- 854 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KAFADAR DAĞCILAR
Uzun yıllar önce gezdikleri, kuzu, koyun, dana ve inek güttükleri dağları özleyen üç kafadar bir Cuma günü “yarın sabah saat altı otuz da Akbahçe köyünün kahvesinin önünde buluşalım” diye sözleştiler. Helim köyde oturduğu için ondan “yufka ekmek ve kuru çökelik getirmesi” söylendi. Helim “kuru çökeleği olmadığını” söyledi. Şevket hem memurluk yapıyor hem de arı işiyle uğraştığından “bal” getirmesi söylendi. Veli de memurluktan yeni emekli olmuş şehirde oturan yarım asırlık bir delikanlı idi.
Veli sabah namazından sonra biraz kahvaltı edip, akşamdan hanımına hazırlattığı azığı alıp kararlaştırılan yere zamanında geldi. Bir köylünün verdiği yufka ekmek ve taze çökelikte aldı. Dakika geçmeden Şevket’te geldi ve bakkaldan üç adet fırın ekmeği aldı. O anda Şevket’in telefonu çaldı. Helim “yeni evinden çıktığını” söyledi ve az sonra geldi. Helim’i beklerken yeni açılan köy kahvesinden birer sabah çayı içtiler.
Şevket’in arabasına eşyaları koydular, yolda rastladıkları bir arıcıyı da alarak devam ettiler. Onun arıları na uğrayıp geriden seyrettiler ve yola devam dediler. Gökyayla’ya arabanın son varabileceği yere kadar varıp, park ettiler. Herkes sırt çantasını sırtına veya el çantasını eline alarak yürüdüler.
O yaylada başkalarının da arı kovanları vardı. Çıkacakları yokuşu hedef alıp yan peş yamaca tırmandılar. Yaylada eskisi kadar hayvan olmadığından dağda bir keçi yolu patika ya da taraka yol dahi yoktu.
Dinlene, dinlene bazen dala takışarak, bazen düşe kalka saat dokuz gibi Güzelyayla’ya vardılar. Yolda ekseriyet ertesi günü yapılacak genel seçimden bahsettiler. Veli sadece fırın ekmeğinden bir parça kopardı. Çocukluğunda çok lezzetle yediği tadın aynısını bulamadı ama bir hatırayı tazelemiş oldu. Dana güderken ya da pazardan gelen dayılarının veya babasının aldığı fırın ekmeğini yerken duyduğu hazzı halen ağzında hissetti. Helim ve Şevket’te bir şeyler atıştırdılar ve birer yaz elması yiyerek yamaca tırmanmaya başladılar. Yokuşu en dik yerinden çıkmayı göze aldılar.
Şevket sigara içtiği için kesiliyordu ama ağır bir tempo ile saat on gibi zirveye çıktılar. En yaşlı Veli yokuşu en önde tırmandı. Ayakkabıları yeni olduğundan kaymıyordu. Helim ve Veli birkaç taş yuvarlayıp seyrettiler. Taşlar en az iki kilometre yuvarlandılar. Zirveye oturup herkes azığını açtı. Şevket “bal susatmaz, korkmadan yiyin” dedi. Üçü de her azıktan karnını doyurdu, her çeşitten yiyecekleri vardı. Zirvenin Isparta tarafı hiç engelsiz düz bir yamaçtı ama bunların çıktığı taraf engebeli idi. Isparta tarafında yeraltı suyunun yakın olduğu yeşil su otlarından belli oluyordu.
Şevket nerede arısına daha iyi bir yer olduğunu araştırma fırsatı da bulmuştu. Kendince “şura, şura iyi” diye yorum yapıyordu. Akrabası olan Helim’de onu destekliyordu.
