Pus Sancısı- Baharatlı Vicdanlar
Sosyalizmin ne olduğu bilmeden sosyalist olmuştuk. bir sabah uyandığımızda sınıflar kalksa, insanlığın sisi kalksa... coğrafyaların eklem yerleri sızlıyor.
Her şeyin bir ilki var. bu sınıflar kalksın... tenezzül edemeyen suratlara tükürmek istiyorum.
Pus bizim için bir heceli slogan. tek bir hecemiz yetiyordu, dünyayı protesto ediyorduk. Sancısı ayna kıvrımlarımızda bir takı. istasyon büfelerinden tedarik ettiğimiz zeytinli açmalar ve demli çayın düşünde aşağılanıp tahrik edilme kavgamız. zamantaşlarının üzerine çoktan köprü kurulmuştu. garson Basri’nin hayata sığmayan telaşı kartvizitlerle ve yönlendirme tabelalarıyla geçiyordu. bütün parçalar dağılsın. Basri’nin idealist ve platonik hevesleri; bütün efendiler kırık dökük kalsın ne çıkar?
Bizim kıvılcımlarımız ateşe gebeydi. bütün kavgaları tanıyorduk. yüzlerimiz benzemese de belalarımız bize benziyordu. belanın her türlüsü kağıtların ve belgelerin satılığa çıkarılmış hayatlarından uzaktı. kuşku yokki her bedelin içinde bir eylemimiz vardı. adı yağcılardan silinmiş başına buyruk resimler... her resim ticaretin bakışlarında kirlenmiş hayat tacirlerine çerçevesine inat doğuyordu. yaşanılanlar, sınavlar ve yenilgiler. her şey hiçbir şey olmadan kavgaların tadı kalmıyordu.
Çalıntı bir yeryüzünde dolaşmak. sigara, kibrit, pankart, afiş, sprey boyalar... sonra dipteki hayatlar. dipteki camekanlar. bizden önce işgal edilmişti insanlık. anahtar kokusu. bir bozguna uğramış işçiler olmalıydık biz. sefer vakitlerinde aradığımız erdemler: boş bir hayal! pus geceleri ay selinde ısındık. adımız militan ya da anarşist olmuş ne çıkar? yoksul gövdemizde taşıdığımız insanlık: buhar olup kaybolmadan zerresi için savaşıyorduk. varsıllığa dair, kararlı gölgelerimizle sır dolu yürüyüşlerimiz kalabalığa karışırdı. bedensel görsellikleriyle dilleşen, arka kapak güzellerine, sıraya dizilmiş ölüler diyorduk. zengin gençler, gece kulüpleri, deniz, tuzlu su acılığındaki düşünceler ve idealizmin uğramadığı sıcak kumsallar... düşlerimizi işgal edemedi bu fotoğraflar!
Sürgündük. yorucu bir sürgündü. gerçeğimizin üzerinden hergün yıkım geçiyordu. çıktığımız her yol zemherir gecelerine denk geldi. her militan kendi yolculuğunda bekletilmek istendi. bakışlarımıza hürriyet nakşolmuştu: beklemedik, susarken sataşdık.
’’biliyor musun?’’ dedi Basri. ’’zenginlik, idealizmin düşmanıdır. vişneçürüğü akşamlarında viski masalarından emirler yağdırırlar emniyet birimlerine. kentler yıkılır, sokaklar darmadağın olur, onlar kedileriyle topaç oynarlar.’’
Sosyalizmin ne olduğu bilmeden sosyalist olmuştuk. bir sabah uyandığımızda sınıflar kalksa, insanlığın sisi kalksa... coğrafyaların eklem yerleri sızlıyor.
Her şeyin bir ilki var. bu sınıflar kalksın... tenezzül edemeyen suratlara tükürmek istiyorum.
Gülümsedi Basri. ’’dünyadayım işte. dünya ne tarafta usta?!.. ekmek arası yediğim tavuk dönerden dökülen ekmek kırıntılarına kuşlar talip. kuşlar için deniz’e açılalım. suları avuçlayalım sonra ’hürlüğün barışın sevginin aşkına’ cigara atalım denize... belki sabaha kadar yanar.’’
