- 1256 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
558. YIL DÖNÜMÜNDE FETİH OLAYI VE FATİH
Türk ve dünya tarihinin seyrini değiştiren hadise, bundan tam 558 yıl önce İstanbul’un fethiyle gerçekleşmişti. Fatih Sultan Mehmet’in 1451’de tahta tekrar oturmasıyla, devlet otoritesini elinde tutan alimlerden mürekkep bir kadroyu hazır bulması, belki de en O’nun en büyük şansı sayılabilirdi. Zira bu kadro, ne dünyanın varlığından şad, ne de yokluğundan nâşad idi.
Cihan hakimiyetine giden yolda belki de en önemli rolü oynayacak olan Genç Sultan, devrin en meşhur alimleri, Akşemseddin, Molla Güranî, Molla Hüsrev, İbni Temcid, Hoca Yusuf Sinan Paşa, Hasan Çelebi ve Abdülkadir-i Hamid-i gibi dinî ve müsbet ilimlerde isim yapmış alimlerin elinde yetişti. II. Mehmet, öyle bir ilim, irfan, ahlâk ve faziletle techiz edilmişti ki, hem yiğit bir kumandan, hem de bilge ve idealist bir hükümdar olmuştu. Çocukluk yaşındaki saltanat denemeleri de onun için en büyük tecrübe niteliği taşımaktaydı. Artık o, otuz yıl boyunca başlıya baş eğdirip, dizliye diz çöktürecek ve Türk azametinin altın çağını başlatan bir cihan imparatoru olacaktı.
Fatih’in tahta çıkışı ve iki yıl sonra da İstanbul’u fethetmesi, tarihçilerce Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemini tamamladığı ve yükselme dönemine geçtiği şeklinde değerlendirilmektedir.
Bizim tarihimizde, Anadolu’nun kapılarını müslüman Türklere açan Malazgirt zaferi ve hiç bir kuvvetin Türkleri Anadolu’dan atamayacağını belgeleyen Miryakefalon savaşı gibi önemli dönüm noktaları vardır. İstanbul’un fethi de, bu önemli dönüm noktalarından birisi, belki de en önemlisi olduğu için; fetih olayını biraz daha geniş açıdan ele alıp işlemekte yarar vardır.
İSTANBUL’UN FETHİ
Yıldırım, 1397’de “Güzelce Hisar” diye anılan Anadolu hisarını yaptırmış, Fatih de bu hisarın tam karşısına Rumeli Hisarı’nı yapmaya karar vermişti. Ancak Bizans, bu niyeti öğrenince büyük endişeye kapılacaktır. Ard ardagelen elçilere Fatih: “ Gidiniz, efendinize söyleyiniz ki, şimdiki Osmanlı padişahı, kendinden öncekilere hiç benzemez. Şimdi benim iktidarımın eriştiği yerlere, imparatorunuzun hayalleri bile yetişemez”diyecektir.
Batılı tarihçi A.de Lamartin’in dahi: “Avrupa toprakları üzerinde, İslâmiyetin damgası basılmış oluyordu. Harabelerinin görünüşü bile gezenleri dehşete düşürecek tarzda olan kale...” diye tasvir ettiği Rumeli Hisarı tamamlanıca boğaz tam kontrol altına alınıyordu.
Fatih Edirne’de çok geniş bir istişare meclisi toplayacak ve şöyle diyecektir: “Dünya devleti ebedi değildir. Fani cihanda hiç kimse ölümsüz değildir. İnsanın dünyada nefesleri sayılıdır. Şu fani âlemde ashab, ömürlerinin sonuna kadar cihat ve gazayı fırsat bildiler ve dakika boşa geçirmediler. Ruhum bedenden uçuncaya kadar gücümü “İ’lay-ı kelimetullah ve ihyay-ı sünnet-i Rasûlullaha (Allah’ın adını yüceltmek ve Rasûlünün sünnetini diriltmeye)” sarfedeyim ki, dünyada iyi hatıra, ahirette de ecr-i cezil meydana gelsin.
Biliyorsunuz ki, tarihlerde meşhur Bağ-ı İremin kendisinden bir köşe sayılacağı belde-i tayyibe vardır ki, adı Konstantiniyyedir. Böyle değerli bir yerin benim ülkemin ortasında vilayetimin arasında bulunup da asiler durağı, bâğîler yatağı olarak kalması uygun düşmez. Sözün kısası, Kostantiniyye’ye sefer açmaya niyet etmiş bulunmaktayım.”
Böylece Fatih, çevresindekileri manen, maddeten ve fikren fethe hazırlıyor, fethi en önemli iş olarak gösteriyordu.
Genç hükümdar hem devletinin bağrına saplanmış hançeri çıkarmak, hem de Allah Rasûlünün müjdesine bir an önce nail olmak için sabırsızlanıyordu. Bu amaçla Edirne’de dev topların dökümü de tamamlanmıştı. Fatih, bu iş için kendisini adamıştı. Ortaya çıkan şartlar da, bu işe uygun görünmekteydi.
