KÖPÜK’TEN İBARET
*KÖPÜK’TEN İBARET
‘‘Portakal buğusudur yalıyan seni beni’’
Kış’ın ne anlama geldiği sezilmeyen sisi üzerine basmış, kimilerine göre ‘bastırılmış’ bir toplum ve o toplumun, o dünyanın, o şairin şiiri. Bir sosyal olgu olarak irdelendiğinde, en azından alışageldiğimiz bir söylem olarak bireyin yaşam alanına dair iç tepisel belirlenimler, ortaya konan ürünün sınırlarını çizer. Her şeyden önce şiir, insanın kendini ifade etme biçimiyken şairin en son vazgeçmek zorunda kalacağını düşündüğü ve/veya hissettiği şeyin artık kaybedilmek üzere olduğunu görmesidir. Peki, o ana kadar şair neredeydi? Bir yerde durduğu yahut bir yere ulaşmak üzere olduğu için mi dönüp bakması gerekiyordu göreceği şeye? Her ne ise o bakılan, kesintisiz bir bakışın tezahürü ise. Bu durumda genelde insan, özelde şair nasıl yüzleşecek dışsallaştırdığıyla, nasıl içselleştirecek dışsal olanı. İşte bu noktada bir düşüştür şiir kendi boşluğuna. Çünkü bir şeyin varlığı ya da yokluğu o şey olmayanın göreceli varlığı veya yokluğuyla ilintilendirildiğinde nitelendirilebilir. Örneğin, herhangi bir nesneyi ele alalım. Diyelim ki, ‘sürahi’ nedir? Cevabını herkesin verebildiği/verebileceği böyle bir sorunun, söz konusu nesneye yaklaşım tarzı dolayısıyla yanıtsız kalabileceği şaşırtıcı bir şekilde görülür. Dersek ki sürahi harf değildir, kış değil, masa değil, ateş değildir, renk değil, gülmek değil, utanmak değildir, diş değil, tabak değil, insan değil, tanrı değildir. Daha harf değildir, kış değil, der demez durumun hemen farkına varan kişi neyi(nesi) ne değildir, diyecektir. Aslında bu, soru şeklini almış cevabın ta kendisidir. Ne olduğuna dair muhatap alınan şeyin en azından kendisiyle ilintilendirilmesi, biliş sürecinde enikonu bir aşamanın oluşturulması söz konusudur. Öyleyse şiir, şairin baktığı, dahası şiiri üzerinden gördüğü şey midir? Şiiriyle ne görebilir şair? Sadece ve sadece bir şiir mi? İşte size şiirinin şairi bir ozandan, şiiriyle bahsedeceğim.
Sezai Karakoç, yaygın bir kanıyla, mistik değerler üzerine hayatı açımlandıran, beslendiği kaynağın nüfuz ettiği alanları algı dünyamızın sınırlarından taşan, o aşkın şelalenin uzaktan uzağa uğultusunu duyan ve onu orada, adeta öyle arzulayan benliğinin, bulunduğu yerin derin açmazlarını imgeleminin penceresinden soluyan ve bizi yazdıklarıyla nefes nefese bırakan bir şairdir. Bununla beraber şiirine nesnel bir yaklaşımla, çok yönlü okumalarla baktığımızda, gerilerden nelerin geldiğini ve belki bunları kendisinin de sırf ustalığından dolayı- her ne kadar çelişik olsa da- fark etmeden, bilinç düzeyinde algılamadan dile getirdiğini görürüz. Şiirlerinden bazı mısraları alıntılayalım ve onlardan hareketle okumamızı sürdürelim: ‘Köpük’ adlı şiirinden,
‘Bir kadını havlıyor taşıyor o ıssız köpekler ki’
‘Bir kadını al onu yont yont anne olsun’
‘Her kadın acıma anıtı bir anne olsun’
‘Çocuklara açılan mavi kırmızı pencere anne’
‘Köşe’ adlı şiirinden,
‘Ben bölünmez bir şairsem’
‘Sen bölünmez bir anne’
Bu ve benzeri mısraların yorumuna gelince diyebiliriz ki, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet geleneksel ya da bilinen anlamıyla ilahi kaynaklı dinleri oluştururlar. Bunun yanında her üç kavram da insanlık tarihinde insanoğlunun yaşadığı çeşitli dönemlere veyahut hallere tekabül eder. Örneğin Yahudilik anneyi, Hıristiyanlık babayı, İslamlık da çocuğu temsil eder. Şöyle ki Yahudilik, anaerkil bir algının, insanın kendisiyle, toplumla ve doğayla ilişkilerinin kendine özgü diliyle anlamlandırıldığı, yansıtıldığı ve gerçekleştirildiği bir dünyadır. Söz konusu bu dünyada kan