RENKLERİN ÇIĞLIĞI ( BİR TUTUNUŞUN ÖYKÜSÜ)
RENKLERİN ÇIĞLIĞI
Tüm sesleri susturun,
Bağırsın karanlıklar.
Tüm sesleri susturun,
Haykırsın, sesini renkler ve sağırlar.
Bugün menüde patlıcan salatası, kırmızı mercimek çorbası, makarna ve kocasının o çok sevdiği tatlı; şekerpare vardı. Sofra hazırdı. Kulağı kapının zilinde, aklı bir ay sonra kucağına almak için sabırsızlandığı bebeğindeydi. Anne olacaktı. Yıllar sonra tatlı bir ses ona en çok duymak istediği kelimeyi söyleyecek; ‘anne’ diyecekti. Onu emzirecek, hastalandığında gözünü ondan ayırmayacak, perisi okuldan gelince boynuna atlayacak, ödevlerini beraber yapacaklar, “Terliyken su içme!” diye uyaracak, onu kollarına alacak öpüp koklayacak, ona her şeyin en güzelini, en iyisini vermeye çalışacak, onu büyütüp okutacak, hayırlı bir evlat olarak yetiştirecekti. Her şeyi hazırdı prensesin. Odası şimdiden bir oyuncak dükkanıydı. Adı bile yıllar önce kararlaştırılmıştı. Adı hem annesinin hem kaynanasının adı olan İlayda olacaktı.
İlayda; su perisi demekti. İlayda hepsinin perisi, gözbebeği, bitanesi olacaktı.
Otuz yıl önce annesi de şimdi kendisinin İlayda’sını beklediği gibi onu yıllarca beklemişti. O yüzden de adı Biricik’ti. O Biricik’ti ve hep biricik kaldı. Tek çocuk olarak yetişmişti. Şimdi annesi İlayda Hanım da anneanne olmanın heyecanı içinde torununu bekliyordu. Kızını iki güne bir görmeye gelir, gelemeyince de günde en az iki üç kez arar nasıl olduğunu sorardı.
Kocası Sinan’ın ise kendisinden üç yaş büyük bir abisi vardı. Onun da afacan mı afacan bir oğlu. Şimdi babaanne İlayda Hanım da ikinci torununu kucağına alacağı günü heyecanla bekliyordu. Onun da torunlarıyla gerçekleştirmek istediği birçok hayali vardı.
Maalesef İlayda’cık dede sevgisinden mahrum kalacaktı. Kendi babası dört yıl önce kanserden ölmüş, Sinan’ın babası da geçen yıl bir trafik kazası sonucu üç gün yoğun bakımda kaldıktan sonra veda etmişti onlara. Şimdi İlayda yeni bir renk katacaktı tüm aileye. Dedesinin ölümüyle yıkılan aile İlayda ile hayata tekrar dönecekti.
Zil çaldı. Biricik fırlayıp açtı kapıyı. Sinan’ın yine eli kolu bebek eşyası ve oyuncaklarla doluydu. Tabi bir de her zamanki beyaz güllerle. Gülleri aldı biricik sevgiyle. Bütün gülleri koyduğu o dev vazoya yerleştirdi özenle. Bebeğin odasına girdiler. Panda resmiyle kaplı büyük dolaba yerleştirdiler eşyaları. Oyuncakları da oyuncak sepetine. Sofraya oturdular. Havadan sudan konuştular biraz. Sonra Sinan: “Bebek kıyafetleri ne kadar da güzel. Bebek olası geliyor inan ki insanın. Aslında sadece o pembe elbiseyi almak için girmiştim mağazaya. Ama hepsi öyle güzeldi ki birkaç tane daha almadan çıkamadım.” dedi. Biricik gülümseyerek: “Senin gibi bir babası olduğu için çok şanslı kızımız. Hayırlısıyla bir doğsun da her şeyin en güzelini alırız ona.” dedi.