’’Uğurlar Olsun, Basri...’’
Ahmet Kaya şarkısı girdi araya;
Gençliğimi kimse bilmez
sakallarımdan çocuk kokusu
ağzımdan ayışığı fışkırır benim...
Ceketimi yağmurlara astığımdan beri
tehlikeli şiir okur
dünyaya sataşırım...
Geceler inerdi üzerimize tutkularımız beslenirdi. köşe başlarında karşılaştığımız polis ekipleri: geniş bir yay çizerek süzülürdük sokak aralarından. geceyi matkap gibi delip, beynimize vuran megafonlara ayazda dağılan ses olurduk. yüzlerimizi örttüğümüz siyah maskeler ve ellerimizde sapanlarla fotoğraflar çektirirdik. dostluk, tam göğsümüzün üstünde kirlenmemiş. güçlü yaratılmış. belli ki yasalarımız temiz. kimbilir bu yasalarımız alemin dümenlerinden arınmış.
Yazgımızda idealist eylemlerin öznesiyle gökdelen düşkünü kariyer heveslerden uzak kalmıştık. böyle yazılıyordu özgeçmişimiz. çünkü mazlumun hikayesi...
’’ört perdeyi usta,’’ dedi Basri. ’’gökdelenlerin ışıkları içeriye dolmasın. tozları uçuşuyor dört bir yandan. hırslı bencil insanlar. bürokrasi köleliği; bireysel reklam yarışı. bitmeyen kariyer mücadelesinin çıbanları. işçilerin mitinglerinde rastladın mı hiç o gökdelenlerin üst düzey departmanlarında çalışan bir insana?.. bizler mitingdeyken onlar brunch keyfinde oluyor. biz mazlumların ordusu. başımızda insanlık var. öyle ki militan, bir coğrafyaya ait değil bir coğrafyaya sahip değil... militan insanlığa aittir. ve insanlığın tam ortasından geçip gölgelerini suya bırakır. ona itibar etmeyenlerin kıyısında Tuna misali köpürür. militanlığın tarihçesinde taze ekmek kokusu vardır.’’
’’ekmeğin tadını bilir misin Basri?.. ekmeğin tadını bilmeyenler militana itibar etmezler!’’
Sabah ezanıyla fırından taze ekmek alır. çayevinde su bardaklarında bol şekerli çaylarımızla taze ekmeğin tadı insan ömrünün unutamayacağı bir tat oluyordu. günün ilk ışıklarıyla dudaklarımızda ıslıklar, gazete manşetleri, magazin kucağında yine yoksulluğu tahrip ediyorlardı. çarşaf çarşaf bildiriler hazırlıyor. çarşının en kalabalık olduğu vakit el altından insanlara dağıtıyorduk. kimileri beş adım attıktan sonra bildirileri okumadan yırtıyorlardı. kapitalizm katran karası bir kabus: psikolojik bir narkotikdi. dört koldan çalışıyordu. tv, tv dizileri, yarışmalar, programlar... internet, sosyal paylaşım internet siteleri, gündelik kampanyalar, bankalar krediler borçlar, ruha işleyen en etkili uyku ilacıydı...
Kalabalıkların bir ucundan diğer ucuna ancak sınırlı sayıda slogan geçirebiliyorduk. slogan! diğer sloganlardan farklı, bir yetim sesi, bir boyacı sandığı. tel örgülerden atladığımız serüvenler. sloganlarımız suyun bir yakasında. sloganlarımız ateşin bir yakasında. bir daha... slogan! şu şehirler ve beton yığınları, rezidanslar, gözü dönmüş dünyanın umarsızca üstümüze gelmesi çıldırtıyor bizi. fukara yaşamlar, yokluk içinde büyüyen çocuklar... biz de sloganlar içinde bir slogandık. sabahın beşinde işe giden yoksul babalar: belediye otobüsleri, yorgunluk... yumruklarım ağrıyor!
