- 720 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ALLERJİ
Hava demir gibi. Sabah erken uyandım. Yatağım nispeten sıcak. Yorgandan dışarı değil kafamı, parmağımı çıkarsam soğuktan buz kesip donacak gibi. Kolumdaki saate bir göz atıp zamanı bile öğrenmekten kaçınıyorum. Okulun kapalı olduğu tatil günleri sabah uykusu nedense bu kadar tatlı olmuyor. Necmettin’in tatlı horultularını uzaktan uzaktan duyup ona imrendim.
Ama ne çare... Bugün evde ana da ben, baba da. Çaresiz kalkıp çayı demlemek, kahvaltıyı hazırlamak, öğrencilere okulun anahtarını verip, sobalarını yakıp yakmadıklarını kontrol etmek de benim işim.Yorganımın arasından baktım; Necmettin’de kıpırdama yok. Uyansa da kıpırdamaz hınzır!... Hava demir gibi... Analık sırası da bende. Ama nasıl kalkmalı? Acaba saat kaç? Pek ilerlememiştir herhalde. Hem gecikseydik çocuklar kapıyı çalar, bizi uyandırırlardı. Hayır, hayır!... Daha vardır canım. Kulağım kirişte kıpırdamadan oyalandım. Necmettin üç kat, beş kat battaniye arasında yitiklere karışmış gibi. Nefes alış verişlerini duyuyorum. Kaç gündür nezle. Burnu hırlama sesine benzer bir ses çıkartıyor. Hava çok soğuk. Kat kat yorgan ve battaniyenin, kat kat pijama ve kazakların içinden bunu hissediyorum. Böylesine bir soğuk şimdiye kadar mümkün değil olsun. Evet, evet! Bugün şimdiye kadarkilerin içinde en soğuk gün. Dışarı cam gibidir. Buzdan bir dünyadan nefret ediyorum.
Biraz daha yatmalı. Şöyle tadını çıkarta çıkarta, kıpırdamadan yatmalı. Sonra çaresiz kalkıp çayı dem¬lemek var. Sobaya da akşamdan kalan parçalanmış tezekleri atıp, altına da kuru gevenleri yerleştirdik mi, ateşle, tamam.
Zaman geçiyor. Kulağım kirişte. Kapıyı çalan yok. Demek ki vakit daha erken. Öyle ya da böyle, hiç yoktan birkaç dakikalık daha yatak keyfim olacak.
Kıpırdamaktan çekiniyorum. Şu kaşıntılar da olmasa... Koltuk altlarım, sırtım, göğsüm ve bütün kıl diplerim ölümüne kaşınıyor. Dayanamayıp kaşıyor, kaşıyorum...
Kulağım kirişte. Dışarıdan ses yok. Tüm dünya¬nın dili tutulmuş gibi sessizlik... Biraz daha bekle¬yelim hele... Bizim çocuklar demir gibidir. Öyle soğuk falan vız gelir onlara. Doğu insanının tüm dayanıklılığı, doğa şartlarına uyumu doğarken başlıyor galiba. Beton tabanlı sınıfta bizler tir tir titrerken onlar kendi havalarında dersleriyle ilgileniyorlar. Üşüdüm diyerek halinden şikayet edene rastlamadım. Yalın ayaklar, yoksul giysiler onları bu donduru¬cu soğuklardan ilâhi bir güçle alıyor, bizim ulaşamadığımız sıcak dünyalarda yaşatıyor sanki. Öyle ya bunun başka türlü bir açıklaması olamaz.
Halâ kapıdan ses yok. Öğrencilerin bu kadar gecikmemesi gerekirdi. Saate bakmaya bile üşeniyorum. Merak duygum soğuğa baskın çıkıyor. Gücümü toplayıp yorganı üzerimden hafifçe sıyırıyorum. Sabahın erken saatleri sandığım alacakaranlıkta güç belâ on rakamını okuyorum. İmkânsız!... Evet, evet, saat on olamaz. Günün ışıkları bile cama değmeden...
Soğuğa falan aldırmadan yatağımdan fırlıyorum.