Tam bu esnada Bizans’ın gündemini: “Ekmek, mayalı hamurdan mı yoksa mayasız hamurdan mı yapılmalıdır?” sorusu ve bu sorunun getirdiği tartışma teşkil etmekteydi. Halk ise: “İstanbul sokaklarında kardinal külahı görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz.” Düşüncesindeydi.
6 Nisan 1453 cuma günü İstanbul’un kuşatılması başlamış ve haftalar boyu devam ediyordu. Gece gündüz harita başından ayrılmayan Fatih’in gözlerine uyku girmiyor ve yeni yeni harp taktikleri geliştiriyordu. Bu arada bir gecede 72 parça gemiyi Kasımpaşa sırtlarından karadan yürütürek Haliç’e indirdi. Ertesi gece de yanyana beş askerin geçebileceği ve topların yürütülebileceği sağlamlıkta binden fazla fıçı ve sandalla Haliç üzerine bir köprü kurmuştu. O günün teknik imkanlarıyla bir gecede gerek gemilerin karadan yürütülmesi, gerekse bu muazzam köprünün kurulması akıllara şaşkınlık verecek boyutta askeri bir başarıdır.
Bu keyfiyet, dünya harp tarihiyle alay etmek gibi bir şeydi. Zira tarih böyle bir savaş taktiğini o güne kadar ne görmüş ve ne de duymuştu. Tarihçi Barbara ise:“İstanbul halkının tamamının bir ayda yapamayacağını Türk ordusu bir gecede yapmayı başarmıştı...” demektedir.
Yahya Kemal’i heyecana getirerek:“Vur pençe-i âlideki şemşir aşkına” dedirten asker coşmuş, bir volkan gibi ateş kusan topları durmadan ateşliyordu. Atılan toplar surları paramparça ediyor ve zelzeleler yaşatıyordu.
28 Mayıs gecesi fethin manevi mimarı Akşemseddin ise Sultan’a şu müjdeyi veriyordu:
“Yarın sabah şu kapıdan hisara yürüyüş ola,İzn-i Hüda ile dahi feth nasip ve müyesser ola
Ezan sesi ile surun içi dola, Gaziler sabah namazını hisar içinde kıla.”
Solakzadenin ifadesine göre: “Gaziler zincirden boşalan arslanlar gibi top-tüfeğe bakmadan meydana girdiler.” Ve nihayet beklenen an gelmiş ve Ulubatlı Hasan Topkapı surlarına bayrağı dikmiş ve dalgalandırmıştı. Muzaffer kumandan Sultan Fatih, surlarda dalgalanan Türk bayrağını görünce atından inecek ve alnını secde-i Rahmana koyup, Peygamberin müjdesine nail olduğu için fethi müyesser kılan Cenab-ı Hakka hamd ve şükredecektir.
Asırların büyük rüyası gerçekleştirilmiş ve İstanbul fethedilmişti. Kainatın Efendisinin ifadesiyle Fatih, ne güzel kumandan, askerleri de ne güzel asker olmuştu. Bundan daha büyük bir mutluluk düşünülebilir miydi?
İstanbul’un fethiyle Fatih, en büyük idealini gerçekleştirmiştir. Bundan sonra Avrupa’da Türk hakimiyetini sağlamlaştırma ve genişletme siyasetine ağırlık verecektir.
FETHİN TÜRK VE DÜNYA TARİHİ AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ
İstanbul’un fethi, sadece Türk-İslâm dünyasında değil, tüm dünyada sonuçları itibarıyla büyük yankılar uyandırmıştır. Öncelikle Türk-İslâm dünyasındaki yankılara baktığımız zaman görürüz ki; bu fetih tarih boyunca Türk milletine nasip olmuş en büyük şereftir. Çünkü olayın çağlara damgasını vuracak çok önemli bir boyutu vardır. Zira İstanbul’u fethetmek bütün İslamlar için en yüce bir idealdi.
Sevgili Peygamberimiz de fethi gerçekleştirecek orduyu müjdelemişti. Bu yüzden bunu gerçekleştirmeyi her müslüman cana minnet bilmekteydi. Önce Emeviler, daha sonra da Abbasiler İstanbul’u kuşattılarsa da bir sonuç elde edememişlerdi.
Bir yandan Mısır Memlüklü Devleti’nde bayram havası eserken, öte yandan Güney Hindistan’da Behmeni Sultanlığı elçiler yollayarak Fatih’e tebriklerini bildirmekteydi. Abbasi halifesi ise Türk şehitlerinin ruhuna Kur’ân ziyafeti çekiyordu. İstanbul’da da başta gaziler olmak üzere günlerce süren zafer şenlikleri yapılmakta ve halk bayram sevinci yaşamaktaydı. Büyük tarihçi Hoca Sadettin Efendi: “Çan sesleri sustu, yerini tekbir sesleri aldı.” İfadesinde bulunuyor. Prof. Osman Turan da, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi adlı eserinde diyor ki: “Nihayet bu büyük fetih II. Sultan Mehmet’e nasip olmuş ve Fatih “Müjdelenen kumandan”, askerleri de “Müjdelenen askerler” olmak şerefine kavuşmuştur.” Böylesi bir şeref şahikasında taçlananların bayram yapmaları en tabii haklarıdır.