Saat on bire doğru tam zirveden yürümeye başladılar. O günde çok sıcak vardı ama zirvede hafif, ılıman rüzgâr esiyordu, üşümediler de, yanmadılar da. Şevket her gördüğü farklı kelebek ve çiçeğin resmini çekiyordu. Birkaç pozda arkadaşlarını çekti, kendi resmini de onlara çektirdi. Yürüdükleri zirveden Eğirdir’in bütün köyleri ve Isparta Davraz Kayak merkezi çok net gözüküyordu.
Zirvede pek engelle karşılaşmadılar. İki tane suyu yeni kurumuş göl yatağı gördüler. Mayıs aylarında karla kaplı olan zirvede kardan eser yoktu. Keçi ve domuzların gezindiğine dair işaretler vardı. Bir kayalıktan üç beş kekliğin uçuştuğunu gördüler. Başka hiç canlıya rastlamadılar.
Veli zirveden iki kilometre kadar yürüdükten sonra yan yan aşağı indi. Helim ve Şevket zirveden devam edip az ilerden indiler. Onların ineceği yere Veli de yamacın eteğinden geldi. Onları “gelin şuradan inelim, kuzukulağına varırız” diye çağırdı ama gelmediler. Veli onların yanına vardı. Veli onlara “bildiği sınırın orası olduğunu, ileriyi bilmediğini, unuttuğunu, kaybolabileceklerini” söyledi. Ama Helim ve Şevket’i ikna edemedi. Şevket tam bir “meraklı Melahat’tı” onun merakını tatmin etmek için Helim de ona ayak uydurdu.
“Şu tepeyi aşalım inelim, şu tepeyi aşalım inelim” derken belki yirmi tepe geçildi. Veli yalvarıyordu ama nafile, dinleyen olmadı. Onlara ayak uydurmaya mecbur kaldı. Son tepeden aşağı bakınca bir çoban çadırı gördüler. Çadıra varan bir traktör yolu vardı. Önlerindeki yamacı inip yolu takip etseler çok rahat geri dönebileceklerdi. Yolu tamamen karıştırmışlardı. Akdamlar köyü sınırına girmişlerdi. Veli “görünen yola inelim, sola devam ederek yolumuzu buluruz” dedi. Çadırın yanındaki yola gitmeyi kabul etmediler. Sola devam ettiler ama yine tepenin biri bitiyor biri başlıyordu. Bu geçtikleri tepeciklerin hepsinde çukurlar vardı ve bütün çukurların alt kenarlarında “düden” vardı. İlahi hikmet öğle tasarlanmış ki kar yağarken fırtına çukurlara dolduruyor, eriyince de o düdenlerden su toplu halde aşağıdaki yerleşim yerlerinden çıkıyordu. Aynı tasarım Isparta tarafında- ki yüzde ve o taraftaki dağlarda yoktu.
Aşağı inmeye başladıkları mevkiyi Helim bilir gibi oluyordu ama güven vermiyordu. Hatta Helim yolu bildiğini iddia etmek için az yukarda olduğunu söylediği bir “kar deliğine” indiğini söyledi. Kaybolmaları mümkün değildi ya yıllar sonra yapılan bu hazırlıksız yürüyüş onları çok yoracaktı. Üç beş çukur ve tepeyi geçince Helim “bu yol kesinlikle Uzunen’e inecek” dedi. Sözüne Veli “inşallah” diyerek cevap verdi. Çünkü dediğinin çoğu çıkmamıştı. Geçtikleri yerlerde küçük düzlükler vardı. Oralarda geçmişte yaşandığı gösteren çadır yerleri, saç ayağı demir kırıkları vardı. Tabi buralara kolay inip çıkmayı sağlayan belirli yol veya yollar vardır ama onlar bir türlü doğru düzgün bir yol bulamadılar. Geniş gölgesi olan bir ağaç bulup biraz soluklandılar. Çantayı taşımaktan kolları yorulan Veli “çantam eksilsin” diye katı yiyecekleri yedi. Arkadaşlarına da ikram etti ama alan olmadı. Biraz daha yürüdüler, orman başlamıştı. Hiç kasnak ağacını görmemiş olan Şevket’e kasnak ağacını da gösterdiler. Dağda çok çeşitli ağaç türü vardı. Vasıta çıkmadığından ve yeni kesim yapılmadığından yaşlı ağaçlar yıkılmış veya kar, fırtınadan yarılıp parçalanmış çok ağaç vardı. Kalkıp yola devam ettiler. Ormanın üst sınırı olan burada Devletin yıllar önce çektiği tel yerde yatıyordu. Bu sefer Helim şükür doğru söylemiş, Uzun- en’e indiler. Uzunen de araba yolu vardı ya yeni araba geldiğine dair bir işaret yoktu. Yıllar olmuş araba gelme- yeli. Biraz ot çay topladılar. İyi bir gölgeye oturup yorgunluğun üzerine biraz yemek yediler ama yorgunluktan yiyemediler. Suları da çok az kalmıştı. Susarız diye korkuyorlardı. Fazla oturmadılar, azıklarının kalanını dürüp yolu ele aldılar. En alt uca varmadan birde sağa ayrılan araba yolu vardı. Meydan sağa doğru genişliyordu.
