- 1024 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KLAZOMENİA’NIN SİHİRLİ GÜCÜ
BİR GÜZELBAHÇE (KLİZMAN) HİKAYESİ
KLAZOMENİA’NIN
SİHİRLİ GÜCÜ
BİLGİN ŞENGÜL
-2011-
Uzun uzun yıllar önce, çok mu çok güzel bir yer vardı. Burası öyle güzel, öyle güzeldi ki, insanlar yaşamaya doyamazdı. Dağlarında kocaman kocaman ağaçları olan, ağaçların arasında buram buram mis gibi bir koku dolaşan, önünde masmavi bir deniz, denizinde martılarıyla balıkları oynaşan, yeryüzünde cennetten bir parça olan, bu güzel yerin adı Klazomania idi. Aslında 12 İyon kentinden biri olan Klazomania’nın merkezi
Urla’ydı. Büyük Türk denizcisi Çaka Bey tarafından ele geçirildikten sonra, zaman içinde Kağızmanlı Türkler’in yaşadığı küçük bir beylik oldu.Zamanla buraya Giritli Müslüman göçmen Türkler de göç etmeye başladılar. İlk başlarda yöre halkıyla zorluklar yaşasalar da zaman içinde anlaşıp kaynaştılar. Artık bu yerin, çiçekleri, böcekleri, hayvanları, insanları, özellikle de çocukları çok mutluydu. Burada kimsenin kimsenin malında, mülkünde gözü yoktu.
İnsanlarının büyük bir dayanışma içinde, mutlu ve mesut yaşadığı, günlerini ağ örerek ya da balıkçılıkla uğraşarak geçirdikleri bir beylik oldu. Başlarında yaşlı bir beyleri vardı. Beyleri, bütün ömrünü halkının iyiliğine harcadı. Yoksulunu gözeten, acını doyuran, haksızlık yapmadan herkese eşit davranan bir beydi. Halkı da onu çok severdi. Kısacası bu Klazomania denilen Beylik’de herkes çok mutluydu.
Fakat bir gün, bir sabah önlerinde uzanan güzelim mavi sularda, kara kara, leke gibi duran korsan gemileri bitiverdi. Nerden, ne
zaman geldiklerini anlayamadıkları yamyam gibi korsanların, saldırısına uğradılar. Hiç acıması olmayan korsanlar, önlerine çıkan ne varsa yakıp yıktılar. Kendilerine direnen yöre halkının çoğunu kılıçtan geçirdiler. Korkan insanları, vahşi naralar ata ata kendilerine hizmet ettirdiler. Onlara ziyafet sofraları hazırlattırıp, yediler içtiler.
Halkın, ellerinde avuçlarında ne varsa ganimet bilerek alan korsanlar çığlıklar ata ata çekip gittiler. Bu olayla çok sarsılan yöre halkı daha sonraları yine korsan saldırılarıyla uğraştılar. Baş edemeyeceklerini anlayınca da, bu duruma çare olur diye güneye, Dede Mezarı, Kuduz Deresi, Küp Deresi diye bilinen bölgeye çekildiler. Denizden uzak kalmak onları bayağı sarstı. Kendilerini sanki sudan çıkmış balık gibi hissettiler. Ama başka çarenin de olmadığını anladılar. Yeni yer ve yeni düzene uymak için beyleriyle birlikte düşünüp taşındılar. Yaptıkları incelemeler sonucunda buranın toprağının kızıl bir toprak olduğunu, bunun çanak çömlek yapımına
uygun olduğunu görünce, burada kiremit ocakları kurup, çanak, çömlek yaparak geçinmeye çalıştılar.
Ormanları açarak, tarım arazisi elde edip geçinmeye çalıştılar. Artık korsan saldırılarını unutularak, insanlar tekrar mutlu yaşayıp, çoğaldılar.
Klazomania’da her şey yolunda giderken, günlerden bir gün bir salgın hastalık ortaya çıktı. Herkesin Lokman Hekim olarak gördüğü, sayıp sevdiği Bilge Dede bile, bu duruma çare bulamadı. Her taraftan acıdan
inleyen insanların sesleri duyuluyordu. Hastalığa yakalanmayan insanlar kendilerini korumak için hasta olanlardan köşe bucak kaçar oldu. Veba denilen bu hastalık çok fazla insanın ölmesine sebep oldu. Gel zaman git zaman hastalığın seyri azaldı. Ve kalan insanlar yavaş yavaş acılarını unutmaya, günlük hayatın işlerine bakmaya başladılar.