O gece Biricik aniden fenalaştı. Daha doğuma bir ay olmasına rağmen sabaha karşı aldılar mutlu haberi. Üstelik Biricik’in durumu da iyiydi. Haberi duyan hastaneye koşmuştu. Dört gözle bekledikleri İlayda’ları onları daha fazla bekletmek istememiş olsa gerek büyük bir sürpriz yaparak geliverdi ansızın.
Bebeği ancak bir ay sonra çıkarabildiler hastaneden. Artık turp gibiydi. İlayda’cık.
İlayda.
Ne de güzel yakışmıştı bu isim ona. Tıpkı bir peri gibi bembeyaz yüzü, bal rengi saçları, yemyeşil gözleri, küçücük burnuyla sanki tüm bebeklerin en güzeliydi.
İlayda sekiz aylık olmuştu. Yavaş yavaş dişleri çıkıyor, hatta bir iki adım atıyor sonra düşüyordu. Biricik ve Sinan gözlem yapan bir deneycinin bir çiçeğin büyüyüşünü izlediği gibi izliyorlardı prenses İlayda’nın büyümesini. Her ay bir fotoğrafını çekiyorlardı. Bir gün anneannesine bir gün babaannesine gidiyor, kucaktan kucağa geziyor, gülücükleriyle tüm aileyi kendine hayran bırakıyordu tatlı cadı.
Aylar İlayda’yı büyütmekle su gibi aktı gitti. Her şey harkuladeydi. Fakat zaman zaman Biricik’in canını sıkan bir şey vardı. Bebek iki buçuk yaşını geçmişti; fakat hala bir anne bile diyemiyor, ayrıca “İlayda” deyince sesin geldiği tarafa doğru bakmıyordu. Sanki; bunu düşünmek bile Biricik’i çıldırtıyordu. Sanki İlayda duyamıyordu ve konuşamıyordu. Bunu kaynanasına da annesine de söylemişti ama ikisi de: “Kızım zeki çocuklar diğerlerine göre daha geç konuşurmuş. Bişey olmaz. Sıkma canını.” demişlerdi. Bir de annesi: ”O biraz yaş kulak olacak herhalde. Cadı o. Duymak istemeyince öyle davranır. Hem sen de öyleydin canın istemedi mi hiç oralı olmazdın kızın da sana çekmiş anlaşılan.’’ demişti. Biricik de buna inanmak istedi. Günler günleri haftalar haftaları kovalıyor ve İlayda’da annesini rahatlatacak bir gelişme olmuyordu. Haliyle Biricik’in telaşı da günden güne artıyordu. Sinan’a da bir şey söyleyemiyordu. Onun konuşamamasını, duyamamasını düşünemiyordu.
Aradan iki ay daha geçti. Bu iki ay içinde kızıyla çok daha fazla ilgilendi Biricik. Uyku saatinden yemesine kadar her şeyi programladı ve bunu saati saatine uyguladı. Onunla daha çok konuştu. Kucağına alıp kulağına şarkılar, ninniler söyledi. Fakat hiçbiri İlayda’nın umurunda değildi sanki. Tek bir tepki vermiyordu. Annesi sorunu anlamak için yüzünü farklı şekiller yapıp kızına gösteriyor, İlayda da kahkahaya boğuluyordu. Bir keresinde de yapboz alıp ona değişik şekiller yaptı çeşitli boyalarla renk renk resimler çizdi, gösterdi. İlayda hepsinin birbirinden farklı olduğunu anlıyor ve görüyordu. Evet, gözlerinde ve zekasında bir sorun yoktu. Ama Biricik’in, sesini sonuna kadar açıp İlayda’nın kulağını hoparlöre dayamasına rağmen İlayda bilgisayara hiçbir tepki vermiyordu. “Eğer duysaydı mutlaka bir tepki verirdi. Tıpkı yaptığım resimleri görünce güldüğü gibi.” diyordu kendi kendine ve ağlıyordu Biricik. Bunun yanı sıra bir gün Biricik’i çok şaşırtan bir şey oldu. İlayda annesinin yapbozla yaptığı evi bozup evin aynısını yapmış, bir de büyük bir insan yüzü çizip annesine göstermeye mutfağa koşmuştu. O gün Biricik, bir gün bu yapbozlar ve boyalar sayesinde İlayda’nın hayatının çok önemli bir parçasını oluşturacak olan resim yeteneğini fark etmişti.
