. Dallarına kuşlar konmayan, kuşların konmasına izin vermeyen ağaçlar. Bu ağaçlar bir başkaydı. “Topunuzu keserim!” diyen asık suratlı teyzelere benziyorlardı. Hani hiç gülmezler ya, hep kızgındırlar; ama hepsi birer filozoftur ya… İşte, tam onlara benziyorlardı. Kız, oturduğu boyası “sökülmüş” kahverengi bankta şikayet ediyordu. “Bu ağaçları kesmek lazım. Bunlar yüzünden ormanı göremiyorum.” diyordu. Sevginin rengi olan kırmızıya bakmaktan yaşamın rengi olan yeşili göremiyordu. Yeşilin mutluluğuna karşılık kırmızının tutkusunun esiriydi çünkü. Yeşilin var etmesine inat kırmızının sömürgesi olmayı seçiyordu çünkü…
Selma gülmeye başlamıştı. Gülüyordu; oturduğu yerden hem de! İnsan hiç bir şey yapmadan, hiçbir şey için uğraşmadan gülebilir miydi? Gülmek, sevinmek… Bunlar kazanılan duygular değil miydi? Onlar için mücadele etmemiz, onları hak etmemiz gerekmiyor muydu? Eğer öyle değilse neden günümüz somurtan insanların çatık kaşlarını izlemekle geçiyordu? Neden kimse gülmüyordu? Ve neden Selma gülüyordu?
Sıvası “sökülmüş” duvarlardaki yaşamın ahengine benziyordu gülüşü… Hani insan yenilemek ister ya; eskiden, eskisinden kurtulmak ister ya üstüne kat kat boya sürülmüşken hayatın “farklı renkleri”nden; aynaya bakınca parıltının en koyusunda yüzünün en saf halini görür ya; işte öyle… Gördüğü sadece yansıyandır, güneşin ona bahşettiği renklerden ve hayatın: “Al, artık senindir.” dediği kelimelerden… Doğaçlamaya yer yoktu hayatta. Birilerinin elimize tutuşturduğu metinleri, kan ter içinde sahne sırası bize gelmeden okumaya çalışıyorduk. “Rol”ümüzün hakkını vermeye çalışıyorduk. Bize miras kalan saman kağıtlarının âdiliğine, çabuk yırtılmasına inat miras bırakanın arkasında sağlam durmaya, yırtılmamaya çalışıyorduk. Çalışıyorduk işte… Çünkü yüzümüze teyellenmişti gülüşlerimiz; gözlerimize çift dikiş gidilen öfkemize karşılık…
Birden bir ses geldi kırmızı ağaçların arkasından. Bir şey vardı sanki. Ağaçların yaprakları hareket ediyordu, çiçekler titriyor, dallardaki kuşlar korkuyla yere bakıyorlardı.Selma da oraya baktı. Çünkü insanlar bakarlar…İnsanlar boş boş bakarlar, saçma saçma bakarlar ve dik dik bakarlar. Ama her şartta bakarlar. Severler boş bakışların arkasındaki korunaklı barınaklarda yaşamayı. Başkalarının anlam aramaya çalıştığı şeylere “anlamsız”, “saçma” demeyi severler. İnsanlar yargılamayı severler. Yaftalamayı severler…
Kuşların gözlerinde korku vardı. Endişe vardı. Korku, endişe hatta sevgi sadece gözlerde olurdu. Hani bir sürü şarkı yazmışlar ya, şiirlerde anlatmışlar aşklarını. Notalar yetersiz gelmiş hislerine, mısralar dolup taşmış, kalemler bitmiş-tükenmiş yazmaktan…Hani papatyalardan fallar bakılmış, çiçeklerden taçlar yapılmış, bülbülün sesi kısılmış, beyaz gül dikenini batırıp bülbüle onun kanıyla kırmızı olmuş…Şairlerin kalplerinde sözcük kalmamış, dilleri damakları kurumuş aşkı anlatmaktan…Yalan…Hikaye…Edebiyat bunlar…Sevgi ne dudaktadır ne de kalpte. Sevgi sadece gözlerdedir. Gözlerdeki o küçücük pırıltıda. Küçük dediğime bakmayın siz, gözbebeği karanlığa hapsolmazsa büyüyemez, yokluğu tatmazsa sevginin kıymetini anlamaz. Sevgiyi tanımazsa da korkuyu bilmez. Bu kuşlarda da böyle bir korku vardı; sevginin çırpınışını görmek gibi bir korku. Çünkü