bağı, akrabalık önem arz eder ve bu bağı sağlayan annedir. Öyle ki bu bağın koptuğu yerde ve ötesinde kalanlar bizzat zatlarıyla ve yaptıklarıyla görece iyi olsalar ve takdire değer bulunsalar bile Yahudilik dünyasında yerleri ‘tercih edilen’ değildir. İlahi dinler tarihine baktığımızda Yahudilerden söz açıldığında kaygılarıyla, arzularıyla, sevinilen ve üzülünen şeylerinden oluşan tüm duyarlılığıyla anne olan kadının değer yargılarının ve hayatı algılayış biçiminin, o neslin neredeyse bütün fertlerine sirayet ettiğini görürüz. Nedir bu algı dünyasının temel dinamikleri? Dayanağını maddi bir zeminin oluşturduğu, sosyokültürel ve ekonomi politik yapısının örgütlenişi komünal olan bir toplum. Dış dünyayı yabancılayan ama bir o kadar da bin bir türlü şekliyle ve görkemiyle kendisini gösteren dış’a imrenen, özenen, dış’ın içine girdikçe de ürken, ezilen ve tıpkı büyük bir şehre ilk defa gelen kırsal kesim insanı gibi dokunduğu, tutunduğu her şeyi fetişleştiren bir düşünce evreni. Peygamberlerin bile nefes almakta zorlandığı bir inanç sistemi. Tabii, bir insan ırkı olarak bildiğimiz Yahudi kavmi, bu olgunun simgeleştiği bir topluluktur. Bu demek değildir ki hala israiloğulları, en azından genelleyerek o millet tümüyle, bir yaşantı olarak Yahudiliği hayatlarının merkezine alıyorlar. Çünkü bu, hangi ırktan olursa olsun, hangi sosyal çevreden ya da meslekten olursa olsun her insanoğlunun yaşantılayabileceği, düşmek zorunda kalabileceği bir durumdur.
Simge deyimi tıpkı şiirde kullanıldığı anlamıyla ve değeriyle yukarıda değindiğimiz ifadelendirmeye karşılık gelir. Simgenin şiirdeki yeri ne ise aynen öyle Allah da sanatında, yarattığı âlemlerde, canlı ve cansız varlıkları, farklı insan topluluklarını kendi nefsinde yahut varlığında baskın çıkan özellikleri ve nitelikleriyle simgeleştirir, birer simge olarak serpiştirir. Bunun gibi zenginlik olsun, yoksulluk olsun, bilgelik veya cahillik olsun, iyilik ya da kötülük olsun, beş duyu alanında, ister bilinç düzeyinde, ister bilinçaltında ve de metafizik âleminde yaşantılanan her şey birer durumdur. Nasıl ki bir dil, kendisini oluşturan ses sisteminin, kelime yapısının, cümle kurgusunun esnekliği, çeşitliliği, anlam ve biçim bakımından işlevselliği, farklı sosyokültürel toplulukların dilleriyle karşılıklı münasebeti ölçüsünde etkin ve yaygın olup hayatın her alanını ifade edebilme yetkinliği kazanırsa onun gibi, bir birey olarak insan da yaşantıladığı durumlar nispetinde, kendisinden hareketle bütün bir tarihi ve kâinatı anlamlandırabilir. Dolayısıyla herhangi bir durumu, örneğin zenginliği diğerlerinden izole ederek bir başına yaşantıladığınızda, yani kapalı bir sistem olarak sürdürmeye çalıştığınızda, her şeyde olduğu gibi o durum’un da bir noktadan sonra entropisi artacaktır. Dini anlamda dünya hayatı bir sınav olduğuna göre, eğer bir dindarsanız, -gerçi olmasanız da fark etmez çünkü kendinizin kritiğini yaptığınızda, sözde yadsıdığınız algı dünyanızdaki herhangi bir olgunun veya kavramın gerçekliği, ister ileriye ister geriye gittiğinizi düşünerek, ister doğuya ya da batıya yönelerek hareket ettiğinizde, yatay düzlemde dünyanın bir sınırına ulaşamamanız gibidir- bir soru olarak karşınıza ‘yoksulluk’ ya da ‘zenginlik’, ‘cahillik’ veya ‘bilgelik’, ‘iyilik’ yahut ‘kötülük’ gibi durumlar çıkarıldığında ne yaparsınız? Mesela ‘cahilliği’ ele alalım. Cahil insan temelde cahil olduğunu bilmez. Eğer genelde insan, özelde cahil, cahilliğini bilmediği, bilemediği bir durumda, ne kadar şey bildiğini zannederse zannetsin, cahilliğiyle bilginliğinin sınırının ayrımına nasıl varacak?