Sosyalizmin ne olduğu bilmeden sosyalist olmuştuk. bir sabah uyandığımızda sınıflar kalksa, insanlığın sisi kalksa... coğrafyaların eklem yerleri sızlıyor.
Her şeyin bir ilki var. bu sınıflar kalksın... tenezzül edemeyen suratlara tükürmek istiyorum.
Sadece haksızlığa zengin-fakir uçurumuna karşı duran daimi militanlardık biz. dünyanın her yerinde mazlum henüz rahat nefes almadığı sürece militanlık bizim mesleğimizdi. İnsanlık fedaileriydik. gençtik. lüks evlerde, tatil köylerinde, yaldızlı otellerde, yaşamkentlerde insanların umarsızlığı bizim için bir savaştı. militan kelimesindeki bütün heyecan suretimize dolmuştu. suretimizde uyandık. birer efsaneye dönen ve günden güne çağıldayan idealistliğimiz: herkes biliyordu ki yollarımız çetin. duvarları sloganlı mahallelerde apartman kapılarına sticker yapıştırdğımız günler gökyüzüne kurşun atardık. dur durak yoktu içimizde. suyun aşkına! zalim taşlar ve mertliği bozulmuş caddeler... en önemlisi de ruhlardan başlayıp bütün ömrü saran rehavet. rehavet! rehavet ve gösteriş yasaktı bize. gösteriş sergisi ihtişamlı insanlardan nefret ediyorduk. alnımızda somurtkan çizgiler, bizi görenler vitrinlerin boşluğunda boğuldu. aynalar ve camekanlar işbirlikçi olmuştu. sapantaşlarında yaşardık. kalın silindir sopalarla sınanırdık. mahrumu kaldığımız ışıl ışıl şehirlerin büyüklüğü oranında mücadelemiz büyürdü. sıradan bir militan gibi göründüğümüzü bildiğimiz halde ruhlarımızda bitmek tükenmek bilmeyen istekler vardı. bu yüzden Beşiktaş sahilinde elele dolaşan sevgililerden olmadık. elleri cebinde Beşiktaş iskelesinin boşluğunda, gözleriyle, yoldan geçen kıyafet ve moda budalalarına dalmıştı Basri...
’’Ne yapıyorsun Güzel İnsan?,’’ diyerek iliştim yanına.
’’düşünüyorum.’’
’’düşüncelerin yeterse alayına gider yap. bizim onlara harcayacak ne paramız ne de kariyerimiz var. kendi dünyamızın tenhasında onların isteklerini karşılayamayız. ’’
soğuk bir slogan.
ıslak bir slogan.
kırmızı bir slogan.
ham bir slogan.
’’bu modern yaşamlar bozar bizi Basri. onların aynaları küf bağlamış. gün ışığı görmeden boyanıyorlar. güneşin prova yapmasına gerek kalmıyor.’’
ikimizinde tenine zemherir sloganlar işlemişti. Beşiktaş iskelesinden 14:15 Kadıköy vapuruna bindik. Basri, işportacıdan 5liraya aldığı kol saatinin serüvenine daldı. Fiyakalı bir markanın sahtesiydi.
’’zaman, ideallerimizin heveslerde kaybolmasına izin vermesin usta. gücüm yetsede zamana yasalar koysam!.. ruhsuz karanlık belki bizi bu kadar zorlamazdı. yeni yeni aydınlıklar icat edenlerin maskelerini bir bir düşürmek kolay olurdu. yelkovanı ve akrebi şu vapurun peşinden uçan martılar kanadında yaşardık. şu gökdelenleri görüyor musun usta? hepsi kurgulanmış birer mutluluk ve medeniyet... oysa kurguların hiçbir iyi yanı yoktur. kurgulanmış medeniyetler mazlumun sonsuz düşmanıdır.’’