Camlar boydan boya buz tutmuş. Aslında buz da değil. İyice bakıyorum. Kar galiba. Dış kapıya koşuyorum. Anahtarı iki defa çevirdikten sonra itiyorum.Bir kaç santimlik kıpırdamadan sonra daha açılmıyor. Ne kadar yüklensem boş...
Ben demiştim zaten. Bu sabah diğerlerinden farklı. Bu soğuk başka soğuk. Gece sabaha kadar kesilmeyen rüzgârın uğultusu bundanmış meğer. Evimizin dört bir yanının kar altında kalması beni pek ürkütmedi. Yalnız olsaydım ne yapardım bilmem ama, şimdi pek ürkmedim işte. Antalya’daki arkadaş¬larıma anlatsam inanmazlar, uydurduğumu zanneder¬ler. Ama gerçek bu. Erzurum’un kuş uçmaz kervan geçmez bir köyündeyiz ve kapımız penceremiz beyaz ellerce sıkı sıkıya kapatılmış durumda. İşin ilginç yanı zavallı Necmettin olan bitenden habersiz, kim bilir kaçıncı uykusunda.
Sıkıntıdan soğuk soğuk terler döktüm. Ayaz omuzlarımdan ayak uçlarıma kadar vücudumu buz kesti. Ellerimin donduğunu hissettim. Nefesimle ısıt¬maya çalıştım. Havada donarak ince kristallere dö¬nüşen nemli hava, ellerime can vermedi. Titreyerek yatak odasına girdim. Necmettin yorgan ve battani¬yeler altında hareketsiz yatıyordu. Yorganı araladım.
«Necmettin, Necmettin, hadi kalk!,..»
Yorganı yeniden başına çekerek :
«Rahat bırak yahu!»
«Bırak rahatı, haydi kalk, evin kapısı, bacası karla kaplı. Evde kapalı kaldık.»
«Hadi be!... Dalga geçme. Bugün sıra sende. Sobayı yak, çayı demle ondan sonra...»
«Vallahi yalan söylemiyorum. İnanmazsan saate bak. Saat onu geçiyor. Eve dışarıdan ışık sızmadığı için erken sanıyorsun.»
İnanmakta güçlük çekiyor. Üsteliyorum. Bu kez yalan çıkarsa analık nöbetime zam yapacağıma, bîr gün fazladan ev işleriyle uğraşacağıma yeminler ederek söz veriyorum. Yorganı başından çekip saatine bîr göz atıyor. «Vay anasını!...» diye bir küfürle yatağından fırlıyor.
Camdan bakıyor. Dış kapıya koşup, omuzuyla kapıya yükleniyor. Boşuna. O, benden daha bir telâşlı gibi. Onu seyredip alay ediyorum.
«Gördün mü İçerde mahsur kaldık. İçerdeki ha¬va bizi ne kadar idare eder acaba?»
Telâşının farkına varıp toparlanıyor.
«Hastır lan, birazdan köylüler damlar.»
«Ya gelmezlerse?»
«Gelmezlerse gelmesinler be! Ben de camı açar, karı kürekler dışarı çıkarım» Korkma dışardan kapı önünü kürer seni de kurtarırım.»
«Sağol canım eksik olma. Sen kendini kurtar da lâzım değil, biz kendimizi kurtarmasını biliriz.»
«Hadi, hadi boş konuşmayı bırak da şu sobayı yak. Ben tekrar yatacağım.»
Koşarak yatağına atladı, girdi. Derinden gelen bir sesle ;
«Bana bak, dünya yıkılsa sakın bana dokunma. Sobayı yak, çayı demle, ondan sonra beni çağır. Yoksa namuzsuzum bir daha nöbet tutup, sana soba yakmam, yemek hazırlamam.»
Çaresiz, tezekleri sobaya doldurup, altına döşediğim kuru gevenleri ateşledim. Kovadaki su buz tutmuştu. Aliminyum tasla vurdum, kırılmadı. Daha güçlü bir şey gerek. Ekmek bıçağıyla denedim. Olmadı. Bu kez bıçağı burgu gibi kullanarak buzu deldim. Güç de olsa suya ulaşmıştım. Çaydanlığa su doldurup sobanın üzerine koydum.