Biricik, şimdiye kadar onu doktora gösterme cesaretini kendinde bulamamıştı. Geceleri gözüne uyku girmez olmuştu. Bu endişesini Sinan’la da paylaşmıştı. Sinan’ın tüm ısrarlarına rağmen götürmemişti onu doktora. Ama bu bilinmezlik içinde dövünüp durmaktansa artık götürecekti. Gereken neyse yapılacaktı. Aslında bilinmezlik de değildi bu. Biricik biliyordu. İlayda duyamıyor konuşamıyordu. Biliyordu bilmesine de kabullenemiyordu bir türlü. Onun “anne” diyemeyecek oluşunu, o minicik bedenin annesinin babasının sesini bir kelime bile duyamayacak oluşunu kabullenemiyordu. Bin bir türlü kurt hep birden saldırıyordu ona. Kemiriyordu beynini. İlayda’yı, eğer kesinlikle duyamayacak ve konuşamayacaksa hayatını nasıl sürdüreceğini, onu nasıl mutlu edeceğini, ona iyi bir anne olup olamayacağını düşünüyordu. Bir taraftan da kendi kendini teselli ediyor: “Öyleyse bunun mutlaka bir tedavisi vardır, gereken her türlü tedaviyi yaptırırız.” diyordu.
O akşam Sinan’la konuşup İlayda’yı ertesi sabah hastaneye götürmeye karar verdiler. Ertesi gün anneannesi, babaannesi, annesi ve babası İlayda’yı alıp şehrin en iyi hastanesine gittiler. Muayene sonuçlarını beklerken herkes sonucun düşündükleri gibi olmaması için dua ediyordu.
Yarım saat kadar sonra doktor Erhan Bey onları odasına çağırdı. Herkes gergindi. Biricik’in gözleri dolu doktora: “İyi bir şeyler söyle!” dercesine mahzun, çaresiz, yorgun bakıyordu. Nihayet doktor konuşmaya başladı: “Size iyi bir haber verebilmeyi inanın çok isterdim. Ama maalesef kızınız doğuştan dilsiz ve sağır.” O anda Biricik yere serildi. Hemşireler koşup Biricik’i bir odaya aldılar. Diğerleri de hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Biricik kendine gelince sakinleştirici bir ilaç verdiler. Doktora bir tedavisi olup olmadığını sorduklarında doktor yapabilecekleri tek şeyin bir işitme cihazı almak olduğunu söyledi. Bu cihazla da İlayda %2 oranında ancak duyabilecekti. Ümitle gittikleri hastaneden yıkılmış bir şekilde döndüler. Daha sonra alanında uzman on doktora daha gösterdiler prenseslerini ama nafile. Sonuç hep aynı. Sürekli ümitle gittikleri her hastaneden hayal kırıklığıyla ayrıldılar.