“Fatih İstanbul’u fethedip büyük zaferi kazandıktan sonra, diğer hükümdarlar gibi acaba niçin mağrur olmadı?” sualine N. Sami Banarlı şöyle bir tesbitle cevap verir: “Tereddütsüz söylenebilir ki, misafir olduğu odasının rafında bir Kur’ân bulunduğu için gece sabaha kadar ayakta bekleyen Osman Bey’in torunu bu vicdan terbiyesini o asırlardaki Türk ruhunu yine asırlarca beslemiş böyle manevi bir kaynaktan almıştı.”
Fethin gerçekleşmesinden sonra Türk tarihinin olduğu gibi, dünya tarihinin seyri de değişmiştir. Özellikle Avrupa’nın tutumu kelimenin tam anlamıyla güçsüzlüğe işaret etmektedir.
Alman İmparatoru III. Friedrich papaya yazdığı bir mektupta şöyle diyor: “Mehmet çoktandır aramızda hükümferma bulunuyor. Türk kılıcı çoktan beri başımızın üzerinde asılıdır. Karadeniz çoktan bize kapalı ve Romanya çoktan Türklerin hakimiyetindedir. Oradan Macaristanı ve sonra Almanya’yı ele geçirecekler. İngiltere ve Fransa kralları birbirlerine karşı silaha sarıldılar. İspanya nadir anlardaki huzura kavuşuyor. İtalya ise asla sulha kavuşamayacaktır.” Alman imparatorunun bu mektubundan Avrupa’nın siyasi yapısını ve perişan halini görmekteyiz.
İstanbul’un fethi sırasında dünyanın toplam nüfusu 400 milyon civarındadır. Yılmaz Öztuna’nın ifadesine göre bu nüfusun 275 milyonu Asya da, 70 milyonu Afrika’da yaşamaktaydı.
Fetih’ten sonra Avrupa Türklere karşı bazı tedbirlere başvurduysa da hiç bir netice alamadı. Papa’nın haçlı seferi düzenleme çabaları da bir işe yaramadı. Aslında aşırı bir Türk düşmanı olan tarihçi G. Sclumberger der ki: “Türkler tarafından İstanbul’un fethi, cihan tarihinin en büyük hadiselerinden birini teşkil etmiştir. Bu fethin, Avrupa’nın mukadderatı üzerindeki tesiri, büyük olmuştur. Doğu Avrupa’da Türklere, asırlar boyunca üstünlük temin etmiştir... Bu hadise hemen hemen tarihin akışını değiştirmiştir. “Yine bir tarihçi olan Franz Babinger de: “Cihan tarihinde bir dönüm noktası meydana getirecek olan bu saatin tesiri her yerde hissedildi. Batıda bu hadisenin yarattığı muazzam akis herkesi, İstanbul’un memleketler değer bir belde olduğuna inandırdı.” demektedir.
Şehirleri çevreleyen surların top gülleleriyle yıkılabileceği anlaşılmış ve bu sayede krallar, Avrupadaki derebeylik düzenine son vermişlerdi. İpek ve Baharat yolunun Türklerin eline geçmesiyle, Avrupa’lı denizciler başka deniz yolları aramaya başladılar. Böylece coğrafi keşifler ortaya çıktı ki bu durum Avrupa’nın daha sonraları maküs talihini yenmesine vesile olacaktır. Zira artık Rönesans ve Reform hareketleriyle, ilimde, inançta, teknikte, edebiyat ve sanatta Avrupa’nın önü açılacak, sanayi inkılabıyla da hızlanıp güçlenecektir. Avrupalı bilim adamlarının pek çoğu, Rönesansın Fatih’in İstanbul’u ilk fethiyle başladığına, Fatih, II. Beyazıt ve Yavuz’un toleransı sayesinde amacına ulaştığına inanmaktadır.
Tarihçi Hammer: “Bizans İmparatorluğunun düşmesi bin yıllık bir mevcudiyetten sonra taht şehri İstanbul’un Türklerin eline geçmesi, Avrupa milletleri için bir mücadele devresi açmıştır. Bu mücadele Avrupa için felaketli geçecektir” demektedir.
Tarihçi Yılmaz Öztuna da : “Kimse 21 yaşındaki II. Mehmet’in deha derecesini, asırlardan beri görülmemiş kudrette bir şahsiyet olduğunu kestiremezdi. Kimse büyük topları ve başka görülmemiş silahları tahmin edemezdi. Karadan donanma yürütüleceğini kimsenin aklı kesmezdi” diyerek bu açıdan bakıldığında fethin ihtişamına dikkat çekiyor.
Hangi açıdan ele alınıp değerlendirilirse değerlendirilsin İstanbul’un fethi, dünya tarihine altın harflerle yazılmış emsali bulunmaz bir kahramanlık destanı ve Türklerin en büyük zaferlerinden biridir. Türk tarihinde ve Cihan tarihinde önemli bir dönüm noktası meydana getiren fethi gerçekleştiren kutlu kumandan Fatih’i ve onun müjdeli askerlerini rahmet ve minnetle anıyoruz.
Fetihten sonra Edirne’ye dönen Doğu Roma Fatih’i burada cihan politikasını yeniden gözden geçirip değerlendirdi ve gelecek için planlarını hazırladı.