Masamın üzerindeki küçük radyoma uzandım. Tatlı bir müzik odamızı doldurdu. Neşeli bir parçaydı çalan. Eh! Bize de böylesi gerek... Zavallı ne bilsin bizim Allah’ın kuş uçmaz, kervan geçmez bir köy evinde mahsur kaldığımızı. O sanatını icra ediyordu.
Soğuk dolayısıyla zorunlu sabah jimnastiğimi bitirirken çaydanlıktaki su lütfedip fokurdadı. Demliğe su çekerek, üzerine koydum, Yağda yumurta da yaptım mı tamam. Yumurtalar Necmettin’in divanının altında. Bu haftalık yatma, keyif çatma sırası onda ya, yumurtalar onun divanının altına özel olarak benim tarafımdan kondu. Hem de benim divanın altından alınarak. Öyle ya bu horultuyla, bu yatak zevkiyle yumurtalar bir haftada civciv çıkarırlar.
Tavadaki yağı iyice erittim. Yumurta kırma işi yetenek ister. Ben bu işte Necmettin’den ustayım, O tek eliyle kibrit kutusundan kibriti çıkartıp yakabi¬lir ama, yumurtayı tek eliyle kıramaz. Kırar, kırar kır¬masına da zavallı yumurtaların yarısı tavanın içinde, yarısı da dışında pişer.
En irilerinden altı yumurta aldım. Köy yumurta¬sı, mis gibi. Nerde Antalya’nın saman gibi çiftlik yumurtası, nerde bu yumurtalar.
Yumurtayı sağ elime aldım. Emin bir hareketle terazileyip, uygunca bir hızla tavanın keskin kenarı¬na vurdum.
«Tak!...»
Yanlış duydum galiba. Aldırmadım, Yumurtayı tek elimle ikiye ayırmaya çalıştım, Olmadı. Kırılmadı galiba. Hızı artırarak vurdum. Yine ;
«Tak!...»
Daha, daha hızlı vurdum. Daha daha hızlı...
«Tak!
Yumurta taş gibi. Hayretle inceledim. Kabuk ezilmiş ama, akı, sarısı sızmıyor. Merakla kabukla¬rını soymaya çalıştım. Evet galiba dünyanın en ilginç yumurtasını elde etmiştim. Kim ne derse desin yu¬murtanın kabuğunun çiğ iken soyulacağına adım gibi eminim şimdi. Yalnız bizim köyün buzdan soğuğunu yiyip donacak ki ondan sonra.
Odamız ısınmıştı. Yumurtaları soyarak tavaya koydum. Önce buzu çözüldü, normalleşti, sonra da gerçek bir yumurta kokusu yayarak odamızı şenlendirdi.
Kahvaltı hazırdı. Necmettin’i dürtükledim. Yavaşça elini yorganın altından çıkardı, hava sıcaklığını kontrol etti. Dereceyi yeterli görmüş olacak ki yorganı üzerinden sıyırıp, sırıtarak :
«Hah şöyle!...» dedi. «Ana dediğin böyle olmalı. Soba yanıyor, kahvaltı hazır. Ooh! Gel keyfim gel.»
«Kapı, baca karla kapalı...»
«Sus ulan insanın keyfini bozma. Dışardan gelen olmazsa, biz içerden çıkış harekâtı düzenleriz.»
Yüzünü yıkadı, üzerini giydi. Herhalde çıkış harekâtını yemekten sonraya erteleyecektik.
Masaya otururken muziplik olsun diye donmuş yumurtalardan birini Necmettin’e doğru fırlattım. Üzerinin kirleneceğinden korktu, ani bir refleksle yumurtayı yere düşmeden yakaladı.
«Bıktım senin şu şakalarından» diye söylendi.
Bu kez ikinci yumurtayı yetiştirdim. «Hey! yapma!» falan demeden yumurta masanın üstüne düş¬tü. Çıkan sese ve yumurtaya hayretle bakan Necmettin’e güldüm.
«Vay anasını!...» dedi. «Taş gibi olmuş yahu. Şu memleketten donmadan gidersem kurbanlar kestirip, yoksulları doyuracağım.»