Aradan hıçkırıklarla, uykusuz gecelerle hayal kırıklıklarıyla dolu, umutsuzluk ve çaresizliğin evlerine taht kurduğu, acıyla yoğrulmuş yedi ay geçti. Her şeye rağmen yaşam devam ediyordu. Bir yerden başlamak lazımdı bir şeyden tutunmak lazımdı yaşamak için. Evet, tutunacakları tek şey bir tanecik İlayda’larının sevgisiydi. Zaman öyle bir ilaçtı ki olmazları olduruyor, kabul edilmezleri kabul ettiriyor, kabul ettirmekle de kalmayıp olumsuzlukla yaşamanın çözümlerini aratmaya başlıyordu insana. Biricik bir anneydi. Geç bulmuştu kızını ama çabuk kaybetmeyecek, asla pes etmeyecekti. Geçen zaman içinde araştırmış, kızı gibi hatta ondan daha kötü durumda olan hayatları okumuştu ve şükretmişti Rabb’ine. Görmüştü ki onların birçoğu şimdi çok güzel yerlere gelebilmişlerdi. Öyleyse İlayda da çok güzel yerlere gelecek hatta en güzel yerde olacaktı. O gün her şeyi etraflıca düşündü ve önemli kararlar aldı. Evet, artık anlıyor, kabul ediyordu. İlayda duymuyor ve konuşamıyordu. Hatta şunu da kabullenmişti; bundan sonra da İlayda hiçbir zaman duyamayacak ve konuşamayacaktı. O zaman onun yerine Biricik konuşacaktı, Biricik duyacak ve ona anlatacaktı. Hemen ertesi gün işaret dilini öğrenmek için bir kurs buldu. Sinan işteyken İlayda’yı ya anneannesine ya babaannesine bırakıyor, kursa gidiyor, akşam da öğrendiklerini Sinan’a öğretiyordu. Şu anda İlayda da bilmiyordu işaret dilini fakat mutlaka o da öğrenecekti. O zaman onunla daha rahat iletişim kurabilmek için bunu şimdiden öğrenmesi daha iyi olurdu.
İlayda altı yaşına girmişti. İşitme engelliler için açılan bir okulda eğitimine başlamıştı. Annesiyle iletişimleri harikaydı. Biricik elinden geleni yapıyordu kızı için.
Artık İlayda da ters giden bir şeylerin olduğunu kavramaya başlıyordu. Bir sorun olduğunu anlayabiliyor; fakat sorunun ne olduğunu teşhis edemiyordu. İnsanlar dudaklarını kıpırdatıyorlar sonra da gülüyorlardı. Bunu kendi de denedi; fakat hiç gülmedi. Bir de bir gün annesiyle okula giderken bir çocukla bir anne görmüştü. Bir banka oturmuşlardı. Çocuk annesinin kulağına eğilmiş bir şeyler yapıyordu. Sonra annesi çocuğa hayır der gibi başını sallamıştı. Yani o zaman çocuk bir şeyler mi demişti annesine? Ama öyle olsaydı eliyle anlatması gerekmez miydi? Hem annesiyle babası da akşamları dudaklarını kıpırdatıyorlardı. Ne yapıyorlardı ki öyle? O da kıpırdattı ama bu çok saçma değil miydi? Sadece dudakları kıpırdıyordu. İnsanlara çok kızıyordu. Canı da bazen fena sıkılıyordu. Bazen sokakta biri ona bakıp dudaklarını kıpırdatıyor; ama o anlamıyordu. Hemen annesi yetişiyordu imdadına. Tabi o da dudaklarını kıpırdatarak çözüyordu sorunu. Bu birkaç kez gelmişti başına. En son annesiyle parktan dönerken elinde şapkaya benzeyen bir şeyin içine dondurma dolduran bir adam ona bakıp dudaklarını kıpırdatmış ve gülümsemişti. Hemen devreye annesi girmiş dudaklarını kıpırdatmıştı. Sonra da adam İlayda’nın yanına gelip başını okşamış burnunu sıkmış şapkalı bir dondurma da ona vermişti. Sonra annesiyle adam biraz daha dudak kıpırdatmışlardı. Fakat annesi dondurmacıya para vermemişti. Oysa adam dondurma verdiği herkesten para almıştı. Bunu annesine sordu annesi de adamın kızınız çok tatlıymış dediğini ve ona bir dondurma hediye etmek istediğini söylemişti. Fakat o buna inanmamıştı. Sinirlenip elindeki dondurmayı önünden geçtikleri dükkanın kapısına fırlatmıştı. Nedenini bilmiyordu ve zaten bu saçma insanların garip hareketlerini de hiç anlayamamıştı; ama adamın hareketi fena halde canını sıkmıştı. Ağlamak istemişti; fakat herkesin önünde ağlamayı sevmemesi buna engel olmuştu. Dükkanın sahibi dondurmayı atanın kim olduğuna bakmak için dışarı çıktığında annesi dudak kıpırdatarak halletmişti meseleyi. Daha sonra annesi yol boyunca onunla konuşmaya çalışmıştı; ama o konuşmamıştı. Anlıyordu. Annesi kendisinden bir şeyleri hep gizlemişti.