FATİH DEVRİ İLİM VE FİKİR HAYATINDAN ÇİZGİLER
Cihan hakimiyetine giden yolun nasıl gerçekleştiğini kavrayabilmek için, Fatih’in cihat ve gaza ruhu yanında, ilim ve fikir hayatına verdiği önemi ve bu sahadaki faaliyetlerini analiz edip değerlendirmekte yarar vardır.
Fatih, siyasi ve askeri olduğu kadar ilmi ve fikri dehasıyla da, tam bir Osmanlı rönesansı ortaya çıkarmıştır. Onun silahından ziyade, bu entellektüel girişimciliğinden ürken Avrupa, onu engellemek için her türlü yola başvurmuştur. Halbuki, o cehalet ve koyu taassup üzerine açtığı savaşta, ilim ve fikir adamlarıyla san’atkarlardan oluşturduğu ordunun başına serdar olup, maddi fethi, mana fethiyle takviye etmek istiyordu. Şayet Fatih’in açtığı, bu çığır, aynı dinamizmle ve istikrarla devam ettirilebilseydi, bugünkü dünya başka bir dünya olacaktı.
Osmanlı’da kalemiyye sınıfı bürokratik kesimi ifade ederken, ilmiyye sınıfı da, eğitim, adalet ve diyanet işlerini yürütürdü ki, yüksek okul diploması olmayanların giremeyeceği ikinci sınıfın değeri, birincisinden kat kat üstündü.
Kılıcıyla olduğu kadar, kalemiyle de çığır açan Fatih, ilme aşık bir hükümdardı. Zamanında ilim, kültür, san’at ve fikir hayatını sadece teşvik edip, himaye etmekle kalmamış kendisi de bizzat bu çalışmaların içinde yerini almıştır. O devirde İstanbul, dünyanın en önemli ilim ve kültür merkezi olmuştu. Tarihçi Cevdet Paşa: “Fatih ilme önem verdiği için, memleket şarktan, garptan gelen ilim adamlarıyla dolmuştu” demektedir.
Fatih Camii çevresine, kendi yaptırdığı Sahn-ı Seman (sekiz fakülte) Medresesinde kendisine de bir oda ayrılması için müracaat etmiştir. Ancak yönetim tarafından öğrenci ve hoca olmadığı gerekçesiyle kabul edilmemiştir. Padişah olmanın, ilim yuvasında bir odaya sahip olmak için yetmediği, ancak kurulacak ilmi bir kurul tarafından yapılacak imtihanı kazandığı takdirde bir odaya kavuşabileceği Sultan Fatih’e bildirilmiştir. Bu durumdan rahatsız olmak bir yana, fevkalade memnun olan Fatih’in kendisine güveni tamdı. Bizanslı tarihçilerin ifadesine göre Fatih, Arapça ve Farsça’dan başka İbranice, Keldanice, Yunanca, İslavca ve Latince olmak üzere yedi dil biliyordu. Bu sebepledir ki, ulemanın imtihan şartını tereddütsüz kabul etmiş ve imtihan komisyonundaki müderrisler karşısında ter dökerek kazandığı imtihanın neticesinde, medresede ancak bir odaya sahip olabilmiştir.
O, gaza yolunda kılıç kuşanıp harp meydanlarında gösterdiği yiğitliği, sahip olduğu ilim, irfan, ahlak, fazilet ve fikir zenginliğiyle sentez ederek aksiyon haline getirmiş bir hamle adamıydı.
Babası II. Murat’ın her hafta iki kez tanınmış alim ve şairleri sarayında topladığı gibi, şehzadeliği döneminde ulema muhiti tarafından bütün ünitelerin seferber edilmesiyle yetiştirilen Fatih de, aynı yolu daha dikkatli bir şekilde takip ediyordu. O, çocukluk ve gençlik çağında geniş bir akademik hava teneffüs ettiğinden ve ilmin her sahasında üstün bir donanım kazanmasından dolayıdır ki, din ve mezhep farkı gözetmeksizin tüm bilginlere bir kadirşinaslık ve himaye göstermiş, şark’ın ve garb’ın en büyük alimlerini bir araya getirip ilmi ve felsefi sohbetler yaptırmış ve böylelikle Türk ve İslâm kültürüyle Batı kültürünün sentezini amaçlamıştır. İşte kendisini aşma başarısını gösteren bu dahi insan, milli kültürün genişlemesi neticesinde, zengin bir kültür şahikasına ulaşmayı hedeflemekteydi.
Sık sık yapılan bu sohbetlerin birisinde tevhid’e dair bir konu açılmıştı. O devrin en ünlü alimlerinden Molla Zeyrek’le Hocazade, Fatih’in huzurunda bu konuyu tam yedi gün boyunca tartıştıklarını tarihi kayıtlardan öğreniyoruz.
Molla Gürani, Bursa kadısıyken, Padişah tarafından kendisine gönderilen bir fermanı, “İslâm hukukuna uymadığı” gerekçesiyle kabul etmemiş, Fatih de buna itiraz etmemiştir. Aynı alimin Fatih’in huzurunda eğilmediğini sadece selam verip el sıkıştığını, batılı tarihçi Hammer ifade etmektedir. Fatih uleması ilmin izzetini her şartta korumuştur.
