âşk sözle olsaydı Mecnun kalem olurdu
Gölgede kalmış aşkının kâtili mi, yoksa Mecnûn’a verilen bir hediye miydi?
Bu hikâye, gören ve görmeyen kalplere göre şekil değiştirdi. Görenler için hikâye, Mecnûn Leylâ’yı tanıyamadığında anlam kazandı. Görmeyen kalpler içinse, hikâye, ayrılıkla sonlandı.
Bilseydi yüzyıllarca anılacağını yine de salınır mıydı, adına “insan” denen âlemlerin yanında…
Tebessüm eder miydi yine; sonsuzluğa özenen tartışmaların konusu olacağını söyleselerdi.
Leylâ…
Bilseydi yine de ister miydi “ölemeyen” Leylâ olmayı…
Mecnûn’a dökülen gözyaşlarının, Leylâ’ya vurulan kamçılar olduğunu bilmeden çok şey aradık bu hikâyede…
Kimi yalnızca aşkta takılı kaldı, kimi ise aşkı tanımladı. Aslında aklını kullananlar için nice gerçekler vardı bu hikâyede…
Kâh tasavvuf meclislerine misafir oldu Leylâ ile Mecnun, kâh haberleri olmadan aşkları çalındı lâyık olmayanlarca…
Ama hep Mecnûn acılarla yandı… Leylâ hep umursamaz sanıldı…
Leylâ…
Yalnızca Mecnûn olmuş Kays’ı değil, asırları sürükledi peşinden… Aşkın en büyük kraliçesi oldu istemeden…
Acıyan yüreklerin sebebi kılındı ismi kullanılarak… Çünkü artık ağlayan her bir kalbin suçlusunun diğer adı da Leylâ idi..
Peki Leylâ kimdi?
Ruhu uykusundan uyandıran hislerin tek anahtarı neden bu isimde saklı idi?!
Leyla, mâşuk olmaktan çok mu mutlu idi?
O’nun aşkıyla yanan Kays’a “Mecnun” denildiğinden beri o da artık Leyla değildi.
Bu ayrılık, aslında büyük bir vuslatı beraberinde getirdi. Ve birbirlerinin bedenlerini göremedikleri andan itibaren aslında onlar sonsuza kadar birlikte olmanın kitabını kâinâta hediye etmişlerdi.
Mecnûn şanslı olduğunu hiç fark edememişti. Henüz Leylâ’sını dahî bulamayan, ancak Mecnûn olma yarışlarında sıraya giren çok insan yitip gitmişti. Bilseydi taklitlerinin çokluğunu, o da Leylâ’ya teşekkür ederdi.
Gerçek bir Mecnûn olmak bu kadar asillerin işi miydi?
Ve yeni bir keşif yapıldı kâinatta… Ruhun derinliği tartışıldı.
Kalbinin, aslında kimin için attığını bulan Mecnûn, Leylâ’ya haksızlık mı etmişti; yoksa O’nu O’ndan daha çok sevdiğinden dolayı yine “iyiliği” için gerçekleri mi göstermişti çölde onu tanımayarak?
Ya Leylâ… Mâşukluk rütbesinden düşünce neler hissetmişti?
Yalnız olan yüreğini avuçlarına alıp sahibine teslim etmeliydi. Ve gerçek sahibinin adıyla süslemeliydi yüreğini… Ve Mecnun’u tanıttığı için teşekkür etmeliydi O’na..
Ve bilseler ayrılamıyorlardı, aslında birbirlerinden Leylâ ve Mecnun… Kendilerinden sonra yüreklerini delice çarptıran tek varlık aynıydı, efsâne olan hayatlarında: Allah…
Ve aşkı bile kendilerine özendirmişlerdi…
Bir yok oluş ve alev alev yanan yürekler aslında cennet bahçelerindeki vuslatın müjdecisiydi.
Leylâ Mecnûn’dan çok şey öğrenmişti, ancak Mecnûn, Leyla’nın sâyesinde ruhunun sahibini keşfetmişti.
Ve Leyla hikâyenin kahramanı oluverdi.
Şimdi Mecnûn ateşini alevlendirene borçlu gibiydi… Ve o da Leylâ’ya teşekkür için bir ayna tuttu yıllar sonra karşılaştıklarında… Kendisini Mecnûn’da gören Leylâ anladı ki, aslında gerçek Leylâ kendisi değildi.
İçini yakıp kavuran Mecnûn’a duyduğu aşk ile vuslatı ararken Leylâ, daha büyüğü ile karşılaşmıştı.
Artık gerçek olan her şeyin adı Mecnûn, yalanların ise Leylâ idi…
Ve aşk da o ikisinde özendiği şeyi keşfetti.
Aşkın aradığı şey “gerçek”ti…
Ve o gün bugün dünya, masalla gerçek arasında gidip geldi.
Kimi aşklar gerçekliğe erişti, kimi ise vuslata eremedi.
Yani kısaca gerçekleri acı kabul eden herkes, yaşadığı aşk kadarıyla adına insan denildi ve aşka gerçekliği yakıştıran herkes de vuslatın nağmelerini dinledi.
Çünkü adına aşk denen şey, O yüce varlığı içinde bir yerlerde keşfederek bu dünyaya uzaktan tebessüm edebilmekti