o kıpırdayan şey bir kuştu. Kendilerinin aynısı yerde çırpınmaktaydı. “Av” olan kuş “yem” olan avcı tarafından vurulmuştu. Avcı yemdi; çünkü nefis kuvveti severdi. Beslenmesi için kuvvetli insanlar gerekliydi. Avcı yenilmişti nefsine, belki de nefissizliğine…Küçücük bir kuştu çünkü vurulan. Onun ne eti olacaktı ki avcı doysun. Avcı zaten pis sakallı, göbekli, ağzından sular akan ve boyası “sökülmüş” ayakkabılarının bağcıklarını hiç bağlamayan bir adamdı. Bu arada dişleri de kirliydi tabii. Tam kötüydü yani. Bizim için kötüler vardır ya…Biz severiz insanları iyi-kötü diye ayırmayı. Hem de bunu çok kesin ve keskin çizgilerle yaparız. İyi olanları tezgahın önüne dizeriz; alıcısına güzel gözüksün diye, kötü olanları; hani şu “çürükler” var ya işte onları tezgahın arkasına koyarız. İyice saklarız onları iyilerin arkasına. Aman gözükmesinler, saklansınlar. Ama unuttuğumuz bir nokta var; o, önde duran güzel, iyi insanların düşmeden durmasını sağlayan arkasına dayandıkları çürük, “kötü” insanlar…Aynı tarlada yetişmedik mi? Aynı suyla beslenmedik mi, aynı yağmura sevinip aynı kuraklıkta çatlamadık mı? Hayat çok karmaşıktı. Çamurlu olan domates tarla domatesidir aslında. Pazara gidince onu “sera” domatesinden ayıran çamurlu olmasıdır. Yağan yağmurlarda ıslanıp dimdik durabilmesidir onu iyi domates yapan. Bu tezgaha dizilme de nereden çıktı? Ne zamandır tezgaha diziliyoruz? Ne kadar zamandır “satılıyoruz”?
Avcı kötülere has gülümsemesiyle güldü ve kuşa doğru gitmeye başladı. Kuş vurulmuştu. Kuş yaralanmıştı. Uçmak için, uçarken vurulmuştu. Oysaki ona demişlerdi: “Uçma, bizimle burada kal. Burası rahat! Yiyecek de bol, hava da güzel.” Durduk yere neyin uçmasıydı bu? Ama o küçük kanatlı, büyük yürekli kuş onları dinlemeyip uçmaya karar vermişti. Uçmuştu. Aşıktı gökyüzüne çünkü. Diğer kuşların sevgisi sahteydi. Bir kanat çırpışı kadar kısa… Akciğerleri olmayan kuşların soluksuz “yaşam” uğruna akciğerlerini havayla dolduramamak kadar rahatsız edici… Vurulduysa da kendi istekleri için vurulmuştu. Hayata dili sarkık bir köpek gibi bakmaktansa vurulmak daha iyiydi. Daha şerefliydi. Biz şerefi isteriz çünkü, şerefli olmak erdemdir…O da erdemli bir kuştu…
İstekleri için vurulmuştu…
Hayatın ona vermediklerine inat unutulmuştu…
Unutulmak aslında yaşamda var oluştu…
Yaralı kuş kaçmaya çalışıyordu. Çırpınıyordu, çırpınıyordu; ama olmuyordu. Avcı yanına gelmişti artık. “Kötü kötü” bakıyordu ona. “Bırakacak mı acaba?” diyordu. “Bu avcı kesin beni yer. Şunun tipine baksana. Nasıl da çirkin nasıl da kötü birisi.” Daha adam ona yaklaşmadan kuş böyle şeyler düşünüyordu, kendini ölmüş biliyordu artık. Bu kötü kalpli “yaratık” onu serbest bırakacak değildi ya. Avcı geldi, silahını bıraktı, eğildi ve kuşu aldı. Kuşun canı yanmıştı. Yarası ağırdı. Avcı elini cebine götürdü. Kesin bıçak falan çıkaracaktı kuşu öldürmek için. Öldüreceği belliydi. Kötü birisiydi o. Tipi öyleydi. O da öyle yaratılmıştı. İnsan yaratılışına karşı çıkabilir miydi? “Ben böyle olmak istemiyorum.” diyebilir miydi? Ya da “Ben artık böyle olmak istiyorum.” İnsan ihanet edebilir miydi beynine? Benliğini reddedip yeni kimlikler arayabilir miydi? Siyah: “Ben çok yoruldum. İçim karardı. Artık kötü biri olmak istemiyorum, ben