İlayda on iki yaşındayken her şeyi anladı. Herkes derdini konuşarak o ise işaretle anlatıyordu. Bazen söylemek istedikleri yarım kalıyordu. Çünkü işaret dili her şeyi anlatmaya yetmiyordu. Ama başkalarının ne demek istediklerini küçük bir hareketinden şıp diye anlıyordu. Duyamadığını ve konuşamadığını anladığında çok zorluk yaşadı. O hep diğerlerinin anormal olduğunu düşünürdü ama aslında problemin kendisinde olduğunu anlamıştı ve bu onu bir yıl süren bir bunalıma sürüklemişti. Bu zaman zarfında annesi ve babası hatta tüm aile onun eskisi gibi gülmesi için seferber oldular. Sonunda annesi onu tekrar gülümsetmeyi resimle başardı. Bu tebessüm İlayda’nın uyanışıydı. Bunalım döneminde çok az konuşmuş çok az yemiş ve çok ağlamıştı. Bu bütün aileyi perişan etmişti. Gözbebeklerinin gözünden akan tek damla bile kalplerine saplanan bin hançerdi sanki. O dönemde İlayda sesi düşünmüştü. Nasıl bir şeydi ki ses; harfleri, okumayı biliyordu da ses nasıldı acaba? Bir “a” demek ne kadar da ulaşılmaz ve zordu ona. Son seste müzik dinlemek nasıl bir şeydi? Gece annenin sesinden dinlenen masalla uyumak nasıl bir şeydi? “Anne, baba, sizi seviyorum” derken nasıl çıkardı harfler ağızdan? O hep renkleri tanımıştı. O sadece onların sesini duymuştu. O zaman ses de renk gibi çok renkli, rengarenk bir şeydi. Bir gün odasının duvarına şöyle yazmıştı;
Tüm sesleri susturun,
Bağırsın karanlıklar,
Tüm sesleri susturun,
Haykırsın sesini renkler ve sağırlar.
Susun tüm sesler,
Konuşun tüm sessizlikler.
Duyun artık yüzyıldır uyuyan kulaklar,
Ve şimdi tüm sesler ve tüm sessizlikler konuşun bağırın hep birden.
Patlayın kulaklar sessizlikten değil sesten!
Bir de diğer sorun vardı; sesin kulağına gelişi nasıldı acaba? Hem nasıl gelecekti ses? Kulağından dışarıya mı çıkacaktı yoksa içine mi girecekti? Ve her ses aynı mıydı? Bilmiyordu bilemeyecekti de ne yazık ki.