Tanınmış bir matematik bilgini olan Sinan Paşa Padişahın hışmına uğrayıp hapsedildiğinde, alimler derhal tepkilerini göstermişler ve: “Hoca Sinan serbest bırakılmadığı takdirde, bütün eserlerini yakacaklarını, ardından da İstanbul’u terkedeceklerini Fatih’e bildirmişlerdir. Bu olay üzerine Sinan Paşa derhal serbest bırakılmış ve ulemanın bu eyleminden dolayı da hiç kimse bir takibata uğramamıştır.
Fatih’in huzurunda sadrazamlar, vezirler ve bütün devlet erkanı ayakta dururken, alimler ve hocaların oturması, hükümdarın ilme ve alime saygısını göstermez mi? Prof. Süheyl Ünver: “Fatih’in huzurunda ilmî mübahese ve münakaşalar ki, bunlar adeta birer Kollegium ve Simpozyum mahiyetindedir. Bu ilim meclislerinde, hükümdar asla müdahale etmemiş, tamamen tarafsız kalmıştır. Fatih’in görüşlerine aykırı görüşler söyleyen alimler çok görülmüş ve onlar ilmî istiklallerini ne bahasına olursa olsun koruyarak münazaradan ayrılmamışlardır” tesbitini yapmaktadır.
Onsekizinci yüzyıl Türk ressamı Levnî, Fatih devrinin ilim hayatını çok iyi bildiği için, belki de derin bir özlem duyduğu için o devri minyatüründe, bir müderrisin (Profesör) omuzlar üzerinde bir tahtırevanla evinden medreseye götürülüşünü canlandırmıştır. Gerçekten de mesela, Fatih’in, hürmeten ayağa kalktığı ve “Zamanımın İmam-ı Azamı” dediği Ayasofya müderrislerinden Molla Hüsrev, evinden medreseye törenle getirilip götürülürdü. Talebeleri tarafından evinden alınarak atla medreseye getirilir, ders bittikten sonra da aynı minval üzere evine götürülürdü. Bu merasim, halk tarafından büyük bir hayranlıkla seyredilirdi.
1
Timur’un torunu olan Uluğ Bey’in Semerkand medresesinde müdür iken, Uluğ Bey’in ölümü ve Fatih’in çağrısı üzerine, yüz kişilik maiyetiyle birlikte İstanbul’a gelen büyük bilgin Ali Kuşçu’ya o gün çok büyük bir meblağ olan her gün bin akçe yolluk ödenmiştir. Bu, dünyaca meşhur astronomi ve matematik alimine Ayasofya müderrisliğindeki hizmetine karşılık günde ikiyüz akçe ödenmekteydi. İstanbul üniversitesi önüne bir kum saati yapan ve matematikle astronomiye dair iki eser yazıp Fatih’e takdim eden Ali Kuşçu, binlerce talebe yetiştirmiş ve memlekete büyük hizmetleri dokunmuştur.
Fatih’in ilme ve fikir hayatına büyük önem vermesi, her yerde konuşulur olmuştu. Bundan dolayı Sultan’a derin bir sevgi ve muhabbet besleyen Doğunun büyük alimi Molla Cami-ki Hükümdar Hüseyin Baykara onun atının dizginlerini tutmaktan şeref duyar, ilim sahibi vezir Ali Şir Nevai etrafında pervane olurdu. İstanbul’a gelmek için yollara düşmüş, ancak Konya’ya geldiğinde Fatih’in ölüm haberini alınca, üzgün bir vaziyette ülkesine geri dönmüştür.
Venedikli ünlü ressam Bellini’yi İstanbul’a davet edip iki portresini yaptıran Fatih’in, san’ata da büyük önem verdiği anlaşılmaktadır. İtalyan ressama değer verip İstanbul’da misafir etmesi, ülkesine dönerken de Venedik senatosuna hitaben yazdığı mektubu san’atçı ile göndermesi, ülkesinde Bellini’nin daha büyük şöhret olmasına yol açtığı gibi, Venedik senatosu da mektuptan büyük şeref duyacaktır.
Paul Wittek Fatih’e hayranlığını ve Türklerin san’at ve mimarî zarifliğe düşkünlüğünü şu satırlarla dile getirir: “Ayasofya’nın muhteşem kilisesinin muhafazasını, asırlar görmüş yapının zamanın tahribatına karşı müdafaasını, sırf Türklerin sahip olduğu teknik maharete ve iktisadi kaynaklara borçlu olduğumuzu itiraf edelim. Muzaffer Türkler, İslâm dünyasında kemalini bulan yüksek medeniyete tamamen sahiptiler ve Fatih’ten sonra bu medeniyet için, yepyeni bir hamle ve devir başlattılar. Sultan Mehmet, kendisi de azamet ve ihtişamda Ayasofya ile rekabet eden yeni bir cami ve etrafında 8 medreresi, hastahaneleri ve kütüphanesi ile yeni bir külliye, çok geçmeden de bütün İslâm aleminden alimleri çeken bir üniversite inşa ettirdi... Bu yeniden ihya edilen şehir, Türkler’in bu muhteşem İstanbul’u, Asya’nın ve Avrupa’nın mukadderatına şekil verdi.”