Çoğu zaman özlü deyişlerin, atasözlerinin, fıkraların, yeri geldiğinde çağcıl meselelerin kavranmasında boşlukları doldurduğunu görürüz. Burada da böyle bir kullanım yerinde olacaktır. Sözgelimi, ‘damdan düşenin halini damdan düşmüş anlar’, ‘eşeğini kaybetmişsen, daha önce eşeğini kaybetmiş birisine sor, ne yapman gerektiğini’ gibi. Dinin dillendirdiği bir gerçeklik olarak ahiret olgusu içinde dünya hayatından hareketle bir hesap verme ya da gerçekte ne olup ne olmadığını yoklama söz konusu olduğunda, o anda, o halde, kendinden başka yüzünü döneceğin bir kimse bulamadığında, hayatı olduğu gibi deneyimlememişsen karşılaştığın her soruya paralel gittikçe artan bir oranla her bir şeyden tecrit edilir, yapayalnız kalırsın.
İnsanlık tarihinin başlangıcı diyebileceğimiz ilk çağlarda, insan topluluklarının daha henüz devlet yapılanması şeklinde örgütlenmedikleri günlerden başlayarak, insanların yakın akrabalar da dahil olmak üzere ailevi gruplar halinde yaşarlarken ve kimi zamanlar imece usulü topluca, kimi zaman da bireylerin, farklı uğraşları, şartlara göre birbirlerine devrederek, yiyecek-içecek, giyim-kuşam, barınma ve savunma ya da saldırı amaçlı alet ve araç gibi ihtiyaçlarını karşılarken neredeyse benzer coğrafyalarda homojen bir yapı arz eden topluluklardan farklı coğrafyalara ki insanların zihninde yabancı, uzak, bilinmeyen, tehlikeli ya da egzotik, hatta ütopik bölgeler olarak algılanan yerlere gitme düşüncesini doğuran veyahut zorunluluğunu hissettiren sürecin oluşturduğu daha heterojen ve bireyler arasında daha mesafeli, daha hesaplı, daha öngörülemez ya da ne idiği belirsiz ilişkilerin olduğu kavimsel topluluklara geldiğimizde ‘annelik’ ve ‘babalık’ gibi olguların insanlık bilincinden pratik hayata nasıl aksettiğini buluruz. Şöyle ki, dayanak noktası olarak bu ilk topluluklardan herhangi bir aileyi yakın çevresiyle birlikte ele alırsak, bu aile-modern anlamda çekirdek bir aile değil doğal olarak- ya da klan içerisinde duygusal, dini veya töresel bağlarla oluşturulmuş ilişkilerin (modern hayata göre) asgari yaşam şartlarında olsa bile, görece mutluluk verici ya da tatmin edici düzeyde olmasını akamete uğratıcı nedenler ortaya çıktığında, söz konusu topluluğun mevcut durumu koruma ya da sürdürme arayışı içine girdiğini biliriz. Yine herkes bilir ki, topluluğun huzurunu bozan bu istenmeyen nedenler maddi olduğu gibi manevi olabilir. Maddi nedenler arasında iklim şartlarının olumsuzluğu, nüfus artışının doğurduğu paylaşım sorunları ki bölgeden bölgeye değişebilir ve rakip grupların ya da klanların ortaya çıkardığı sınır ihlalleri ve hakka tecavüzlerin giderilmesi adına teknik imkân arayışları gösterilebilir. Manevi açıdan soruna yaklaştığımızda ise öncelikle dini temayüllere bağlı olarak yaşantılanan veya hatırlanandır; ilk insanlar olan Âdem ve Havva’nın özelinde insanlığın ilk hali, kendini bilme adına kendine gelmenin ve kendinden olma karşıtını görebilmenin sürdürülebilir mutluluğu cennet ki hem sen olan hem de sen olmayanın sende gördüğü sen olmadığında, yani kendini bildiğin gibi bilinmediğinde, bildiğini bilmezlik durumunda, ne yapacağını bilemezken sana dair ‘bilmediğini bilmez’ olana uyarak, kendi evrenini, ‘bilinmezlik’ noktasını referans alıp kurduğunda, ontolojik veyahut varoluşsal zorunluluk olarak her bir şeyle ilişkinde sınırlanmalara maruz kalır ve her halde her ne oluyorsa hiçbir durumda inisiyatif alamamaya başlarsın ve her bir şey senin için tesadüf