Annesinin aldığı boyalar palet ve fırçalar onu tekrar yaşama bağlamıştı. O günden sonra her şeye farklı baktı. Kimsenin göremediklerinin resmini yaptı. Resim yapmayı her şeyden çok sevdiğini bilen ailesi ona özel resim hocaları tuttu. Bu konuda kendini inanılmaz bir hızla geliştiriyor ve kendi başarısı ona yeni bir moral kaynağı oluyordu. On beş yaşına gelince altı yaşındayken kendisine dondurma veren adamın dondurmayı neden bedava verdiğini de burnunu neden sıkıp başını neden okşadığını da anlamıştı. Hatta dondurmacı gibi davranan tüm insanları anlamıştı. İnsanlar duyamadığı ve konuşamadığı için ona acımışlardı. Hatta acıyorlardı da kendi hallerine bakmadan. Bu, hayatta nefret ettiği tek şeydi. Neden acıyacaklardı ki? Tamam, onlar duyuyorlar ve konuşuyorlardı. Ama hangisi onun yaptığı resimleri yapabiliyordu? Hem o işaretle de konuşabiliyordu insanlarla. Peki insanlar renklerle de konuşabiliyorlar mıydı? Onların hiç ayağı kırılmamış mıydı? Onlar hiç kulaklarını yıkatmamışlar mıydı? Onlar hiç gözlük takmadılar mı? Onlar geçirdikleri bir ameliyat sonrası hiç tekerlekli sandalye ile birkaç gün ya da birkaç ay geçirmemişler miydi? O zaman hemen onlara acımamız “vah vah” mı dememiz gerekirdi peki? Neden balık tutmayı öğretmek yerine balık verilir ki?
Fakat o öğretecekti balık tutmayı insanlara. Hiç kimse ne kendisine ne diğer engellilere acımayacaktı bundan sonra. Amacı buydu. Onlar önce oturup da kendilerine acısınlardı. Neye mi acısınlar? Cehaletlerine. Sigaranın zararlı olduğunu bile bile içiyorlar işte buna acısınlar mesela.
İlayda artık yirmi altı yaşında bir anne ve ünlü bir ressamdı. Amacına ulaşmıştı. Renkleri dillendirmiş, bakmayı bilen gözler onu bir resim ustası yapmıştı. Şimdi özel bir üniversitede resim derslerine giriyordu. Hayat ondan dilini ve kulağını almış; fakat ona öyle şeyler vermişti ki şimdi belki onları artık istemezdi. Eşiyle üniversite yıllarında tanışmışlardı. Onun azmine, hayata olan bağlılığına, yeşil gözlerinde yanan mutluluğa ve güzelliğe aşık olmuştu eşi. İlayda da eşinin temiz yüreğine. En önemlisi de onu bir engelli olarak görmeyip ona aşık olmasına onunla evlenmek istemesine, hoşgörülülüğüne aşık olmuştu. Şimdi dört aylık Yıldız adında şeker mi şeker minicik bir kızı vardı. Bugünlere gelmesinde hakkını ödeyemeyeceği annesi ve babasını sık sık Yıldız’ını da alıp ziyarete giderdi. Onlar özellikle annesi çok didinmişti onun için. O da boşa çıkarmamıştı çabalarını. Gittiğinde uzun zaman kalır, artık yaşlanmış olan en iyi arkadaşı, tek dostu olan annesiyle uzun uzun konuşur, onun halini hatırını sorar duasını alırdı.
Çok mutluydu, istediği her şeye sahipti. O istemesini bilmiş. Karşılığını da ziyadesiyle almıştı. Ne fısıltı ne çığlık ne de dili ona engel olabilmişti. Hiçbir zaman kendi yoluna taş koymamış, hiçbir taşa ayağı takılıp da düşmemişti. Engel sadece kafalardaydı ona göre. O çok uğraşmıştı buralara gelebilmek için. Ve mevsim artık hasattı. Ektiklerini biçiyordu. Olgunlaşmıştı artık başaklar.
YORUMLAR
Çok beğeniyle okuduğum bir hayat öyküsü; insan istedikleriyle değil, elinde olanla nasıl en iyisini yapabilir çok güzel örneklemiş siniz. Yüce Allah her insana bir yetenek vermiştir mutlaka ama o yeteneğinin kaç kişi farkına varıp ta gerçek mesleğini, sevdiği ve isteyerek yaptığı işi yapar ki.
Kahramanımız İlayda yeteneğinin farkına varmış ve özürlü olmak onu hayata küstürmemiş. Örnek bir yazı. Tam puan.
Tebrikler........saygımla.