Salgından sonra, korsan tehlikesinin de artık olmadığını gören yöre halkı, tekrar Klazomania’nın eski yerine doğru gelmeye başladılar.
Klazomania’nın adı halk arasında söylenirken değişe değişe zamanla Klizman’a dönüştü. Klizman’ın Buldanaltı mahallesinde, anası ve de kız kardeşiyle birlikte yaşayan Çelebi adında 11 yaşlarında bir oğlan vardı. Güneşten kavruk tenli, iri bal rengi gözleri, hafiften uzunca burnu, akranlarına göre daha uzun boylu, bir de altın gibi kalbi olan bir çocuktu.
Çelebi, babasını 3 sene önce bölgede görülen veba salgınında kaybetti. Bunun üzerine anacığı:
___Oğul, gayri evimin direği de, erkeği de sensin. Diye söylendi..
Omzuna nasıl bir yük aldığını henüz anlamayacak kadar küçük olan Çelebi, zamanla anasının ne demek istediğini çok iyi anladı…
Bu talihsiz olayın ardından, “Yeni Mahalle” adıyla bilinen yere taşındılar. Orada kendilerine yeni bir düzen kurmaya çalıştılar. Babasının ölümünden sonra, Çelebi ve ailesi başta zorlansalar da zamanla bu duruma alıştılar. Komşularıyla iyi ilişkileri vardı. Çelebi’nin en yakın arkadaşı komşularının oğlu Mustafa’ydı. Hemen hemen her gün birlikte oynayan bu iki çocuk, her yere birlikte gidiyor, her işi birlikte yapıyorlardı. Bazı günler dağlarda sapanla kuş avlıyorlar, bazı günler ise denizden balık tutuyorlardı. Birlikte vakit geçirmekten çok hoşlanıyorlardı. Günlerden bir gün yine bu iki kafadar, dağlarda kuş avlama peşindeydiler. Mustafa avladığı kuşa doğru koşarken birden ayağı kaydı. Burkulan ayağının acısıyla bayır aşağı yuvarlandı. Karşıdan arkadaşının başına gelenleri gören Çelebi, hiç düşünmeden ona doğru koştu. Yanına vardığında arkadaşının durumuna baktı.
Onun acı içindeki yüzünü okşadı. Sakin olmasını söyleyerek arkadaşını sırtladığı gibi doğruca evelerine getirdi. Mustafa’nın annesi oğlunu görünce korkuyla ona sarılıp:
___Oğlum! Noldu sana? Diye bağırdı. Onların sesine Çelebi’nin annesi koşarak geldi. Çelebi durumu onlara kısaca anlattı. İki kadın çocuğun şişmeye başlayan ayağına bakıp, hemen onu kaptıkları gibi Bilge Dede’ye götürdüler. Çocuğun ayağına bakan Bilge Dede,
Klazomania’nin bin bir şifayla dolu olan dağlarından topladığı bitkilerle hemen bir ilaç hazırlayıp çocuğun ayağına sürüp, sardı. Kalan ilacı da verip, sabah akşam sürmelerini, bir hafta ayağını dinlendirmesini söyledi. Çocuklara da kuş avlamanın insan canına kıymadan bir farkı olmadığını söyleyip, bir daha canlılara zarar vermemelerini anlatarak onları gönderdi. Evlerine geldiklerinin ertesi günü Mustafa’nın ayağındaki ağrı da,
şişlik de gitti. Bu nasıl bir sihirli ilaçtır ki daha iki sürümde derde deva olmuştu. Herkes buna çok şaşırdı.
Aradan bir hafta geçti. Artık Mustafa, ayağının üstüne basabiliyor, yürüyebiliyordu. Çelebi ile Mustafa analarının kaynattığı sıcak çorbayı alarak, teşekkür için Bilge Dede’nin evinin yolunu tuttular. Giderken yolun kenarlarındaki güzel çiçeklerden de toplayarak Bilge Dede’nin evine vardılar. Kapıyı güler yüzüyle açan Bilge Dede, onları evine buyur etti. Çocuklar ellerindeki çiçekleri ve çorbayı ona vererek teşekkür ettiler. Bilge Dede büyük bir olgunluk içerisinde kendisine verilenleri alıp, onların hallerini hatırlarını sordu. Mustafa’nın ayağını tekrar bir muayene edip, artık korkulacak bir şeyin olmadığını söyledi. Bundan sonra daha dikkatli olmalarını söyleyerek onları yolcu etti.