’’bizim gücümüz cebimizde değil Basri. bizim gücümüz ideallerimizde. paranın padişah olduğu topraklarda padişaha başkaldıranlarız biz. çünkü paranın adaleti yoktur. aptalı bilge, bilgeyi aptal gösterir... bütün bu adaletsizlikleri elimizdeki bildirileri dağıtarak anlatmaya çalışıyoruz. Haydarpaşa Garı’nda lokomotifler-trenler bizi bekliyor.’’
kot pantolonunun cebinden ezilmiş sigara paketi çıkardı birer sigara yaktık. ciğerlerimize değil iliklerimize kadar çekiyorduk. vapur Kadıköy İskelesinin kamyon lastiklerine vurarak yanaştı. dilsiz insan yüzleri, yerliler, turistler, belleğimi kuşatan suskun kalabalık. her şey garip ki, Kadıköy İskelesinde aşklar zincirlenmişti. görkemli bacaklar, gözlerde lensler ve nitelik savaşları... talan vardı. talan ne zaman başlamış bilemedik. mizacında boyunduruk düşkünü genç kızlar. giysilerinde dans eden kapitalizm ve boyanmış- şekillenmiş vücutları haraç-mezat usülü. ne hayal ne gerçek! sahte... sahte üstü sahte. İnsan nefsi yüzyılını yaşıyor sanki.
Gösteriş sergisi aşklardan yaşam tarzına geçişin sancılarındaki derinliği keşfetmiş olmanın acılarını yaşıyorduk. kendimize ait olmayan ama içimize oturan bu farkındalıklar acı veriyordu bize. kuşku yok ki hayatlarının gençlik çağlarında moda kişiliklere bürünenlerden değildik. yolculuğumuz reklam nöbetleriyle geçmiyordu. halk pazarlarından ucuz fiyatlara aldığımız kot pantolon ve kazakları giyiyorduk. giyim-kuşamlarıyla ceplerindeki teknoloji ürünü cep telefonlarıyla böbürlenenleri anlayamıyorduk. bakışlarımız, insanlara tanıdık değildi. düşüncelerimizle böbürlenip, bildiklerimizle başımız dik yürüyorduk. Sigaramı kibritle ateşleyip, gözlerimi kısıp, yüzümü ekşitip tekilleşmiş kalabalığı izlemekten keyif alırdım. insanların arasında süren teknoloji savaşını suskun militan edasıyla izlemek iliklerime kadar durdurulamayan heyecan doldurdu. moda kişiliklerin ve teknoloji mücadelesinin sürdüğü metropollerin arenalarında ıslıklarımız kan ter içinde tempo tutardı. bir de sahil kenarlarına sıkıştırılmış sevgililer... umarsızlık hali... peşi sıra marka uğultusu...
Şair sözü girdi araya;
’’Nasıl sığar yaşam, sökük ruhların tıkadığı iğne deliğine?
Acıyor ellerim. Kendi üzerime yürümek için emeklediğim. Kendi üzerime yürümek...’’ (*) Hakan Sürsal
Kendi görüntümüzün üzerinde o insanlara göre koca bir hiç vardı. Böyle tanımıştık bizi biz yapan görünmezliği. böyle okuduk kendimizi. yaşamı, çoğul umarsızlığı, insanların anlamsız mutluluğunu, bireysel benciliği böyle öğreniyorduk. bireysel bencilliğin yıktığı mazlum yaşamlarına aykırı olamazdık. idealistliğe akıl yetiremeyen gençleri ürperten ıslıklarımızla, eylemlerimizin kıskançlıkla başladığını söyleyen insanları protesto ediyorduk. kıskançlık! doğanın verdiği yetenekler haricinde sonradan kazanılmış rahatlığa karşı isyanımız kıskançlık olamazdı. toplumsal sınıf ayrımı, lüks zengin rahat yaşam gibi durumlarla sonradan kazanılmış niteliklerle bizden üstün sayılan insanlara karşı mücadelemiz kıskançlık olamaz.