İstanbul’daki mevcut ulemadan bir kadroyu seferlere de götüren Fatih, savaştan fırsat buldukça dağlarda, ovalarda ve sahralarda kurulan çadırlarda ilmi sohbetler yapıyordu. J. Von Hammer’in de belirttiği gibi, Fatih Sultan Mehmet şiirlerini Avnî mahlası ile yazmıştır. Şair Fatih’in bu şiirleri bir divan teşkil edecek kadar çoktur. Bu devir şairlerinden devletten aylık alanların sayısı otuzu bulmaktaydı.
İşte Fatih’in ilim anlayışı ve fikir hayatına bakışı böyle geniş bir perspektife dayanıyordu.
FATİH’İN ŞAHSİYETİ VE İDEALİ
Tamamen bir kahramanlar tarihi diyebileceğimiz Türk tarihinde, Fatih Sultan Mehmet’in yeri ve önemi tartışmasız çok büyüktür. Hatta sadece Türk tarihinde değil, dünya tarihinde de önemli bir yere sahiptir.
Cihan tarihinde yeni bir çağ açma şerefiyle müşerref olan Sultan Fatih, yiğit ve cesur bir kumandan, büyük bir diplomat, dâhî bir mucit ve bilge bir hükümdardır.
Fatih 1461’de Trabzon’un fethine giderken geçit vermez dağları nice güçlüklere katlanarak aştı. Bunu gören Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın annesi Sare Hatun: “Padişahım, bunca zahmet bir kale için değer mi?” deyince, Fatih’in verdiği cevap onun idealinin en güzel resmidir! Maksadımız kale fethetmek değildir. Bu zahmet din yolundadır. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsek bize gazi demek yalan olur.”
Alman Tarihçi Deismann Fatih için der ki: “Fatih, dünya tarihinde birer dönüm noktası yarattıktan sonra, doğu ve Batı’nın kapısında durarak, bu iki alemin kültürünü nefsinde toplayan bir insandır.” Yedi yabancı dil bildiği gibi, başta Akşemseddin hazretleri ve Molla Gürani olmak üzere, pek çok hocadan ders almış ve ilim ve fazilet sahibi bir insan olarak yetişmişti. Zorzo Dolfin Onu şöyle tarif eder: “... Çok cömerttir. Fakat projelerinde çok inatçı ve her işte fevkalade atılgan ve cü’retkardır. Büyük İskender gibi şan-u şerefe doymak bilmez. İşlek zekalıdır. Kesin konuşur. Kimseden çekinmez. Zevk ve sefadan uzaktır. Her gün bir müddet okur. Avrupadaki bütün hükümetleri tanır. Büyük bir Avrupa haritasını yanından eksik etmez.”
Taşköprülüzade’nin ifadesine göre Fatih: “Cihan Sultanlarının mümtazı, cihat meydanlarının aslanıdır. Hayrı bol, ilmi çok, adaleti tam idi. Dindarlıkta kemal mertebesinde olup, alimler fazıllar onun devrinde bollaştı. Kendisi de âlimdi, şairdi, ehl-i marifettendi.”
İmtisal-i cahidu fi’llah oluptur niyetim,Din-i İslâmın müceret gayretidir gayretim
Ey Muhammed mu’cizatı Ahmet-i Muhtar ile, Umarım galip ola a’da-yı dine devletim.
Mısralarının sahibi ve “Avni” mahlaslı şair Fatih, İstanbul surlarından sancağının dalgalandığını görünce secdeye kapanıp: “Ey yüce Allah’ım sana hamd-ü senalar olsun.Beni Yüce Peygamberimizin övgüsüne mazhar kıldın.” diye gözyaşı döken bir abitti.
Dr. Selahaddin Tansel, “Fatih Sultan Mehmet’in Siyasi ve Askeri Faaliyeti” adlı eserinde der ki: “... Fatih’in o zamanki devlet adamlarıyla değil bugünkülerle bile kıyaslanmayacak kadar insani bir duyguya sahip olduğu görülmektedir. Kendisine elli küsur gün mukavemet eden, bir çok Müslümanın şehit edilmesine sebep olan İstanbul şehri ve onun sakinleri hakkında gösterdiği merhamet, aklın alamayacağı kadar geniş bir şeydir. “Verdiği kararları en yakınlarından dahi gizleyen ve sonuna kadar uygulayan Fatih, İstanbul’u kuşatma esnasında atını köpüren deniz sularına sürmesine bakılırsa, onun azminin boyutu anlaşılabilir.