dairesinde gerçeklik kazanır ki bu da, doğal olarak yasaklarla kuşatılmış dünyanda, her bir söylemin ve eyleminle sınırları zorlayıcılıkla kınanmayı da içeren ‘bilmediğini bilirlik’ açmazıyla karşı karşıya kaldığını gösteren şeydir ki o da, cennetten düşüştür deneme-yanılma dünyasına. Dolayısıyla insanoğlunun yaşadığı sıkıntılara paralel, belli belirsiz duyumsadığı cennet özlemiyle içinde bulunduğu durumu sorgulayarak yaşamakta olduğu yeryüzü üzerinde ve şimdide, cennete dair hiç olmazsa bir izin bulunup bulunamayacağı yahut insanlığın kendi edinimleriyle her türlü kayıttan bağımsız ve sonsuzluğu ya da ölümsüzlüğü vadeden bir yeryüzü cennetinin oluşturulup oluşturulamayacağını bilme ve bu mümkünse, bu amacı gerçekleştirme uğruna, bilinmedik yerlere gitme, yenidünyalar keşfetme arzusudur da bireyin klanından ayrılma nedenlerinden biri. Aynı zamanda topluluk ya da klan içinde, toplum değer yargılarını sarsan ve birey hak ve hukukunu ortadan kaldıran bir niteliğe sahip suç işlemiş insanların ya toplum tarafından dışlanması ya da cezalandırılma endişesi taşıyanların o bölgeden kaçmaları nedeniyle de birey veyahut bir grup insanın yaşadıkları yerden başka coğrafyalara gittiklerini görürüz.
Ama temel olarak aile içerisinde, gerek maddi zorunluluktan gerekse sosyal statü çerçevesinde, farklı ailelerle yapılan kıyaslamaların doğurduğu aşırı beklentilerin ve tatmin araçlarının sağlanamaması nedeniyle, mevcut ilişkilerin sürdürülememesi ya da dejenere olması ihtimaline karşılık, her türlü sorunu gidererek aile bağlarını güçlü kılmak ve yeni nesile hatırı sayılır bir gelecek bırakmak için aile büyüğünün ki bu genellikle babadır, maceralara atılmasıyla başlayan bir gerçekliktir sözünü ettiğimiz olguların dönüşümü: Aile içindeki ‘annelik’ olgusunun toplumsal süreçte komünal bir düzeni doğurması ve ‘babalık’ kavramının da kapitalizm denen yapıyı oluşturması. Aile büyükleri, özellikle ailenin geçim kaynaklarının sağlanması ve yaşam tarzının düzenlenmesinde ağırlığı olan eril bireylerin söz konusu aile veya topluluktan ayrılıp uzun zaman geri dönmemeleri ve neredeyse unutulup gidecek kadar aile veya topluluk bireyleriyle iletişim kurmamaları ve geride bıraktıklarının sosyoekonomik açıdan birçok zorluk yaşamaları ve destek görmemeleri sürecinde ailenin her tür ihtiyacı için, geride kalanlardan yetişkin olanların, özellikle annenin daha fazla işle uğraşması ve kendini hem fiziki hem psikolojik anlamda yıpratmasıyla birlikte üstesinden gelemediği durumlarda yetersizlik duygusu ve çevrenin o aileye yaklaşım biçimine göre dış düşmanlarla kuşatılmışlık algısı dolayısıyla, çocuklarına karşı daha korumacı ve aynı zamanda sorunların boyutuna göre, onlara ve yönetimi altındaki diğer aile bireylerine veyahut akrabalarına karşı, onların hareket alanını daha kısıtlayıcı, dış dünya ile ilgili hemen hemen her türlü taleplerini geçiştirici, hatta kısa vadeli de olsa, çeşitli nedenlerle aile ve çevresinden uzaklaşmak, başka yerlere gitmek isteyenleri, aileye çok şey kazandıracak bile olsa engelleyici, öyle ki bireylerin kendi mesleklerini seçme ve toplumsal ilişkilerini düzenleme bağlamında inisiyatifi onlara bırakmama çabasında olması gibi tutum ve davranışlar, benzer ailelerden oluşmuş bir toplumda, kurum ve kuruluşlarıyla örgütsel bir yapıda devlet denen aygıt teşekkül ederken birey-toplum ya da devlet ilişkileri, komünizmin öngördüğü çerçevede ama ilkel düzeyde ve tek tipleştirici tarzda ortaya çıkar.