«İyi iyi benden yoksulunu bulamazsın, altı üstü bir köy öğretmeni. Gel benim nöbetimi devral, ben de sana yatıp kalkıp dua edeyim.»
«Hadi, hadi. Bir nöbet tutacaksın kaçmak için yüz bin bahane uydurmaya çalışıyorsun.»
Sonra havadaki tereyağı kokusunu derin bir solukla ciğerlerine çekti. Çinko tabakta pişirdiğim yağda yumurta enfesti.
«Gevezeliği bırak» dedi. «Bu manzara iştahımı açtı, daha dayanamayacağım. Şu kahvaltımıza bir başlayalım hele.»
Tavşan kanı çayların buğusunda nice özlem ateşleri canlanıyordu. Kim ne derse desin uygarlıktan uzak olmak güçtü. Şu minik radyomuz da olmasa dünya ile ilişkimiz tamamen kesilecekti.
Kapımızı, penceremizi kapatan kar yüreğimizi ezen yalnızlık duygusundan daha can sıkıcı değildi. Karı küreyerek kapımızı açsak bu kez köyün etrafını saran hayali cendere ruhumuzu tutsak kılacaktı. Yüreğimizi bağlayan zincirlerin biraz uzaması, ya da kısalması ne değiştirirdi ki? Galiba bir tutsaklıktan çıkıp, diğer bir tutsaklığa bağlanmak duygusu bizi hareketsiz kılıyordu. Ne Necmettin ne de ben kapıya el atıp dışarıya çıkmaya niyetli değildik. Suskunluk başka dünyalara taşıyordu bizi iki arkadaş karşı karşıya idik.
Necmettin Tokat toprağının çocuğu, on dokuz yaşında, siyah kıvırcık saçlı, esmer tenli boylu boslu bir genç. Bense ince, çelimsiz, ufak tefek birisi. Hani taş diplerinden boynunu uzatıp güneşe şöyle bir bakan iki tel yeşil yapraklı soluk otlar var ya, işte öylesi. Ana ocağından ayrılmak zor oldu. Ama belli etmedim. İçimdeki yanan ateşi bir defterlerim, bir de garip sazım bilir...
Bu belâ da nereden çıktı bilmem. Şu on, on beş gündür vücudum sürekli kaşınıp duruyor. Utanmasam elime sert bir fırça alıp, elimin uzanamadığı yerleri, sırtımı, koltuk altlarımı, göğsümü her yerimi kanatıncaya dek kaşıyacağım. Ne mene şey anlayamadım. Önce piredir dedim ama değil. Evet evet bu olanaksız! O mereti bilirim geçtiği yeri kendi rengine boyar. Ne atletimde, ne de yataklarda pire pisliği var.
Necmettin’de arada bir çaktırmadan hatır hatır kaşınıyor. Aslında kaşınma duygusu biraz da psiko¬lojik galiba. Aklına getirmediğin sürece kesiliyor. Tam dinlenmeye geçip, rahat edeceksin, tamam’. Koltuk altından vurup, sırtına oradan da bütün kıl dip¬lerine yayılıp insanı canından bezdiriyor.
Dayanamayıp elimi sırtıma aşağı sokup tatlı tatlı kaşınırken :
«Kirlendik galiba!...» dedim.
«İki hafta oldu. Bu kış kıyamette daha erken yıkanılmaz. Bu kaşınma meselesi kirden falan değil.»
«Ya neden?»
«Ne bileyim. Şöyle on günden fazla var ki bende acayip bir kaşıntı var.»
«Pire falan diyeceksen vazgeç. Bende de aynı durum var. Kaşıntıdan ölüyorum. Onun için atletime ve yataklara baktım. Pire pisliğine rastlamadım.»
«Öyleyse ne olabilir?»
Birden aklıma geldi :
«Allerji yahu, Allerji!...»
«Ne allerjisi?»
«Ne olacak, cevabı çok basit. Sabahları ne yiyoruz?»
«Yağda yumurta, çay, zeytin falan.»
«Peki öğleleri genellikle ne yiyoruz?»
«Canım ne olacak, en kolay yemek yumurta pişirmek tabi.»