Dünyanın ekolojik dengesinin bozulması ve insan sağlığını tehdit edecek boyutlara ulaşmasıyla, çevreyle ilgilenen kişi ve kuruluşlar ancak XX. yüzyılın son yıllarında ortaya çıktığı ve erozyonla mücadele çalışmalarının yeni başlatıldığı halde, bundan 5,5 asır önce, yani 15. asır ortalarında Fatih en büyük bir çevreciydi. Çünkü O, “Yaş kesenin başını keserim” diyordu. Erozyonla da mücadele etmekteydi. Nitekim Hüseyin Algül, İstanbul’un Fethi ve Fatih adlı eserinde Süheyl Ünver’in, Fatih Devri Hamlelerine Umumi Bakış eserini kaynak göstererek şu bilgiyi veriyor: “Fatih Sultan Mehmet, Haliç’in tepelerden gelecek toprak aşınmalarıyla dolmaması için bazı tedbirler düşünmüştü. Bu tedbirlerden biri Haliç sırtlarında tırnaklı hayvanların otlatılmasının yasaklanması idi. Zira tırnaklı hayvanlar kütleler halinde geçtikleri yerin toprağını yumuşatırlar. Böylece yumuşayan kısımlar yağmur ve rüzgarla kolayca akıp giderek Haliç’e ulaşabilirdi. Ayrıca Fatih, Haliç tepelerine ayrık otu diktirmiştir. Zira ayrık kökleri toprağın içine sağlam bir şekilde dal budak salmakta ve toprağın akıp gitmesine mani olmaktadır. Bu tedbirlerden birinin de Kağıthane sırtlarının ağaçlandırılması olduğu düşünülebilir.”
Fatih en büyük ideailini fetihle gerçekleştirmiştir. Ancak O biliyordu ki, Avrupa İstanbul’un düşmesini hiç bir zaman içine sindiremeyecekti. Bu yüzden derhal karşı tedbirlerini ivedilikle aldı. Artık onun başlıca hedefi şuydu: Tuna’nın güneyinden Fırat-Toroslar hattına kadar olan alanı sınırları içine almak. Ege ve Karadeniz’i bir iç denizi haline getirmek. Daha sonra da İtalya’yı fethedip Hristiyanlığın temsilcisi, Mısır Memlüklü Devletine de son verip Müslümanlığın temsilcisi sıfatıyla, İstanbul merkezli kurduğu Dünya İmparatorluğunun lideri olmaktı. Fakat Fatih’in bu idealini ve planını sezmiş olmalılar ki, başta Avrupa olmak üzere, komşu Müslüman devletler de ona karşı bir koalisyon kurmuşlardı. Bu yüzden tam 20 devletle 16 yıl boyunca tek başına aynı anda savaşan Fatih, Osmanlı Türkiyesini zaferden zafere ulaştırmış ve Cihan İmparatorluğunun temellerini atmıştır. Her ne kadar sağlığında doğu ve batıdaki planlarını gerçekleştirmeye ömrü vefa etmediyse de, onun doğu idealini Yavuz, batı idealini de büyük oranda Kanuni gerçekleştirmiştir.
Milli tarihimizin bu fedakar evladı tüm hayatını ülkesinin ve milletinin mutluluğuna adadı. Otuz yıl hükümdarlık yaptıktan sonra, 2 milyon 214 bin km. karelik bir ülke bıraktı. İki imparatorluk yıktı. 15 devlet ve prensliğe son verdi. Bu arada Abdülkadir Dedeoğlunun hazırladığı Osmanlılar Albümü adlı eserde belirtildiği gibi, Venedikliler tarafından tertiplenen 14 suikast-tan kurtuldu. En sonuncusunda ise kurtulamadı. Tarihçi Babingere göre bu suikastçı doktor, aslen Yahudi olan Yakup Paşa ünvanı ile sarayın doktorları arasında bulunuyordu.
Yahya Kemal’in dediği gibi: “Türk’ün cibilli sarayı otağdır. Osmanlı-Türk padişahları önce seyyar idiler. Çocukluklarından ölümlerine kadar at sırtından inecek vakit bulamıyorlardı. İstanbul’un Fatihi (Topkapı Sarayına) arada sırada yol üstü uğrayabiliyor; seyyah gibi bir kaç gün geçirebiliyordu. Bütün ömrünü seferlerde yıprattıktan sonra fethettiği şehrin içinde olsun ölemedi. Gebze’de Sultan Çayırında çadır altında öldü.”
Böylesi yüce ideallerle mücehhez dev tarihi şahsiyetlerimizi yad etmek kadirşinaslığın bir ifadesidir. Fatih’in yüce idealine sahip çıkıp ona layık nesiller yetiştirmek de vefa ilkesinin gereğidir. Fethin 558. Yılında hepsini rahmet ve minnetle anıyoruz.
Geçtiğimiz Cumartesi ve Pazar günleri çoluk çocuk bir İstanbul seyehati yaptık. Haremden Anadolu Kavağına kadar boğazı kare kare gezip inceledik. Yıldırım’ın İstanbul’u fethetmek için yaptırdığı Anadolu Hisarı gölgesinde yaşadık tarihi doyasıya. Fatih’in aynı amaçla yaptırdığı Rumeli Hisarını temaşa ettik dakikalarca. Boğazın o büyüleyici manzarasında attık günlük olayların üzerimizdeki stresini.