Bilinmeyen, uzak dünyalara doğru bin bir umut ve hayal ile gitmiş olanların gittikleri yerlerde karşılaştıkları, dilleri, kültürleri ve yaşam tarzları farklı topluluklarda buldukları belki cennet değildi eğer cenneti onlar, insanların hiç bulunmadığı ya da hiç kimsenin bir diğerine her hangi bir maksatla dokunmadığı, inanç ya da ideolojisi ne olursa olsun yaşam tarzına müdahaleci olmayan, her türlü sınırlamadan azade ve dilediğini gerçekleştirme noktasında her zaman kendi tercihlerini önceleyen ve bütün bunların kendilerine doğal bir hak olarak sunulduğu, idealize ya da ütopik bir yer veyahut bir çağ olarak görmüyorlarsa ki dünyevi şartlar altında ve insanoğlunun kompleksli karakterinin zorunlu kıldığı handikaplar içinde pek olası görülmüyor, ama hep umutlarını yarınlara taşırlarken yeni hayatlarında ve adapte olabildikleri kadarıyla benimsedikleri yeni toplumlarında, edindikleri sosyal statü ve maddi kazanımların tatminkar oluşuna bağlı kalarak kendilerini geçici ya da kalıcı kılarlar.
Anayurtlarına veya eski klanlarına uzun zaman dönmeyenlerdenseler, kurdukları yeni ilişkiler içinde yeni eş ve çocukların, yeni arkadaşların, yeni üst ve astlarının oluşturduğu bir dünyanın onlara sağladığı hayat felsefelerinde, perspektif değişikliğinin yansımasını bulan söylem ve eylemlerinin neliğini, yıllar önce ayrıldıkları ilk aileleri ve toplumlarından kopuşlarını sağlayan maddi ve manevi şartlar ya da zorunluluklar kendilerini yeni pozisyonlarında kuşattığında, artık yaşlandıklarından ya da uzun yolculuklara sağlıkları elvermediğinden yeni aile bireylerine, yeni arkadaşlarına, yeni yurttaşlarına, içinde bulundukları zor durumlardan kurtulmak adına gereksinimlerini karşılayabilecekleri yerleri, bağrından çıkageldikleri ilk yurtlarını, ilk klanlarını, ilk ailelerini salık vermeleriyle anlarız. Elbette ki istemeden de olsa, yönlendiriciler, mevcut toplum bireylerinin yeni zenginlik noktaları arayışının, önce küçük gruplar halinde keşif hareketi olarak, zamanla da daha organize, daha donanımlı, daha yağmalayıcı sömürü hareketine dönüşeceğini bilmeden, eski ilişkilerini onaracaklarını, farklı topluluklar arasında köprü olacaklarını düşünerek, uzak, egzotik dünyaları, bunalımın eşiğindeki yeni toplumlarına salık verirken neden oldukları dramla, eski ailelerinin, oradan ayrıldıktan sonra, zamanla ideallerini öldürürken şimdi de hayat bağlarını tamamen kopartıp, madden tüm varlıklarını da ortadan kaldırmışlardır.
Bunun örneği hayvanlar âleminde şudur ki bir aslan topluluğundan uzun zaman önce ayrılmış aile bireylerinden bazılarının farklı aslan topluluklarıyla ilişkilerinden meydana gelmiş yeni bireylerin yetişkinliğe ulaştıklarında, akrabalık bağları olan eski aslan topluluğunun dişilerden oluşan yeni bireyleriyle yolları kesiştiğinde onların yavrularını öldürüp yeni ilişkilerle yeni bir süreci başlatmasıdır. Daha yerli yerinde bir örnek olarak diyebilirim ki bir ailede eşler ayrıldığında ya da baba olan erkek öldüğünde, eğer anne yeniden evlenir de çocuk üvey bir babayla muhatap olduğunda, üvey babanın çocuğa yaklaşımı ve davranışı, öz babanın çocuğuna karşı objektif yaklaştığında ya da nötr olduğunda bulduğu karşılıktır. İşte modern çağlarda, günümüze gelene kadar yaşanan süreçte doğu-batı ilişkisi bu bağlamda yerini bulur. İnsanoğlu, neliğinden bahisle nereden nereye bakarken insanlığın iç yüzüyle yüzleşir. Bu minvalde Hıristiyanlığın da, kurumsal, katı bürokratik yapısı ve babanın çalışan, para kazanan, kökende Yahudilikle ilişkili olarak ‘batılılık’ diye algılanan kapitalist dönüşümün gerçekleştiği dünya, toplum ya da kişilik oluşu, tarihi süreçte dünyaya egemen olma dürtüsünden hareketle diğer topluluklara yaklaşımını ve konum itibariyle yerini görürüz.