Sıcak bir yaz günü, Çelebi denizin kenarındaki kayalara oturdu. Elindeki küçük taş parçalarını denize doğru fırlatırken, gözlerinin önünde henüz 11 yıllık olan ömrünün 3 yıl öncesi vardı.
O zamanlar daha küçüktü ama, daha mutluydu. Çünkü babası sağdı. Ve şimdi yalnız oturduğu bu kayanın üstünde o zamanlar babasıyla oturur, birlikte ağ örerlerdi. Daha doğrusu babası örer, o da onun etrafında koşuştururdu. Bazen de küçücük elleriyle ağ örmeye çalışırdı. Şimdi annesi örüyordu. Tabi Çelebi ‘de ona yardım ediyordu. Çünkü ördükleri ağlarla geçimlerini
sağlıyorlardı. Ara sıra balık da yakalıyorlardı. Ama satacak kadar değil, ancak yiyecek kadar yakalayabiliyorlardı. Çünkü tekneleri yoktu ve Çelebi bu işler için çok küçüktü. Çekilen acılardan fazla etkilenmeyecek kadar küçük olan kız kardeşi, olan bitenin çok da farkında değildi. Çelebi bu düşünceler içindeyken, arkasından:
__”Sobe, buldum seni.” Diye omuzlarına hafiften vuran ellerle irkildi. Bu canı kadar sevdiği biricik arkadaşı Mustafa’dan başkası değildi. Çelebi, ona doğru dönerek:
__ “Sen miydin?” dedi.
Mustafa:
___”Tabi benim oğlum. Başka kim olacak?” dedi gülerek.
Çelebi, başını onu onaylar gibi sallayarak:
___”Doğru” diye mırıldandı. Rahmetli babası gelecek değildi ya.
Mustafa, arkadaşının üzüntülü halini fark ederek:
___”Hadi gel, dağlara gidip, dolaşalım.” Dedi.
Çelebi, isteksizce de olsa, onu kırmamak adına:
___”Olur.” Dedi. İki kafadar dağların yolu tuttu.
¬¬¬¬¬¬
Bilge Dede’nin öğüdünden bu yana, artık kuş avlamayan iki arkadaş, bir süre dağlarda dolaştılar. Ardından yakalamaca oynadılar. Çelebi, her seferinde Mustafa’yı yakaladı. Daha sonra tam karşı bayırda olan ağaca kadar “ilk kim gidecek” yarışı yaptılar. Bu yarışı ise, Mustafa kazandı. Çelebi buna bozulsa da arkadaşını kutladı. Günün batmasına yakın, iki kafadar, kan ter içinde evlerine döndüler.
Çelebi, annesinin “Nerdeydin? Bu halin ne? Üstün başın toz toprak içinde.” Azarlarını duymazlığa gelerek, kovadaki sudan elini yüzünü bir güzel yıkadı. Karnı çok acıkmıştı, ama anasının azarlarından sonra söylemeye çekiniyordu. Sessizce odanın bir köşesine oturup, yemeğe çağırılmayı bekledi. Neden sonra yer sofrasını hazırlayan kadın çocuklarına:
__Yemek hazır. Haydin sofraya. Diye seslendi.
Başı önünde yemeğini bitiren Çelebi, sofrayı toplamada anasına yardım ettikten sonra, hemencecik yattı.
Ertesi sabah, tavuklara yem veren anasının sesi ile gözlerini açtı. Bugün anasını kızdırmak istemiyordu. Acele ile yataktan kalkıp, doğruca bahçeye çıktı. Hemen anasının elinden yem tasını alıp, tavuklara serpmeye başladı. İşi bitirdikten sonra başka ne yapabileceğini sordu. Onun bu davranışı anasının çok hoşuna gitti. Hafiften gülümseyerek:
__Gel, önce kahvaltımızı bir güzel yapalım. Sonra sen bahçedeki yabani otları temizlersin. Ben de bir köşede ağ örerim. Dedi.