«Eh akşamları da arada bir üşengeçliğimiz tutarsa yine yumurta...»
«Eyy!...»
«Eyi var mı canım. Yumurtayı düşün. Sindirimi ağır bir besindir. Çok yenince allerji yapabilir.»
Bu işe Necmettin’in de aklı yatmıştı. Yine de öğretmen Okulundan kalma Sağlık Bilgisi kitabına uzanıp sonucu sağlama almayı düşündü.
Dış kapının önünde hareketlenmeler vardı. Ka¬pımızın önünde kenetlenen beyaz eller açılmak üzereydi galiba.
Necmettin kitabı yerine koydu.
«Tutsaklığımız bitiyor.» dedim.
«Evet.»
«Bil bakalım göreceğimiz ilk yüz kimin olacak?»
«Kasım’la Sait’ten eminim. Öğretmenlerini kur¬tarmanın şerefini kimseye vermezler.»
Kürek sesleri kapıya dayandı. Güleç bir ses:
«Hey Hocalar sağ mısınız?»
Necmettin :
«Buna yaşamak dersen evet. Yana çekil kapıyı açıyorum.»
Kapı açıldı. En önde kaçakçı Recep, Kasım’ın abisi Muhammet, ardından da bizim takım. Kasım, Sait ve diğerleri...
«Hay yaşayın!» dedim. «Siz olmasanız buraya takılıp kalacaktık.»
Kaçakçı Recep gülerek içeri girdi.
«Hadi hadi pek de öylesine benzemir. Aha keyfîniz yerinde. Biz gorkudan duvar dibine sinmiş şeher çocukları ararken siz sabah çayı îçirsiz.»
«Sen de iç be Recep Efendi. Esirgeyen mi var? Hadi analık çayları doldur.»
Recep ellerini sobada ısıtırken Muhammet de geldi. Öğrenciler kapının önündeki karları temizliyorlardı,
Çayları doldurdum. Sobayı yeniden doldurup ge¬venle alıştırdım. Odamız ısınırken ilk defa böylesine rahatladığımı hissettim. Demek ki tutsaklığın da çeşitleri oluyormuş. Biz ne dersek diyelim özgürlüğün birazcığı bile hiç olmamasından iyiymiş. Dış kapıdan köy sınırına taşan özgürlüğümüz bile bizi mutlu etmişti.
Çayımızın her yudumunda bunu düşünüp yüreğimizi ezen özlem rüzgarlarını bir an da olsa silivermiştik.
Bugünden itibaren yumurtayı kestik. Acı ama gerçek. Artık odamızı sabah akşam şenlendiren o koku yok. Kahvaltıları çayla, zeytinle çökelekle geçiştireceğiz.
Geçen gün banyo yapmamıza rağmen kaşıntılarımızda bir değişme yok. Sağlık Bilgisi kitabını iyiden iyiye okuyup, değerlendirdik.
Sonuç, «Allerji !» Başka bir şey olması da mümkün değil. Hiç insan günde sekiz, on yumurta yer de allerji olmaz mı?
Necmettin’in evde olmadığı zamanlarda elimin uzanamadığı yerleri cetvelle bir güzel kaşıyorum.
Hepsi bir yana yakıt sıkıntımız had safhada. Ne yapacağımızı şaşırdık. Bugüne dek hep okulun tezekleriyle idare ettik. Köyde paranın geçmediği tek şey tezek. Öğretmen olarak okula atanma işimiz geç yapıldığından yakacak işini halledemedik. Şimdilik hatır, gönül deyip köylüden gelen tezeklerle sobamızı şenlendiriyoruz.
Ellerimiz kara sobanın cansız alevlerine muhtaç. İsten kararmış külleri üzerine tenekeden gazyağı döküyoruz. Yarı patlamalı, homurtulu bir sesle birkaç dakika yanıp, aldatıcı bir sıcaklıkla içimizi ferahlatıyor.
Dışarıda kar insan boyu. Akşam ayazı, gecenin içler titreten soğuğunu aratmıyor. Battaniyelere sarılmış bir halde soğuk sobayı kucaklıyoruz.
