- 2063 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kaderi Bazen İnsanlar Yazar
Oldukça haset bir babanın uzun boylu çok güzel Halime adında bir kızı vardı. Bu kızını istemeye gelenlere vermedi. İşimde çalıştırırım niyetiyle iç güveliğine bir fakiri alarak kızını verdi.
Halime biraz kendini beğenmiş olduğundan bazen ağzından asi söz çıkardı. Aslında art niyetli biri gibi olmasa da boş bulunarak söylerdi. Göçebe hayatı yaşıyorlardı. Kendileri de fakirdi ama maddi olarak pek farkı olmayan Ahmet adında bir çadır komşuları vardı.
Bu komşuları çocuk yetiştirmede sayı ve doğru düzgün olmalarına önem vermiyordu. Yedi, sekiz tane çocuk birbirlerine yakın doğduklarından genelde rezildiler. Onun, bunun kapısından verilen çomaçlarla idare ettikleri günlerde oluyordu.
Bir gün bu fakir ailenin bakımsız çocuklarından en büyüğü Salih burnundan sarkmış sümüğüyle çadırın bağına yapışmış mel mel içeriye bakıyordu. Halime’nin içi döndü, tiksindi ve “Uy, ne kadar pis, bakımsız, yarın bunlara acaba kim kız verir ki” diye söylendi. Sonra yine acıma duygusuyla kuru çökelikten bir çomaç yapıp eline verdi ve gönderdi. Salih’te sevinerek burnunun sümüğünü iki kolunun yenlerine silerek diğer çocukların yanına gitti.
Ahmet’in çenesi uzun, pek iş bilmez, murayı bir hanımı vardı. Kocası cimriydi ama hanımında olanı da becerecek bir vaziyet yoktu. Bol bol çene ve lafazanlığı vardı. Kendini beğenmiş biriydi.
Yıllar hızla geçerken çadırdan yerleşik hayata geçildi. Salih ilkokul imtihanlarında başarılı olamayınca babası şehirdeki bir akrabasının yanına meslek edinsin, köyde rezil olmasın diye çırak olarak verdi. “Olacak oğlak pisliğinden belli olur” derler ya bizim burnu sümüklü Salih bu işte de başarılı olacak birine pek de benzemiyordu. Babası bu durumu önceden sezdiği içinde göndermiş olabilir.
Askere gidesiye kadar bu işte çalıştı. Sanatı tam kavrayamadığından esnaf olacak durumu yoktu. Askerden sonra tekrar babasının yanına köy hayatına döndü. Keşke dönmez olaydı, çocukluğunda sofralarında bulup yiyemediği yufka ekmeğin üzerindeki kuşgözü kadar yanıkları çıkarıp atarak yediğini gören, onun geçmişini bilenler şok oluyordu. Bir parça çomaç için çadır kapılarından gözlerini ağarttığı, saatlerce beklediği günleri erken unutmuştu. Sebebi kendine sorulduğunda da “yanıkların kanser yaptığı” ile ilgili uyduruk bir hadis söylüyordu. “İlerde bunun hanımı bundan çok çeker” diye bilenler hayıflanıyordu.
Köyler fazla kalabalık olmadığından herkes birbirini çok iyi bilir ama yüzüne söylemez. Ahmet ilk oğlu beceriksiz, mıymıntı Salih’e kız aramaya başladı. Vardığı her kapıdan eli boş geri dönüyordu. Susuz derelerden su akıtıyordu, bin türlü yalanlarla ama nafile.
O kapı, bu kapı derken Halime’nin kapısını da çaldı. Halime’nin çok ciddi, ciddi olduğu içinde Halime ve eşi tarafından fazla sevilmeyen Hesna adında bir kızı vardı. Malum yalakalık analar, babalar içinde vazgeçilmez meziyettir. Ailenin üçüncü kızı olduğu içinde biraz horlanıyordu. Sanki erkek evlat cennete götürecekti.
Hesna’nın ablaları da küçüktü ama kuzu ve koyun gütmede aileye yardımcı oluyorlardı. Hesna genelde kendinden sonraki oğlan çocuğuna bakmakla görevli büyümüştü. Okul uzak diye üç kızı da cahil bırakmışlardı.
