- 849 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Hilalim oluyordun ayın 14’ünde…
’Kuytusunda kalınan yalnızlığın renksizliğinde gördü
mavi gözlerini gözlerim…
Tarihler 14 Şubat 2011 Pazartesini not alacaktı.’
Dört bir yanımı gri renkler donatmıştı. Ve ben; flu bir mazinin üzerinde, hedefsizliğe yönlendirmiştim adımlarımı.
Gelecek karamsar, gelecek kötümser, gelecek aksak ya da topal gelmemeliydi önüme.
Ben; geçmişimden kaçtığım gibi, geleceğimin de beni bulmasını, önüme kuş sütü eksiksiz sofralar kurarak aşk ile sarhoş edip, yine ıssız gecelerin koynundaki kör kuyulara atılmasını istemiyordum yaşam sevincimin…
Kuytusunda kalınan yalnızlığın, renksizliğinde gördü mavi gözlerini gözlerim…
Güzeldin…
Zarif ve şık kıyafetlerle taçlandırdığın sadeliğinin üzerine, güzelliğini de koyunca ay gibi parlıyordun karanlık gecelere.
Hilal oluyordun…
Hilalim oluyordun ayın 14’ünde…
Ve sen, soğuktan üşüyen bedenlere bir baksan, ısınacaktı belki de yürekler. Kurumuş gönüller sevince boğulacak, toprağa gark olmuş çiçekler bakışınla hayat bulacak, canlanacak ve kirli, kokuşmuş bu dünyayı misk-i amber kokular dolduracak, gökyüzünde gökkuşakları doğacaktı…
Özeldin…
Naif bir duruşun vardı, pek kimsede göremediğim…
Ağırdın, ağırbaşlıydın. Cıvıklık bulaşmamıştı bedenine. Cıvıklık senden uzakta, asalet ise yanı başında kollarının arasındaydı.
Hem güzelliğinin, hem de özel kalmışlığının farkındaydın.
İlk Türk Hükümdar Raziye Sultan kadar savaşçı, Osmanlı’nın hareminde yetişmişçesine bilgili, Avrupa’nın başkentlerinde tahsil yapmışçasına kültürlüydün.
Ve,
Yaşanan acı - tatlı hatıraların izleri silinmişti yüzünden. Geçmişin, geçmişin koynunda yaşandığı alanlara hapsedilmiş gibiydi.
Sessizdin…
Konuşmaktan ziyade susuyordun…
Kısa sorularının cevabı, uzun hayatın anlamını arıyordu.
Sorguluyordun...
Bir gece, beş gece, on beş gece oturmuş konuşmuştuk saatlerce… Kâh kahkahalarla, kâh sessizlikle öldürmüştük zamanı…
Ama kirletmeden,
Ama aldatmadan,
Ama vaat, iteat ve bağlılık koridorlarında dolaşmadan…
Ancak, bir şeyler eksikti bu yaşana gelmişlikte?...
Bir şeyler; bir yerlere saklanmış, açığa çıkmıyordu. Ya korkuyordu dile gelmekten ya da çıkıp soldurmak istemiyordu gül bakışları, tebessüm dolu ifadeleri…
Bir şeyler; mühürlenmiş dudaklar arasında kalmış sır gibiydi.
Bir şeyler; doğumunu bekleyen bebek gibi sabırsız, güneş doğmadan tabiata düşmüş çiğ kadar özeldi…
Her başlanan günün bir anlamı olmalıydı, her saat bir sonraki saati kulağından tutup çekmeliydi aşağıya; ki, senli saatlere sıra gelebilsin. Senli saatlerde yelkovan kırılmalı, akrep topal kalmalıydı…
Sensizliği idam etmeliydi cellat.
Sensizliği almalıydı Azrail zamandan.
Her şey senle başlamalıydı.
Çiğler tenine düşmeliydi; kıskanmalıydı güneş sıcaklığını senden sonra uyanmalıydı, gece kaçmalıydı korkumdan seni koynuma sokmazsa, kuşlar sohbetimize fon olmalı, denizler gözlerinin renginde solmalı, ay seni aydınlatmalıydı…
Şimdi uzaklardasın.
Hasret, otağını kurdu yüreğime.
Gel zülf-ü yârim, gel…
Anadolum kadar güzel, Anadolum kadar özel, Anadolum kadar bereket dolu, Anadolum kadar saf ve temiz gel…
Gel ki; bu ölü yürek canlansın, kalem kağıtla barışsın, kırılsın zincirler, prangalar zindanlara asılsın, tabiat uyansın, özüm özün, sözüm sözün olsun.
Gel zülf-ü yârim, gel…
YORUMLAR
Anadolum kadar güzel, Anadolum kadar özel, Anadolum kadar bereket dolu, Anadolum kadar saf ve temiz gel…
Gel ki; bu ölü yürek canlansın, kalem kağıtla barışsın, kırılsın zincirler, prangalar zindanlara asılsın, tabiat uyansın, özüm özün, sözüm sözün olsun.
Gel zülf-ü yârim, gel…
Bu kadar güzel sözlerin üzerine ,insan nasıl yorum yazabilirki ! Kaleminiz ve yüreğiniz her dem mutmain olsun ,Sn : yazar tebriklerim çokça ...
Mehdi Anlaroğlu
saygılarımla..