Kendimizi Güney Kutbunu keşfe çıkan İngiliz kaşif Scoot ve arkadaşlarına benzetiyoruz. Ben ve arkadaşım Anadolu’nun bu ırak köyünde nelerin peşindeyiz acaba? Hangi bilinmez ülkelerin topraklarını keşfe çıktı bu on dokuz yaşlarındaki iki genç?
Tevfik Fikret ulusun kurtuluş umudunu hep gençlerde görürdü. Eski çağ Tanrılarından Promete’yi onlara örnek gösterir, hiçbir yarar beklemeden sınırsız çalışma ve atılım güçleriyle topluma önderlik etmelerini isterdi.
«Demek ki gençliğin önünde geçilmeyecek yol, aşılmayacak deniz, erişilmeyecek yükseklikler yokmuş.»
Bu düşüncelerle avunur açlığa, susuzluğa güler geçerdik. Bir parça tezeğe özlem içinde sönüp geçen sobamız, bu umutlarla avunur, Zonguldak kömürüyle nar kesen kömür sobaları gibi gönlümüze taze, bitimsiz yalımlar saçardı.
•Şu kaşıntı da olmasa... İnsan açlığa, susuzluğa ve bilmem kaç derece soğuğa dayanıyor da, kaşıntıya asla.
Düşüncelerimizi bölen kaşıntının sebeplerine küfürler yağdırarak hatır hatır kaşınıyoruz. Ne yüce duygular kalıyor ne de hayaller. Uygarlığın en yılmaz askerlerinden olan bizler açlığa, susuzluğa ve bilmem kaç derece soğuğa göğüs geriyoruz da şu allerjî sandığımız kaşıntı meretine teslim oluyoruz.
Sırtımdan aşağıya doğru süzülen akşam ayazına aldırmadan elimin uzandığınca kaşınıyorum.
«Ama o ne?... Tırnağımın arasına bir şey sıkıştı galiba. Diğer parmağımı tırnağımın üzerine kapatarak, uzaktan uzağa hissettiğim şeyi kaçırmamaya çalışıyorum.
Evde pire yok diyoruz ama yine de belli olmaz. Farkında olmadan üremiş olabilirler.
Tırnağıma bastırdığım parmağımı aralıyorum. Pireye benzer bir şey yok. Tırnağıma sıkışan nesneyi dışarıya almaya çalışıyorum. Minnacık bir pamuk parçasına benziyor. Atletimden kopmuştur, herhalde.
Dikkatlice inceliyorum, «Aman Tanrım, çabalıyor! »»
Necmettin yüzüme anlamsız anlamsız bakarak :
«Ne çabalıyor yahu?»
«Elimdeki...»
«Ne var elinde?»
«Bilmem?»
«Amma saçmaladın. Bir bakayım neymiş o?
Birlikte inceliyoruz. Beyaz minik bir böcek. Pireden daha hantal ve daha az hareketli. Necmettin’e bakıyorum. Yüzündeki ifade hiç de hoş değil. Yerinden fırlayıp kalkıyor. Soğuğa aldırmadan üst üste giydiği kazakları, atletleri sıyırıp atıyor. Şaşkınlıktan ne diyeceğimi şaşırıyorum.
«Ne oldun Necmettin ? Ne var, niye bu soğukta soyundun böyle ?»
Sözlerime aldırmadan habire atletinin ek yerlerine bakıp, bir şeyler arıyor. Bir ara göbeğinin üzerindeki kılları inceliyor. Yıkılmış bir sesle :
«Eyvah!» diyor. «Korktuğum başımıza geldi.»
«Ne geldi başımıza?»
«Ne olacak bitlendik yahu bitlendik! Farkında olmadan her yanımızı bitler sarmış. Kıl diplerimiz bit yumurtaları dolu. Atletlerimiz bitlerle kaynıyor.»
«Mahvolduk!...» diyorum.
Yaşam denen bilmece karşımıza yeni bir düşman daha çıkarmıştı. İlk tanışıklığın verdiği ürkeklik ve korkudan sıyrılınca mahvolmanın aslında bir çare olmadığını öğrenecektik.
YORUMLAR
güzel yazınızı severek okudum tebrikler.....gül diyarından selam lar...puanım tamdır