İsyandık, haykırıştık, sözdük, kavgaydık, eylemdik, asiydik, öfkeydik, mazluma sevgi, zengine zalimdik... sıyrılıp bütün maskelerden, fiziksel örtülere karşı duyargalarımızda çığlığa pay açtık. Çığlığı taşıyacak bir nefesi vardı Basri’nin ve bu, davasının teminatıydı...
’’biz serseri değiliz,’’ bağırtısı Kadıköy-Moda sahilinde yankıya dair ne varsa toplamıştı. biz militanız. ben ilk kez Moda sahilini bu kadar çok sevdim. çünkü Basri’nin sesi yankılanmıştı. çünkü Basri’nin sesinde insanlar boğulmuştu. hiçbir çığlığa sığmayan cesaret vardı. denize davasını yayan çığlık vardı. insanları dalga dalga irkiten çığlık vardı. belki de bu çığlık taş üstü taştı. ağırlığı ve ruh boğumu kütlesiyle özgünlüğünü tescillemişti...
sahildeki büyük kayalıklardan birinin üstüne oturmuştuk. kaşlarım çatık, yüzümü ekşitip sigaramı içerken;
’’çığlık, insanların mücevherlerini titretir,’’ dedi Basri ve sigarasından bir soluk çekip devam etti; ’’ sen hiç cepleri şişmiş adamların lüks arabalarında seyahat ederken, trafik ışıklarında arabaların camını silip para kazanan çocuklara para verdiklerini gördün mü? ya da tıklım tıklım dolu belediye otobüslerinin yanından lüks arabalarıyla geçerken yüzlerinin kızardığını gördün mü? vicdana baharat katmaya gerek yok: vicdan ya tatlıdır ya da acı, lezzetine katkı istemez hiç!.. onlar ki özleri zehir dolmuş insanlar, vergiden kaçırır, işçisinin maaşından kaçırır, hepsi yapay vefakarlardır. hepsi alınterine kurulmuş ihanet fırınıdır. işçinin emeğini harmanlayıp kokusundan tonlarca para kazanırlar. az işçiyle çok iş derler bu matematik hesabına. fabrikalar üç vardiya işçi çalıştırması gerekirken, iki vardiya işçi çalıştırıp patronlarına yazlıklar, lüks evler, lüks arabalar, dünya seyahatleri ve fazlasıyla bir yaşam kazandırır. iki vardiya işçi çalıştırmaşı gereken iş yerleri bir vardiya işçi çalıştırıp yine patronlarına aynı yaşamları sağlar. ikramiyesiz, primsiz düşük maaşlar. çığlık ise işçinin sırtından kazanılmış rahat yaşamı titretir.’’
Vicdana dair ne varsa... hikayemizin bağrına kin nakışlıyorduk. bu kadar çok kini nereden bulacaktık. metropoller ustamızdı. her saniye kin öğretiyorlardı bize. bizim sevgimiz ve vefakarlığımız yapay değildi. batısından doğusuna, kuzeyinden güneyine hakları yenilen emekçilerin ter buharlarıyla ustalaşıyorduk.
’’ter kokusunu bilir misin Basri?.. ter kokusuna tenezzül edemeyenler emekçilerin haklarını savunmazlar.’’
Kokuya dair yeni hayatlar görüyorduk. artık gördüğümüz hayatları kokuyla özdeşleştirmeye başlamıştık. ve kokuya yüklenmiş yaşam sözleşmesi. dışarısı yeterince kokuyordu. alışveriş merkezleri, cafeler, çay bahçeleri çeşit çeşit kokunun duyumsandığı yerlerdi. kokunun merhameti yoktu da insanları merhamet değil koku mutlu ediyordu. birer koku olarak tanıyorduk insanları. sözüstü, güzel parfüm kokanlar da dikkat çekiyordu ter kokanlarda...
ter kokmanın ruh ayırıcı meziyeti vardır.
kıyı yosun kokuyordu. biz ter...
parfüm müptelası insanlar tere benzemekten korkuyordu!
...
Koray Can Demirkılıç