Çelebi anasının bu şefkatli tutumu karşısında rahatladı. Birlikte içeri girdiler. Annesi:
___Hadi sen kardeşini kaldır, ben de kahvaltıyı hazırlayayım. Dedi.
Zaten iki göz odası olan evin, iç odasında uyuyan kardeşinin yanına giden Çelebi, onu uyandırdı. Az sonra elini yüzünü yıkayan kardeşinin de oturmasıyla, birlikte kahvaltılarını yaptılar.
O gün hiç evden çıkmayan Çelebi, bahçelerini yabani otlardan bir güzel temizledi.
İşi bittiğinde ise çok yorgun olmasına rağmen, anasına ağ örmede yardım etti.
Akşam yatağa yattığında, gerçekten çok yorgun olduğunu bilmesine rağmen, içinde anasına yardım ettiği için tatlı bir mutluluk vardı. Bu mutlulukla derin bir uykuya daldı.
Artık bahar geçmiş, yaz sıcakları ortalığı kasıp kavurmaya başlamıştı. Sıcağa bir de denizin nemi karışınca dayanılır gibi değildi. Hemen hemen her gün denize giden Çelebi ve Mustafa, o gün de soluğu deniz kenarında aldılar. Birbirlerine su şakaları yaptılar. Yüzme yarışı ile eğlendiler.
Biraz dinlenmek için sahile çıkan Çelebi, sere serpe kumlara uzandı. Arkasından gelen Mustafa, avucunda getirdiği suyu onun yüzüne attı.
Suyla aniden yerinden fırlayan Çelebi:
__Ne yapıyorsun, oğlum ya? Diye ver yansın ettiyse de, arkadaşının eğlendiğini görerek, o da gülmekten kendini alamadı. Bu sefer kumlara ikisi birlikte uzanıp, gözlerini kapatarak, güneşlenmeye başladılar. Bir süre sonra her ikisi de uykuya daldıklarının farkında bile değillerdi.
___Abiiii! Abiiii !
Kardeşi Zümrüt’ün derinden gelen sesiyle gözlerini açan Çelebi, bir süre olayı anlamaya çalıştı. Kendine geldikten sonra doğrulup, uzaktan kendilerine doğru koşarak gelmekte olan kardeşine:
___Burdayız! Diye bağırarak, el salladı. Onların sesine uyanan Mustafa etrafına bakınarak, kalkmaya çalıştı.
Yanlarına gelen Zümrüt:
__Abi anam seni çağırıyor. Biten ağları toplayacakmışsınız.
Vücudunun sıcak altında kavrulmasıyla canı yanan Çelebi, bir kere daha denize girme isteği duyarak:
__Tamam Zümrüt. Sen git, ben bir kere daha denize gireyim. Şu üstümdeki kumları temizleyeyim, hemen geliyorum.
Başından beri onları sessiz izleyen Mustafa:
___Evet Zümrüt, sen git. Biz denize girip çıkalım beraber geliriz. Ağ toplarken, ben de size yardım ederim. Dedi.
Bir gözü deniz de olan Zümrüt:
___Bana ne, bana ne. Ben de denize gireceğim. Diye sızlanınca, Çelebi:
___Bak canım kardeşim. Biz hemen girip çıkacağız. Sen boşu boşuna ıslanma. Hadi eve git. Dedi.
İnadı üzerinde olan Zümrüt:
___Hayır gitmeyeceğim! Diye bağırdı.
Ona sözünü geçiremeyeceğini anlayan Çelebi:
___Tamam tamam gitme. Ama bizi burada bekle. Hemen geliyoruz. Dedi.
Kızın cevap vermesine fırsat vermeden, Mustafa’ya göz atıp, başıyla “ hadi” der gibi bir işaret yaptıktan sonra ikisi de suya atladılar.
Çaresiz onları kenardan izlemekte olan küçük Zümrüt, denize giremediği için çok üzgündü. Kırgın gözlerle onları izlerken, az sonra başına geleceklerin farkında değildi. Küçük kızın bu savunmasız anından yararlanmak isteyen bir eşek arısı, kızın etrafında bir tur attı. Kendisini kovalayan bir el, kol hareketi görmeyince, kızın parmağına doğru yavaşça sokuldu. Küçük kız daha ne olduğunu anlamadan, parmağına iğnesini haince batırıverdi.