İslamiyet’se bir ailedeki çocuk gibi, anne-babanın görece bilgisine, ekonomik gelir giderine, sosyal statüsüne, aile içi ve dışı ilişkilerin neler ekseninde düzenlendiğine karşılık, o çocuğun kendini tanımladığı yahut algıladığı şekilde bir birey olarak hayatın bütün alanlarında kendini gerçekleştirmesini ertelemesine eşdeğer bir ahiret kavramına sahiptir. Söz konusu simgeselleştirmenin daha anlaşılır olması bakımından somut bir örnek olarak insanlık tarihinin yakın bir dönemine, bir çağın kapanıp yeni bir çağın açılmasına neden olan 15. yüzyıldaki olaylar silsilesinin kökenine bakabiliriz. Hani, Osmanlı devletinin o zamanın padişahlarından II. Murat, rakip devletlerle bazı antlaşmalar yapıp artık dinlenmek isteğiyle devletinin idaresini oğlu II. Mehmet’e bıraktığında, söz konusu devletler bunu fırsat bilip antlaşmalarını bozarak Osmanlı devletine saldırınca, durumun vahametinden hareketle, şehzade II. Mehmet gönderdiği ikinci mektubunda babasına şöyle hitap etmişti: ‘Padişah siz iseniz geliniz, ordularınıza kumanda ediniz, yok padişah biz isek, emrimize itaat edip ordularımızın başına geçiniz.’ Bu demek oluyor ki ister aktif olarak, ister pasif kalarak bilinçli bir iradenin ne zaman ve nerede, ne yapıp ne yapmaması gerektiğinin bir örneğidir ve gerektiğinde bilerek ve isteyerek teslim olmanın yani İslam’ın bir topluluğu kalkındırması ve hükmün hak edenin olmasıdır. Daha da açıklayıcı bir gerçek olarak Allah’ın sizin için güneşe ve aya boyun eğdirmesi, yani anne-babanızı hizmetinize sunması düşünen insanlar için kavranılacak şeylerdir.
Böyle böyle tarihi akış içinde görülmeyeni gördüğümüzde, İslam’la yoğrulmuş toplulukların ve kişilerin dışında kalan insanların dünya kavrayışında ve karakterine uygun olan bir realiteyle erkek-kadın, birey-toplum ve birey-evren ilişkisinde eş olma, sevgili yahut dost hayatı sürdürme prensibi vardır. Genelde doğu toplumlarında, özelde ise kimliğini Müslümanlıkla tanımlayan kişilerde, doğaya yaklaşım felsefesi açısından, erkek-kadın ilişkisi çocuk-anne olgusu çerçevesinde yaşanır. Örneğin bir doğulu erkek, evlendiğinde bile, kadınına daha çok eşi, sevgilisi gözüyle değil de , ‘çocuğumun anası’, kadın da erkeğine ‘çocuğumun babası’, hatta büyümüş çocuk gözüyle bakar. Doğulu bir çocuk da, henüz ergenlik çağına gelmeden anne-babasının cinsel ilişkisine şahit olursa, ‘babam öyle anneme ne yapıyor, onu dövüyor mu, annemi öldürüyor mu?’ diye düşünüp, zannedip gördüklerini ya bilinçaltına atarak hayatını gergin bir atmosferle kuşatır ya da ikisi arasına girmeye çalışarak ‘O benim annem, o benim annem’ deyip ağlayarak söz konusu gerginliği dışa vurur. Baba da, ‘Evet o, benin eşimden, sevgilimden ziyade senin annen!’ diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışır; çalışır çünkü anne çocuğunu kucağına almıştır bile. Gerek aile içinde, gerek toplumsal bazda gizlenen bu gerilimin temel sebebi, Allah’ın yaratımının devamlılığını sağlayan diğer ilişkiler gibi, faraza ailelerin, toplumların, devletlerin sosyokültürel kaynaşması, -çünkü Allah tanışasınız diye sizleri ayrı ayrı kavimler, topluluklar olarak yaratmıştır- ticari ilişkiler vb.; bunlardan da öte kökensel bağları daha derin olan cinsel ilişki fenomeninin yok sayılarak hayatın düzenlenmesidir. Ve bu cinsellik kavramı Müslüman’ın yasak meyvesidir.
