- 1026 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
TOSUN
Anası laf arasında Osman’a ’ Altı kilo doğdun ’ derdi. Yıllar geçip kilosu ile birlikte, yemeğe düşkünlüğü de artınca çevresindekiler tarafından çocuğa az laf çarpılmadı. Köylük yer, süt yoğurt bol.. Evdeki gıda maddelerini yalayıp yuttuğu yetmezmiş gibi, kendi bahçeleri hariç arkadaşlarına uyar başkalarının da bağına bahçesine dalar, üzüm kiraz aşırırlardı. Nenesi hırsızlığın hem ayıp hem günah olduğunu söylemişti ya, boğazına söz geçiremiyordu ki... Son olarak bahçe sahibi cimri Yahya Amca, sopasıyla evi basınca babası suç unsuru kirazları torbayla beline takıp tepesi üstü havaya asmıştı. Ama şişman olduğundan, ip bu ağır yükü taşıyamamış, kopmuştu. Bu da yetmezmiş gibi, iri gövdesinin altında kalan eli de incinmişti.
Al yanaklı anası Ayşe, köyün ileri gelen şişman kadınlarından biriydi. Hiç bir şeyi kafaya takmaz, yemek zamanlarındaysa asla öğün atlamazdı. Köyde kaygısız rahat bir kadın olduğundan, kilo alıyor diye arkasından söylenirlerdi. Lakin Ayşe laf peşine düşmez kimseye kulakda vermezdi. Babasına gelince esmer, kara kuru bir adam olan Bekir efendi, ana ve oğulun boğazlarından öyle canına doymuştuki. Bazen ’ Babamdan kalan malı mülkü, ben ölmeden yer bitirirlermi ki? ’ diye şüpheye bile düşüyordu. Dosta arkadaşa, ’ Ben bu kadını aldığımda kürdan gibi beli vardı ’ diye dert yanıyordu. Bekir efendinin soya çekim diye birşeyden haberi yoktu. Karısı Ayşe’nin kardeşi de anası da, belli bir yaştan sonra şişmanlayıp çalgıcı davulu gibi şişmişlerdi. Adamcağız gittikçe eriyor, onun yerine ana oğul kilo alıyordu. Artık çocuğun adı ’Tosun’ kalmıştı. Zavallıya kimse Osman demiyordu. Yavaş yavaş kendisi de Tosun lakabını yadırgamamaya başladı. Ama bunu alay yollu söylediler mi kendini tutamıyor, suratı kızarıyor kızarıyor kırmızı bir top haline geliyordu.
Yılllar geçti... Hiçbirşey değişmedi.Evet Osman’ın boyu uzamıştı ama, enide aynı hızla ona yetişmişti. Eskiden bir oturuşta bir piliç yerdi. Şimdi ya yarım kuzuyu yiyor,yada bir tepsi bazlamayı ancak o zaman doyuyordu.. Aşkla meşkle işim olmaz derdi her fırsatta ona buna... Fakat oda bir insandı.
Bir gün dereye doğru giderken, gördüğü benli Elif’i sevdi ya kızın hem gözü çok yükseklerdeydi, hemde Osman’ı gördüğü zaman diğer kızlarla dürtükleşip gülüşürdü. Önceleri ’ Benden hoşlanıyor mu ki? ’ diye kendine bir pay çıkartmaya çalışan Osman çok geçmeden kızın kendisiyle alay ettiğini anlamıştı. Hayata küstü. Herkesin sözü ona batar oldu. Mutsuz küskün kırgın bir adam haline geldi. Kalın kaba ayaklarıyla şaldır şuldur yürüyüşü, gömleğinin düğmelerini zorlayan, öne doğru fırlamış göbeği, koca pantolonuyla yirmi dört yaşındaki bir delikanlı değil, orta yaşlı bir adam görünümündeydi. O bunlara alışmıştı ama gönül yarası onmaz birşeydi. Bir kaç kez anasına Elif’ten bahsedecek olmuştu da, Ayşe kadın ’ Benim başı gözü oynayan köyün hoppa kızlarıyla everecek oğlum yok ’ deyip sözü ağzına tıkadı. Zavallı Osman ’ Elif Elif ’ diye ağaçların arasında dolanır dururdu. İki katlı evleri, bir yığın davarları, bağları bahçeleri vardı. Köyde öyle hatırı sayılır aileler vardıki, Tosun mosun dinlemez isteseler en güzel kızlarını verirlerdi. Ama benli Elif... Kör olası yemyeşil gözleriyle, çenesindeki koca kara beniyle rüyalarını süsler olmuştu. Cesaret edip kırda tarlada yanına yanaşacak oldu ya, kız gülerek kaçmıştı. Baktı olmayacak zayıflamaya karar verdi. Hem zayıflasa öyle eline yüzüne bakılır bir çocuktu da. Kimbilir belki Elif’te ona vurulurdu. Bir iki gün abur cuburla geçiştirdi. Ertesi gün bir tabak yemekle idare etmeye kalkınca, içi bayıldı. Baktı olmayacak, kızarmış bir tavuğu iştahla yeyip üstüne de iki tas hoşaf içti. Suçlu suçlu önüne baktı. Anlamıştı çetin işti bu... Yapamadı vazgeçti.