Kızın çığlıklarıyla denizden koşarak çıkan Çelebi ve Mustafa, olayı anlamak için, kıza soru üstüne soru sordular. Zümrüt, gözyaşları içinde parmağına arı soktuğunu anlattı. Çelebi, hemen kardeşinin hafiften şişip, moraran parmağına bakıp, arının iğnesini çekip çıkardı. Ama kızın ağrısı ve ağlaması bir türlü geçmedi. Ne yapacaklarını şaşıran iki arkadaş, kardeşini de alarak koşarak eve geldiler. Çelebi heyecanla olanları anasına anlattı. Kadın ne yapacağını düşünürken Mustafa, annesiyle bahçe kapısından içeri girdi. Onu gören Çelebi’nin annesi:
___Gel, komşum gel. Duydun mu başımıza gelenleri.
Gözleri kızın parmağında olan Kadın:
___Duydum komşu duydum. Diyerek çocuğun parmağını eline alıp inceledi. Ardından:
__İğnesi yok. Dedi.
Çelebi, heyecanla:
__Biz çıkardık onu. Dedi.
Mustafa’nın anası:
__Komşum hemen yoğurt sürelim. Deyince Çelebi’nin annesi koşarak içerden aldığı yoğurdu getirdi. Hala ağlaması dinmeyen küçük kızın parmağına sürdü. Ama bir faydasının olmadığını görünce, iki kadın kızı, Bilge Dede’ye götürmeye karar verdiler. Çocuğu, kucakladıkları gibi Bilge Dede’nin evinin yolunu tuttular.
Kızın parmağını güzelce muayene eden dede, hemen bahçesine çıkıp, bir kenarda yetiştirdiği güzelim tazecik maydanozlardan bir demet kopararak, içeri geldi. Maydanozları havanda iyice dövüp arının soktuğu yere bir güzel sardı.
Ardından, mutfağından getirdiği arpa unu ile sirkeden hamur yapıp, üzüntülü gözlerle kendisini izleyen kadına, akşama da maydanozu çıkarıp bu hamuru sarmasını söyleyerek verdi. İki kadın Bilge Dede’ye teşekkür ederek, küçük kızı aldıkları gibi evlerinin yolunu tuttular. O akşam, sirkeli arpa unu hamurunu kızının parmağına saran kadın, çocuğun haline çok üzüldü.
Bir kenardan üzüntülü gözlerle onları izleyen Çelebi, anasından daha üzgündü. Çünkü kardeşinin başına gelenlerden kendini sorumlu tutuyordu. Eğer denize bir kere daha girmeseydi veya onun da denize girmesine izin verseydi, tüm bunlar kardeşinin başına gelmeyecekti. Çok üzgündü Çelebi çok.
Ertesi sabah, kızın elindeki hamuru değiştirmek için açan kadın, parmağın oldukça iyi durumda olduğunu görünce derin bir nefes alıp:
__İyi ki varsın Bilge Dede. Diye söylendi. Durumu Çelebi’de görmüş ve çok sevinmişti.
İki gün sonra hiçbir şeyi kalmayan kızın iyileşmesiyle, hepside eski mutluluklarını yine yakaladılar.
Günler böyle birbirini kovalarken, kara kış gelip çattı. Bu sene kış, her seneden daha sert geçerken, Çelebilerin evinde bir haftadır bir sessizlik vardı. Ne Çelebi’nin ne de kardeşi Zümrüt’ün ağzını bıçak açmıyordu. Nasıl açsındı ki? Biricik anacıkları çok hastaydı. Öyle ki, hastalıktan yataklara düşmüş, bir haftadır yemeden içmeden kesilmişti. Zavallı kadının gece gündüz öksürükten boğazları yırtılıyordu. İki çocuk ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Mustafa’nın anasının kaynattığı şifalı çorbalar da işe yaramıyordu. O akşam anasının öksürükleriyle uyuyamayan Çelebi, anacığını da babası gibi kaybetme korkusuyla çok üzüldü. Sabahın ilk ışıklarıyla yataktan fırladı. Gözlerinde anasının hastalığından bu yana ilk defa bir ışık parlıyordu. Acele ile evden çıktı. Doğruca soluğu Bilge Dede’nin evinde aldı. Sabahın bu erken saatlerinde küçük çocuğu karşısında gören dede:
___”Hayırdır oğlum?” Dedi.
Çelebi, soğuktan kızaran yanaklarına, akan burnuna aldırmadan, anasının durumunu anlattı. Bilge Dede, onu dinledikten sonra:
___”Gel bakalım. Anneni bir de ben göreyim.” Diyerek onu alıp, evlerine gittiler.
Bilge Dede, kadını bir güzel muayene etti. Daha sonra Çelebi’yle avluya çıktılar.