Durum böyleyken şiirlerden alıntılara tekrar dönersek bu şiirlerde, gerçek üstücülüğün benzersiz bir kullanımının, doğululuğun bilinçaltını deşifre etmenin yetkin bir örneğiyle karşı karşıya kalırız. Aslında gerçek, büyük bir şair, şair olarak eserinin ne olup ne olmadığının farkına, eserini yaratır yaratmaz varır. Yine bir dizeyi ele alalım:
‘Bu köpekler neyi havlıyor hangi kadını’
Şair, kendi duyarlığıyla ilintili olarak soruyor: Kuşkusuz bir köpek gibi koklaşan, oynaşan şu insanlar (yani batılılar-daha da açarsak ve bir çocuğun hassasiyetiyle düşünülünce, kendisiyle ilgilenmeyen, ihtiyaçlarını karşılamayan, öfkeyle yaklaşan babalar, ağabeyleri, dayılar, amcalar, enişteler, sözüm ona büyükler ve doğulu bir Müslüman gözüyle bakınca da, emperyalistler, kapitalistler, komünistler, faşistler, oryantalistler ve bunlara öykünen içteki ve dıştaki laikler, batıcılar vs.) hangi kadını havlıyorlar: Anneyi mi, sevgiliyi mi, ya da şehir hayatıyla daha belirginleşmiş olan ve kendini bir hayat kadını (orospu) olarak tanımlayan veyahut tanımlanan kadını mı? Hangi kadının ileri sürüldüğünü veya talep edildiğini elimiz altındaki dizelerle açımlamaya çalışalım:
‘Azrailin boyuna buluğa erdiği gerdeğe girdiği’
‘Siz ötekini Bay Yabancı gizli gizli öpüyordunuz’
‘Annem böyle konuşmak ayıptır dedi’
‘Her erkeği papaz sanıp günahı günah olarak çıkartan’
‘Ardına kentler bağlı’
‘Siz şeytanı niçin bu kadar öpüyorsunuz’
‘Annemi babamı karıştırmayın işin içine’
(Demek istiyor ki bütün bunları bana onlar söyletiyor değil. Hem onlar sizin gibi öyle ‘şey’ yapmazlar. Siz güya bilgilisiniz ama beni leyleklerin getirdiğini nereden bileceksiniz?)
‘Kendi yastıklarına gölge salmasın
Çocuklarının öpüşleri onlara anlat’
‘Felaketlerin en şakacısına açılıveren onlar’
‘Hâlbuki bizim ölülerimizi teyzem görüyor’
Yine şair devam ediyor:
‘İntihar dedikleri patronu da sınadık’
Büyükler içinde kaos’un, saçma’lığın, bulantı’nın farkına varır gibi olanlar ‘intihar’ denen bir patronun hizmetine giriyorlar ve neyin nesidir diye,
‘Ağzını aradık iş yok onda’, dolayısıyla,
‘Yabancılar yalancılar hırsızlar’
‘Arasında bir insan’
‘Ölüm ki aç bir köpektir arar bizi’
Ve fakat ‘Akşam kente bir meryem gibi girer’
‘Bir çocuk kutsal bir çocuk doğurur gibi’
‘Her yönden bir ses yükselir bu karanlık nedir’
Ve, ‘Keskin ışık’
‘İsmail’
‘İsmail bir çocuk başından serçe geçen’
‘Omzundan arşlar dökülen’
Ah ne yazık, anladık ki,
‘Artık dünyanın yarısı ay yarısı güneş’
Yani, ‘Birinci dünya harbi’
‘İkinci dünya harbi’
Hem, ‘Artık her şey öbürüne ışık tutmakla görevli’
‘Yoksa kıyımda mı avlıyorsun sen ey şeytan’
Öyleyse bil ki,
‘Bir haber gibiyim Musadan’
Köpük’ten yola çıkarak Karakoç’un diğer şiirlerini de ele aldığımızda bu minval üzere söylenecek çok şey var fakat yerimizin darlığı nedeniyle bu kadarla yetiniyor ve genel bir değerlendirmeyle söz konusu şiirde çıkarsadığım başka olgulara da değinmek istiyorum.