Bir kilometreden fazla uzunluktaki bu yerin alt ucunda da araba yolu vardı. Sola giden yol pek belli değildi ama Helim bilgiçlik yapıp sola doğru yönü çevirdi. Hayal meyal belli yol iki üç çukur aşınca kayboldu. Devam ettiler “Maha taşı” mevkiini gördüler. Oturup biraz dinlendiler. Birkaç daha tepe aşınca “şu boğazdan inelim” diye karar aldılar. Veli halen hangi mevkide olduklarını bilemiyordu, unutmuş olmalı ki bulunduğu yerlerde çok inek gütmüştü.
Buralara keçiler gelmiş olmalı ki küçük tarakalara rastladılar. Yan yan inmeye başladılar. Dik inmeleri mümkün değildi. Kayıpta düşebilirlerdi. “Allah korusun bir sakatlık olmadan inebilsek” diye bazen içlerinden dua ediyorlardı. Yamacın tam ortasına gelince biraz dinlendiler. Armut alanına ineceklerini hesap ediyorlardı. Biraz daha yürüyünce hiç yeşilliği kalmamış, sapsarı kesilmiş, yer yer dereler oluşmuş bir meydanlık gördüler. Çeşitli yorumlar yaptılar. Az daha inince buranın Kızıl alan olduğunu bildiler. Hepside hayal kırıklığına uğradılar. Çünkü inecekleri yer arabaya hayli uzaktı. Zamanları yoktu ve çok yorgundular.
Suları çekilmiş kuyular vardı. Veli bu kuyulardan inek ve dana sulamak için kovayla çok su çekmişti. Kuyuların betonları üzerinde inek beklerken çok beş taş oynamıştı. Keçi sulayan bir çoban gördüler. Sudan içmeye cesaret edemeden indikleri araba yolundan tahmini dört kilometre uzaklıktaki sabah bıraktıkları arabalarının yanına yürümeye devam ettiler. Fakat susuzluktan telesimişlerdi ve yol ağırlaşmaya başlamıştı. Veli’nin beş litre olan suyu bile birkaç yudum kalmıştı. Kızıl alan Veli’nin çocukluğunun geçtiği yerdi. O bölgenin her yanında dana ve inek gütmüş, kuş yuvası ve meşe çekirdeği aramıştı. Bir çok çocukluk hatırası vardı. Dana gütmeyeceğim diye ortaokula gittiği günler gözünün önüne geldi. Her tarafını karış, karış bilirdi, tekrar hatırladı ve “ah ah” diye göğüs geçirdi. Kuru çökelikli çomaç yiyerek ömür geçirdiği yerlerdi. Kuyuların üst tarafındaki üçayak şeklindeki üç pelitleri sağ gördüğüne sevindi. Çadır kurdukları yer biraz aşıttı. Göremedi ama oraları etraflıca seyretti. Kuyulara yakın iki yaşlı dağ armudu ağacı vardı, hayli dallarının kırılmış olduğu fark etti, üzüldü. Çünkü armutları indirmek için çok fıtramak atmıştı ağaçların başına. İki kardeşinin de yattığı kuyulara yakın mezarlığa bir fatiha ve üç ihlâs okumayı da ihmal etmedi. Eskiden on, on beş çadırın olduğu Kızılalan da sadece iki çadır görebildiler.