Ablaları on sekiz ve on dokuz yaşlarında gelin oldukları için lom laflı annesi Halime, bazen Hesna’yı “kapıda kaldın, seni isteyen yok, diğer kızlarımı durutmadılardı” diye kerçine konuşur, onu aşağılardı. Arlı bir kız olan Hesna’da bu sözlere çok alınırdı. Bazen karşısına alıp, ana kız sohbet etse, hayatın zorluklarına karşı ona yardımcı olup, yetiştirse daha iyi olurdu ama…
Halime’nin kapısını her hafta aşındıran Ahmet, iyice bıktırmıştı. O istediği için Hesna’ya başka uygun dünürcüde gelmiyordu, gelenler olduysa da kültür yönüyle Salih’ten pek farkları yoktu.
Hesna’nın anası da, babası da kızlarına fikrini sormuyor, yol göstermiyorlardı. Devamlı aşağılandığı için Hesna kendini bu ateşin içine atmaya karar verdi.
Çok sert esen fırtınalı bir kış günü çeşidi az bir cehizle Hesna’nın göstermelik düğünü yapıldı. Okuldaki kardeşine bile haber vermediler. Baştan savma bir düğün. “Adın kader olacağına kaderin kader olacak” derler ya. İşte tam bu söz sanki Hesna için söylenmiş. Doğduğu günden itibaren sevgi, saygı, sıcak ilgi görmeyen Hesna’nın gelecek yaşantısı pek farklı olacak değildi.
Daha yeni gelindi. Kaynanası biraz rahatsızdı. Hesna’nın babalığı hasta yatan eşine “kalk ordan” deyip tekme attı. Bunu gözüyle gören Hesna, “eyvah benimkide böyle yaparsa halim ne olur” diye üzülerek göğüs geçirdi. Armuttan elma olacak değildi ya.
Ahmet, Hesna’ya vaatlerini yerine getirmediği için kendini de, onu da yaktı. Oğlu beş yıldızlı tam bir piskopattı. Hesna daha ilk günlerinde “eyvah” demişti ama, köy yerindeki despot görüşleri yıkamayan Halime ve eşi kızlarına pek sahip çıkmıyorlardı. Ancak için için mum gibi eriyorlardı. Halime asi sözlerini hatırladığı zaman kafasını duvardan duvara çarpıyordu, pişmanlık duyuyordu ama… Asi sözlerini hatırladıkça “keşke dememiş olsaydım, asi söz kapı eşiğinde yatarmış, ilk kız veren ben oldum” diye çok üzülüyordu.
Aynen babası gibi çok cimriydi Salih. Pazara gitse sadece kendine has yiyecekler satın alırdı. Bal ancak misafir olduğunda sofraya gelirdi. Baldan eşi ve çocukları saklı gizli parmakla belki yerlerdi. Hesna bu sıkıntıları çocuklarına anlatamazdı. Kuru çökelik ve kara zeytin üç öğün sofraların vazgeçilmez yemeğiydi.
Sanki satın alıyormuş gibi sofraya çok çeşit yemek gelmediğinde misafir falan dinlemeyip Hesna’yı azar ladığı oluyordu. Pazarda bir kilo aldığı sebzeyi seçerken de pazarcıyı üzüyordu. Hesna’yı en küçük hatasında özellikle başına vurarak dövüyordu. Yoktan ancak Allah var eder ama bunu bilecek gerçekten salih erkek nerde.
Salih onu insan sanıp konuşanı dinler, cevap isteyene doğru dürüst cevap vermez, hindi gibi düşünürdü. Kalabalıkta konuşması gerekirken tek kelime demez, evine gelince ahkâm keserdi. Kendine toplumda hiç değer verilmediğinden gücü sadece Hesna’ya yetiyordu. Kendini dev aynasında gördüğünden devamlı evinde ve çevresinde onu horluyordu. O öğle yaptığı içinde evlatları bile annelerini hiç dinlemiyorlardı. Yarım asrı geçen ömründe ne aza ettiler nede her hangi bir kooperatif yönetiminde görev verdiler.
Beş vakit namaza devamlı camide devam etmeye çalışan Salih, koca koyunun kaval dinlediği gibi her gün Kur’an-ı Kerim okuyordu. Meali hiç okumadığı için kadın haklarını görmüyordu. İyi ki meal okumuyor, bunun böylesi ayet yorumlayıp fetva vermeye de kalkardı. Çünkü bilmediği konularda bile bilgiç geçinirdi. “Kul hakkına dikkat ettiğini” söyler, eşini “esiri” olarak görürdü. Evlatlarıyla bile oturup etraflıca bir sohbet etmez, atasından gördüğü gibi yetmeyen aklıyla onların projelerine de engel olurdu.