artık beyaz olacağım.” diyebilir miydi? Bir kupa kızı kaçmak isteyebilir miydi kumarhaneden? Kumardan nefret de etse, o pis insanlardan tiksinse de onların ellerine temas etmekten, ellerinde oyuncak olmaktan kurtulabilir miydi? Hayatın rol yapmamız için bize verdiği o anlamsız metinlerdeki zavallı kelimeler: “Olmaz böyle şey, bana itaat edin.” diyordu. O zavallı kelimeler itaat bekleyen acımasızlara dönüşüyordu birden. Kelimeler bazen zavallı, bazen kurnaz, bazen de acımasız…Evet, kelimeler harflere indirgenemeyecek kadar acımasızdır bazen…E ama onlara da hak vermek lazım; kirli ağızlardan çıkınca temiz yazılamıyorlar…
Çünkü bir var bir yoktan ibaretti gördüğümüz rüyaların sahteliği…
İnsan temiz olamazdı ki zaten! Nietzsche de bana katılıyor: “Çünkü, şudur sizin gerçeğiniz: Siz fazla temizsiniz şu sözlerin pisliğine göre: intikam, ceza, ödül, dengiyle karşılık”…
Bu sefer öyle olmayacaktı. Bu sefer kelimelerden intikam alınacaktı, onlar hesap verecekti. Bu sefer öyle olmayacaktı…Avcı cebinden mendil çıkardı ve kuşun kanını silmeye başladı. Kuşun canını yakmaktan çok korkuyordu. Olur da onu incitirsem diyordu. İncitmemeliydi. Avcı silahını almıştı; çünkü çalıların arkasından bir ses gelmişti. Bu ses büyük ihtimalle Selma’ya aitti. Ama o sırada gökyüzüne ulaşmaya çalışan zavallı kuş aslında sadece ağaçların seviyesinde uçuyordu. Ve avcı yani aslında adam onu vurmuştu. Yanlışlıkla…İstememişti. Hep böyle olurdu zaten. Birilerini vurduğumuzda bunu yapmak istemediğimizi anlardık. Vurmadan anlamazdık. İnsanız sonuçta, sabrımız yok. Mürekkebin kurumasını bekleyemiyoruz hakkımızda yazılanları öğrenmek için. E birden saldırınca da mürekkep kağıda dağılıyor. Yazılanlar anlamsızlaşıyor, kelimelerin üstü kararıyor ve sevgi sözcükleri kapkara mürekkeplerde boğuluyor…Ve en baştan yazmak gerek her şeyi…
Sıvası sökülen kalplere inat bir kat daha boyamak…
Kuruyan damaklara inat sesin kısılana kadar sevmek…
Şiirlerde aranan güzelliğe inat sevgi karşısında anlamsızlaşmak…
Hayata prova yapmadan başlayarak bocalamak….
Tozu dumana katan kerpiç kalpleri yeniden inşa etmek…
Ki bir daha yıkılsınlar sevgi karşısında, onun uğruna…
YORUMLAR
Yargılamak..
İlk başta yapılan en büyük yanılgı.
Neye göre yargı?
Boya,bakışa,yürüyüşe,giyinişe,konuşmaya göre mi?
Bunların hepsini yapıyoruz...
Gerçek olanı görmemek için direniyor kaçmak için çabalıyoruz.Durup düşünmeyi bilmiyoruz.Ya da bir şans daha vermeyi kendimize yediremiyoruz.
İnsanız ya ...İnsanlığı bu kadar küçültüyoruz..
Tebrik ederim.Başarılarınız daim olsun..Sevgiyle kalın..
İçinde mana gizli, satır aralarında felsefi işlemeler olan güzel bir öykü. Düşünmeye sevk eden yeni söylemler üretme çabasında olan öyküleri okumak güzel.
Anlatım, yazının felsefesi yanında biraz daha geride kalmış olsa da, okumaktan keyif aldığım bir çalışma.
Diğer yazılarınıza da hafif bir göz attım. Güzel şeyler düşünüyorsunuz. Çalışmalarınız olaylardan ziyade anafikir felsefesi üzerinde yoğunlaşmış. Bu işlenmesi gereken bir cevher bence. Daha sık ve dikkatli yazmalı, bu cevheri parlatmalısınız. "Göç yolda düzelir" yazmaya devam edin. ,Biz de keyifle okumaya devam edelim.
Kutluyorum. Sevgiler.
Aynur Engindeniz tarafından 6/17/2011 1:19:59 AM zamanında düzenlenmiştir.