Bilge Dede, elini çocuğun omzuna atarak:
___”Bak oğlum, annenin korkulacak durumu yok. Üzülme. İyileşir. Yalnız benimle dağlara gel. Şifa dolu sihirli otlardan toplayalım. O otları kaynatıp sabah akşam anana içirdin mi, üç güne bir şeyciği kalmaz. Olur mu, gidelim mi?” deyince çocuk anasının iyileşeceğini duymanın sevinci ile:
__”Olur dedem gidelim.” Dedi.
Bilge Dede ve Çelebi birlikte dağların yolunu tutarlar. Bilge Dede’nin gösterdiği otları toplamaya başlarlar. Mis gibi kokan bu otların, anasını iyi edeceğini düşünen Çelebi, adlarını merak ederek:
___”Bilge Dede, bu otların adı ne?” diye sorunca, Bilge Dede gülümseyen gözlerle ona bakıp, elindeki bir tutam otu koklayarak:
___Çelebi. Güzel çocuğum. Bu dağlardaki mis gibi kokuyu duyuyor musun?” diye başını kaldırıp havayı kokladı.
Çelebi de havayı koklayarak:
___”Evet duyuyorum.” Dedi. Dede:
___”İşte bu büyülü kokunun da, sihirli şifa gücünün de sahibi, bu otlar. “ dedi. Çelebi, ağzı hayretten açık bir şekilde:
___”Yaaaa” diyebildi.
Çocuğun şaşkınlığını gören dede, gülümseyerek:
___”Yaaaa. Bu sihirli otların adını mı merak ettin?” deyince de, çocuk:
___”Evet.” Dedi.
Bilge Dede, tüm bilgeliğiyle:
___” Bu otların adı oğul, kekik. Kekik derler bu sihire. “ dedi. Çelebi’nin dudaklarından yavaşça:
___” Kekik.” Kelimesi döküldü.
Bilge Dede:
___” Bu, yüzyıllardır Klazomania’nın sırrıdır oğul. Klazomania’nın sihridir. Bu dağlardaki bu gücü başka yerde bulamazsın. Bu kokuyu başka yerde duyamazsın. Duyduğun koku bile, bin derde şifa olur. Anladın mı şimdi Klazomania’nın sihirli gücünü?” Dedi.
Çelebi, başını hafiften sallayarak:
___”Anladım. “dedi. İçinden, kekik kokulu dağların önünde eğilmek geldi.
Bilge Dede’nin verdiği kekikleri, onun tarif ettiği şekilde kaynatıp anasına içirmeye başladı. Dedenin dediği gibi anacığı üç gün sonra ayağa kalktı. Bunu gören Çelebi, içinden “ Ne sihir be.” diye geçirdi.
O günden sonra Klizman’da hayat, sihirli otların büyülü kokuları arasında devam etti gitti.
Yakın geçmişte Klizman adı, Vali Kazım Dirik’in “ Bu yörenin toprağı kızıl, Kurtuluş Savaşı’nda da burada çok şehit kanı döküldü, buranın adı bundan sonra “Kızılbahçe” olsun.” önerisi kabul gördü. Yörenin adı Kızılbahçe oldu.
Ancak geçen zaman içerisinde, belediye kurulması çalışmaları sırasında, bu yörenin güzelliğine uygun olarak “ GÜZELBAHÇE” denmesine karar verilerek ismi yine değişti. Böylece yöre, ilk belediyesiyle birlikte, yeni adına da kavuşmuş oldu.
Şimdilerde ise, İzmir’de olup da, GÜZELBAHÇE’de yaşamak bir ayrıcalık oldu…
Yeryüzünde cennet,
Yaşanmaya, görülmeye değer,
Kekik kokulu dağların,
Maviyi selamladığı yer,
GÜZELBAHÇE...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.