Üç çocuğundan büyükleri İmam Hatip Lisesinde okuttu. Çocukluğunda çok güzel olduğu için nazara uğradığından gözleri sakat olan küçük oğlunu hafız etmek için Kur’an Kursuna gönderdi. İnandığını sandığı kitabın sadece adına inanıyordu. Anlattığına inansa oğlu için manevi tedaviye de bakardı. Hiç o yönde bir tedavi düşünmedi. Hesna’nın gayretleri de sonuç vermedi. Sakat gözlerine rağmen çok tetçal bir çocuktu. Denilebilir ki mahallenin en yaramaz çocuğuydu. Diğer çocukları da baştan çıkarıyordu. Doktorada maddi sıkıntıları yüzünden birkaç defadan fazla götürmedi.
Bu çocuğu gördüğüm zaman hep şu hadise aklıma gelir. “Yunus Peygamberi balık kenara bırakmış. Çocuklar kör bir çocuk hariç oyundaymış, onu hiç görmemişler. Yunus Peygamber yalnız çocuğa acımış, dua etmiş, gözleri açılan çocuk hemen “kabak kökenleri arasında bir çıplak insan var” diye bağırmış. Pişman olan Yunus Peygamber tekrar dua etmiş ve çocuk kör olmuş”. Yani Allah’ın her yarattığında mutlaka bir ilâhi hikmet vardır. Belki de bu düşünce özürlü Salih’i yaratmasında da büyük bir ilâhi hikmet olabilir.
Hesna’nın geceleri iki gözü iki çeşme olurdu. Sadece dert ortağı yılların eskittiği yastığıydı. Ne yapsın, töreler onunda boynunu büküyordu. “Beyaz gelinlik kefenin olsun kızım” sözü sanki ayet gibi geçerliydi.
Çocukluğundan beri horlanmayla yetiştiğinden ve her meselede onu haksız çıkardıklarından, insan değeri verilip dinlenmediğinden, yine haksız çıkarırlar korkusuyla kimseye dert anlatamıyordu. “Adın çıkacağına canın çıksın” derler ya. Adı çıkmış bir kere. Haklı olması neye yarardı.
İlk çocuğu kızdı ve daha bebekken öldü. İkinci çocuğu kızı da tam babaannesi gibi “midilli tayı”ydı. Söz tutmaz ve en küçük isteği yerine getirilmezse annesini babasına şikâyet ederdi.
Halime asi sözüne kızını kurban ettiği için üzüntüsünden kansere yakalanıp kısa sürede vefat etti. Ama sırlarını kimseye söyleyemeden. Gerçekleri söyleseydi taşlar ateş görmeden kireç olurdu. Arlı kadındı. Kızını da yaktı, genç yaşta kendisini de yaktı.
Bu hayatın sıkıntılarına Hesna’da çok dayanamadı. Yarım asrı tamamlamadan başında siyah saç kalmamıştı. Onun yaptığı sabrı evliya kullar zor yapardı. Ama toplumda kabul görmüş bazı düşünceleri yıkmak Hesna’nın yalnız başarabileceği bir durum değildi.
Çektiği çileler akciğerinde yumak oluşturduğu için hasta oldu. Çok saf ve temiz kalbine uygun kısa süre yatıp vefat etti. Hesna dünyamızın çilekeş kadınlarından sadece biriydi. Onun kabrini (saçlarını süpürge ederek) çok zor şartlarda beslediği üç evladı, ne kardeşleri nede kara cahil eşi değil, serçe kuşları ziyaret etmekte.
Malum “insanlar hayatın beğenmedikleri kısmına kader” derler. İşlerine geldiği gibi fetva verirler. Allah insana akıl verdiğine göre sorumlulukta vermiştir. O halde yaşanılan her şey kader olmaz. İnsanların hiç mi suçu yok. Allah “kadınları okutmayın” dememiş ya.
Hesna kadın olmayı da, cahil kalmayı da kendisi istemedi ve kendine soranda olmadı. Bazı gücü yeten insanlar bazı güçsüz insanların kaderini kendi elleriyle yazıyorlar ve istedikleri şekilde de değiştiriyorlar.
12/08/2008 Eğirdir/Isparta
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.