Kur’anda “Belde-i Tayyibe” diye zikredilen İstanbul, hakikaten harika bir şehir. İçinde yaşamayı sevmiyorum. O trafik ve yoğunluk stresinden. Ama ona fazla uzaklarda yaşamaya da gönlüm razı gelmiyor. O’nun devasa boyutlardaki sosyal ve kültürel faaliyetlerinden mahrum kalmamak gerek. Kütüphanelerinden, müzelerinden Selatin camilerinden, enbiyasından, evliyasından istifade etmek gerek. Nedim’in bir taşına bütün acem mülkünü feda ettiği, Yahya Kemal’in, sade bir semtini sevmek dahi bir ömre değer dediği ve N. Fazıl’ın : “ Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyâr. Güleni şöyle dursun ağlayanı bahtiyar…” diye tasvir ettiği bu güzel şahirde yaşama lüksünün bize Fatih’lerden armağan olduğunu bilmek gerek.
Pazar sabahı Anadolu yakasından kalkıp sabah namazına Eyüp Sultan’a yetiştik. Aman ya Rabbi! O ne kalabalık, o ne ilgi ve alaka. O ne saadet ve bahtiyarlık. O ne heyecan ve coşku. Cami içinde değil, çevresinde dahi atacak bir adım yok. İnsanlar kadın erkek, çoluk çocuk doldurmuş mabedin her yanını. İmam Efendinin okuyuşu Mekke ve Medine imamlarını aratmıyor. Hele bir de namaz sonunda ve sabahın seherinde topluca yapılan bir uzun bir dua var ki, bir ömre bedel. Görmediyseniz bu manzarayı, yaşamadıysanız bu ulvi güzelliği tavsiye ederim, bir Pazar sabahı Eyüp’te olun. Ardından sıcak çorbanızı içtikten sonra, çıkın Piyer Loti’ye ve seyredin güzel İstanbul’u doya doya. Zaten oldum olası, bu tepeden İstanbul’a bakmaya bayılmışımdır.
Ankara’da Hukuk okuyan oğlum, Ankara’yı sevdi. Ama İstanbul’un sevdasından asla vazgeçmedi. Onun için her fırsatta ve hafta sonları kendini oraya atar. Hani Yahya Kemal’e sorarlarmış: “Ankara’nın nesini seversin?”O’da cevap verirmiş: “İstanbul’a dönüşünü.”
Şöyle Piyer Lotiden, ayrılıp Edirnekapı şehitliğine geldik. 22 bin Çanakkale şehidimizin ve M. Akif gibi nice Allah dostunun medfun bulunduğu şehitliği ziyaret edip dualaramızı ettikten sonra, Rahmetli Özal ve Menderes’i ziyaret ederken, şunu düşündüm. Atatürkten sonra bir asırlık Türk siyasi hayatında acaba bu millet, niye Menderes, Özal, Erdoğan üçlüsünü hafızasına kazımış, gönül köşkü sarayının baş köşesine oturtmuş da, başka ismi telaffuz etmiyor. Zikzak çizmeyen devlet adamı olmak gerek, olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan siyasetçi olmak gerek. Halkın değerleriyla barışık olmak gerek. Dindar geçinip sonra da Senfoni orkestrasında coşup , “İşte çağdaş Türkiye bu” diye milletle alay etmemek gerek.
İstanbul’u gezip de Fatih’i ziyaret etmemek olur mu? Fatih Camiine gelip, Fatih Sultan Mehmed’i de ziyaretle dualarımızı ettik. İstanbul’un Fetih tarihi yaklaşıyor. O halde bu fethi bir kez daha yaşamak amacıyla, Topkapı’ya ulaştık. Öğrencilik yıllarımda çok kullandığım Topkapı’nın Anadolu ve Trakya garajları, artık kültür ve medeniyete ev sahipliği yapmaktalar. Trakya garajının olduğu mekana kurulan dünyanın en iyi müzesi “PANAROMA 1453” ün önündeyiz. Saatler 09’a yaklaşıyor. Ama yüzlerce insan müzeye girmek için kuyrukta bekliyor.Ve nihayet içeri girdiğimizde şaşkınlıktan donup kalıyoruz ve gözlerimize inanamıyoruz. İstanbul’un Fetih anı canlı olarak çıkıyor karşımıza. Üçboyutlu ve bu ölçüde dünyada dizayn edilmiş en büyük müze. Bizans kartalından, Ulubatlı Hasan’a, Grejuva ateşlerinden, cehennem kusan top seslerine, Fatih’in beyaz atı üzerindeki kükreyişinden, Akşemseddin’in dua edişine kadar her şey adeta canlı tasvir edilmiş. Gökyüzündeki Fatih’in süliyetini dahi görmek mümkün. Mehter eşliğinde Osmanlı erlerinin saldırışını, Bizans’ın savunmasını, yıkılan surları, surlardan düşen askerleri aynen izleyebiliyorsunuz. Kısaca İstanbul’un Fethini yaşamak istiyorsanız, mutlaka Panaroma 1453’ü ziyaret etmeniz gerekiyor.
Sohbetimizi Fetih Destanı başlıklı şiirimizin son kıtasıyla bitirelim
Güzel komutan, güzel er beraatın aldın,
Ey Yüce Fatih! Övgü dolu Rasûl sözünden,
Çağlar üstünde cihan tarihine nam saldın,
Rehber kılıp İslâmı, yürüyünce izinden.
Mustafa Turan
Tarihçi-Yazar
Web Sitesi: mustafaturan11.com
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.