Yakın şiir tarihimize baktığımızda, Osmanlı şiirinin modernize edilmiş haliyle ve o zamana dek vuku bulan Türk-İslam kültürünün bilincini ve duyarlığını yansıtarak şiir sanatımızın imparatorluk döneminin iki eşsiz kulesini Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’le kurduk. Tabii bu aşamada özellikle Abdülhak Hamid ve Tevfik Fikret’i iyi-kötü yaptıklarıyla anmadan geçemeyiz. Daha sonraki yıllarda Necip Fazıl ve Nazım Hikmet gibi büyük şairlerin dünya görüşleri ve sosyal çevreleri ekseninde ortaya koydukları eserler de iç dünyamızı zenginleştiren şiirlerdi. Aynı zamanda, bir bakıma, Türk halk şiirinin modern versiyonu olarak çağcıl duyarlığın, arzuların ve sıkıntıların sıradan halk nezdinde duyumsandığı şekliyle şiire sokulmasını sağlayan ve o zamanlar için, gerçekten Türk şiirinde bir aşama olan çabaları ve eserleriyle Orhan Veli ve arkadaşlarını da analım. Yine Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde iyi şair olarak zikredeceğimiz Behçet Necatigil, Cahit Sıtkı Tarancı, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Attila İlhan gibi şairler var. Tüm bu şairlerle ilgili olarak burada daha fazla ayrıntıya inemeyeceğim. Ancak Sezai Karakoç’la bağlantılı kılarak değinmek istediğim konu şu: Okuduğum şiirlerinden edindiğim izlenimler, şiir anlayışları, oluşturdukları şiir dili ve duyarlılıkları açısından şairlerimizi başlıca iki gruba ayırıyor, bu gruplar içinde yer alan bazı şairleri birbirlerine yakın buluyorum. Söz gelişi bir grupta Tevfik Fikret, Yahya Kemal, Necip Fazıl ve İsmet Özel yer alırken diğer bir grupta Abdülhak Hamid, Ahmet Haşim, Nazım Hikmet ve Sezai Karakoç yer alır. Bu ayrımın gerekçesi için şunu söyleyebilirim: Sözü edilen ilk gruptaki şairler sanki şiirlerini bilinç düzeyinde algılayıp ifade ederlerken ikinci gruptakiler yaşantıladıklarını bilinç süzgecinden geçirmeden, daha doğaç bir söyleyişle ama elbette onlar kadar yetkin bir teknikle ifade ediyor gibiler. Daha net söylemek gerekirse ilk gruptakiler sanki biraz akademik duruyorlar. Bildiğim kadarıyla şair veyahut yazar herhangi bir okuldan mezun olarak olunmuyor. Gel gelelim bazı dönemlerde bazı şairlerin tutumlarında ‘kariyerli şair’ havası var. Schopenhauer’in ‘akademik filozoflar’ deyimi gibi bir şey. Köpük’le ‘Schopenhauer’deki öfke’ adeta Karakoç öfkesine dönüşüyor. Her iki gruptan iki şairi birebir karşılaştırdığımızda, örneğin İsmet Özel ile Sezai Karakoç’u, anlatmak istediğimiz şey hakkında bazı ipuçlarını görebiliriz. Bildiğiniz gibi İsmet Özel şiirinde de, yoğun imgelerle örülü bir atmosfer buluruz. İmgeler adeta uçuşur. Bana öyle geliyor ki İsmet Özel, herhangi bir şeyi bilir gibi imgeyi biliyor. Hatta ondan, kendiniz için biraz imge rica etseniz, hazırında yoksa hemen üretip size verebilir. Bunları İsmet Özel’i ve Sezai Karakoç’u karşı karşıya getirmek için söylemiyorum. Sadece durum tespiti yapıyorum. Zaten İsmet Özel’i de usta bir şair olarak görmemek mümkün değil. Ama şöyle bir gerçek de var: Diyelim ki, çeşitli edebiyat dergilerinde boy gösteren zamane Müslüman şair ve yazarlardan biri, Sezai Karakoç hakkında kritik niteliğinde bir yazı yazıyor ve bizim bu yazıdan edindiğimiz izlenim, söz konusu kişinin tavrı olarak, şu oluyor: ‘Bak Sezai, senin için zahmete katlanıp bu yazıyı yazdım, anlarsın ya!’ Oysa aynı kişiler ya da birbirlerinin yandaşı olanlar tarafından, İsmet Özel hakkında yazılmış bir eleştirel yazıda da şunu görürüz: ‘İsmet ağabey, âcizane böyle bir yazı yazdım, ne dersin?’
Bu tür sorunlar hakkında daha fazla söz söylemeye gerek yok sanırım. Dolayısıyla burada yetinildiği kadarıyla Sezai Karakoç’la ilgili birkaç şey daha söylemek gerekirse o da, ‘Köpük’, ‘Köşe’, ‘Monna Roza’ ve özellikle Türk şiirinde isimlerine yakışır birer anıt olan –ki o şiirler kritik edildiğinde söylenmemiş nice şeylerin söylenebileceğini görürüz- ‘Kış Anıtı’, ‘Güz Anıtı’ gibi şiirleriyle Sezai Karakoç, şiir vadisinde bir Nil olarak yahut Amazon nehri gibi akar durur.
*Sezai Karakoç, Şiirler III-körfez/şahdamar/sesler
Lütfi ÖZTÜRK