Günler geldi geçti, Temmuz’un en sıcak günlerinden biriydi. Osman babasıyla tarlada çalışmış, daha sonra meyve ağaçlarına su vermişti. Babası kahveye gidince de dere kenarındaki ağaçlardan birinin dibine, bayıra karşı yorgun bitkin uzanmıştı. Rüyasında yine Elif’i görüyordu. Bu sırada evde oya işlemekten sıkılan Elif’in de arkadaşına gideceği tutmuştu. Anasından izin alıp yola koyuldu. Elif başına güllü yazma bağlamış kestane renkli iki örüklerini de açıkta bırakmıştı. Yemyeşil tarlaların kenarındaki toprak yolda salınarak yürüyordu.
Hava sıcaktı ama yavaş, yavaş, ikindi serinliği çıkmıştı. Yol kenarındaki minik mor salkımlı çiçeklerin yanından geçerken, tertemiz havayı ciğerlerine doldurdu. Karşılarda Osman’ların tarlalarının bahçelerinin önünden geçen dere hemen göze çarpıyordu. Elif yola devam edecekti ama, derenin kenarındaki ağacın altına uzanmış bir gölge gördü. Orada yatanın kim olduğunu merak etti. Gün ışığında içinde sessiz gölgelerin oynaştığı cam yeşili akan suyun kenarından hızla geçti. Ayaklarını uzatmış yatan adama doğru yaklaştı. Bir yaprak dahi hışırdamıyordu. Yaklaştı yaklaştı baktı, uyuyanın Osman olduğunu anladı. Yavaşça yanına yaklaşarak kulağına çöp sokmayı, yana düşmüş şapkasını alıp kaçmayı düşündü. Yüzüne alaycı bir ifade takınmaya çalışarak, Osman’ın suratını incelemeye koyuldu. Altında uyuduğu ağacın yaprakları, güneş ışığıyla karışarak Osman’ın yüzüne yansıyordu.
Kızcağız baktı baktı... Tosun gibiydi evet, ama o pembe beyaz yüzündeki biçimli ağzına, iri gözlerini süsleyen kahverengi kirpiklerine, boynundaki ter damlacıklarına ayrı ayrı baktı. Bakarken yüzü değişti içi bir hoş oldu. Osman’ın kendisine yanık olduğunu biliyordu. Delikanlı uykusunda ’ Elif... Elif...’ diye sayıkladı. Elif’in gözleri doldu, diyecek söz bulamadı. Anlamıştı, sevgi başka bir şeydi. Onun şişmanlıkla zayıflıkla işi yoktu. Yaz sıcağında inleyen oğlanın eğilip elini tuttu. Yaratıcı onları birbirlerine yazmıştı. Biraz sonra Osman uyanmış, rüyadan çıkamadığını sanıyor, ikisi de gözleri dolu dolu birbirlerinin ellerini sımsıkı tutuyorlardı.
RabiaBelgin
Bu yazının her türlü telif hakkı yazarın kendisine ve/veya temsilcisine aittir
YORUMLAR
selam..işte şiir bu.....sevenleri ayırmadınız..tebrikler...gül diyarından selam lar