Yavaş, yavaş Tepe dibine geldiler. Yaylada çadırı olan Ahmet’i gördüler. Ahmet “çadıra gidip neden çay içmediklerini” sordu. “Zaman yok” dediler. Biraz oturup sohbet ettiler. Helim’le Şevket genç olmalarına rağmen hayli yorulmuşlardı. Veli’nin de dizlerinin bağı çözülmüştü ama acizlenmek fayda getirmeyeceği için çaktırmıyordu. Veli ömründe bu kadar uzun yürüyüş yapmamıştı. Kalan ömründe de yapması mümkün değildi. Gezi yapsa bile yanındakilere uymamaya karar vermişti. “Keşke onlara uymasaydım” diye de içinden geçirdi. Hatta Veli’nin direncine hayran kalan Helim birkaç defa Veli’nin yorulmadığını görünce “kaç yaşında olduğunu” iki kez sordu. Veli de “altı aydır ısırgan otu içtiğini, sağlığının onunla düzeldiğini” ve “yaşını tam bilmediğini, filanın düğünü olarak bildiğini” söyledi. Bronşitten çok çektiğini anlattı. Az dinlenip birer yudum su içerek Ahmet’le vedalaşıp kalktılar. Akbahçe köyünden Kızıl alana kadar devlet gayet güzel orman yolu yapmış. “İnşallah ölmeden tekrar geliriz ama buraya kadar arabayla gelmeli” diyerek yola koyuldular.
Armut alanına gelince çam ağaçlarında kesim yapıldığını gördüler. 1979 baharında Veli’de köylülerle birlikte aynı bölgede kesim yapmışlardı. O kesim yapılırken Selahattin adında birinin kesilen çamın altında kalarak yaralandığını, kesim yapanlar tek yöne çağırsaydı yaralanmayacağını arkadaşlarına anlattı. Önlerinden bir kadın on beş kadar inek sürerek geldi. Az sonrada Şevket in ikinci grup arılarının yanına vardılar. Veli oturup dinlendi. Karşısında eskiden virajlı yapılmış yolun düzeltildiğini görünce “keşke önce böyle yapılsaydı, devlet zarar etmiş” dedi. Bir kilometre kadar zorlukla yürüyüp arabaya vardılar. Arabaya sabah koydukları sudan doyuncaya kadar içtiler. Şevket bir sigara yakıp yolda görüştükleri Ahmet’in arılarını seyrettiler. Şevket sabah çık tıkları yokuşa dönüp baktı. “Ya bizde tırnak ucuna sürecek kadar bile akıl yokmuş. Biz bu dik yokuşu nasıl çıktık” dedi ve şaşkınlığından güldü. Arkadaşları da “hep senin merakını gidermek için o yokuşu yedik” dediler.
Akşam namazına az kalmıştı. Yola çıktılar ve sabah baktıkları Şevketin arılarının yanına geldiler. Arılarının suyunu değiştirdiler. Akşam namazıyla bile Akbahçe köyünün yolunu tuttular. Helâlleşip, vedalaşarak her kes yattığı yeri beğenecek şekilde çok yorgun vaziyette ayrıldılar. Bu yorgunluğu bir haftada zor atarlardı. Nerdeyse kemikleri birbirinden ayrılmış gibi yorulmuşlardı.
– 15/08/2007 Isparta -Eğirdir
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.