- 1063 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
22 EYLÜL
Bir sokak… Yüreklerin kırgın, gözlerin alışkın olduğu, âşık bedenlerin beklediği bir sokak. Yapraklar, çiçekler, sergiye çıkacakmış gibi, meyveleri ile sokağa fışkıran ağaçların bolca olduğu, hanımeli kokularının sardığı, sevgiyle yıkanmış bir sokak.
Bazen ak güvercinler olurdu o sokakta; bazen de pamuk tüylü tavşanlar… Küçük bir kutuya sığdırılmış bu minik hayvanlar, önlerine atılan parça kâğıtlardan seçtikleri manilerle, geleceğini merak edenlere katkıda bulunurlardı. Bu, incecik kâğıtlara yazılmış maniler, kişiye o günün yolunu yapardı.
Sokağın başına geldiğimde bir sıcaklık sarardı yüreğimi. Orası, belki bir yaz güneşi, belki bir yağmur bulutu, belki de her an gökten düşüp kaybolacak parlak bir yıldızdı benim için... En çok çocukluğumun adresiydi.
Akşamları bahçe duvarlarının üstünde, köşede bir bakkalın önünde, ya da çiçeklerin sardığı bahçelerde çıngıraklı kahkahalar atarak söyleşiler yapmaya çoktan veda etmiştim. Bedenen orada olsam da, kafam başka yerlerdeydi… Terör, bütün arkadaşlarımı bir yerlere savurmuştu. Artık içinde yaşadığım sokağın güvenli ve huzurlu olmadığını, sevgiyi ellerimizle yok ettiğimizi biliyordum. Çocukluğumun geçtiği sokağı, ailemi, arkadaşlarımı herkesi ve her şeyi tüketmiştim. En kötüsü çocukluk mevsimim hızla tükenmişti…
***
Bir eski zaman beyefendisiydi dedem. Otoriter, disiplinli, bir o kadar da şefkatliydi. Onunla konuşurken bir ışık yayılırdı içime. Çok severdim. Sokağın başında bastonu ile belirdiğinde, o akşam dinleyeceğim hikâyeleri kurardım kafamda. Kış akşamlarında ıhlamurun kokusu, buram buram odamıza yayılırken, cebinden çıkardığı köstekli saatine bakar; “Haydi çocuklar uykuya.” derdi.
Uykuya gitmeden önce küçük küçük masallar, hikâyeler anlatırdı. Ağzından bal damlardı sanki. Kendimi masallara öylesine kaptırırdım ki, hayal dünyasına dalar; bazen çölde susuz kalmış biri olarak görürdüm kendimi ve tanrıya su göndermesi için yalvarırdım, bazen de padişah olurdum; çok zaman eşkıya. Bütün hikâyelerin sonunda dedem, beni kötü adamların elinden kurtarırdı. Hikâye de böylece mutlu sonla biterdi. Çocuk ruhumun hayal atını kamçılardı dedem.
Cebinde sakladığı köstekli saati değerli bir mücevher gibi korurdu. Her sabah saat zincirinden çözülür, etrafı dikkatlice silinir, saatin tepesindeki kurma vidasından kurulur, yeniden zinciri takılır ve yelek cebine özenle yerleştirilirdi. Saatle oynamak istediğimde çok kızardı; “O oyuncak değil oynayamazsın.” derdi öfkeyle. Ben, ilk kez dedemi öfkelenirken görürdüm. Çocukluğum ve haylazlığım tutardı, saati bana vermeyeceğini bilerek, ısrar ederdim dedeme; “Ben bu saati istiyorum dede, bana verir misin?” der mızıklanırdım. Dedem; “Olmaz, onun anısı var veremem.” derdi kızgın sesiyle. “Anı ne demek dede.” diye soracak olsam, başımı okşar; “Büyüyünce senin de çok anın olacak, benim anılarımı da bir gün anlatırım evlat.” derdi.
Bir eylül sabahında, dedemi erkenden uyanmış gördüm. Bahçedeki çınar ağacının altında, eline köstekli saatini almış, hem saati okşuyor, hem de ağlıyordu. Merak edip yanına gittim, gözlerinden süzülen yaşlar, saatin üzerine damlıyordu. Çocuk kalbim üzülmüştü. İçime tarifsiz bir hüzün çökmüştü. “Dede, neden ağlıyorsun?” dedim. Dedem saçlarımı okşadı, iki yanağımdan öptü; “Hani geçenlerde sana bu saatin anısı var demiştim ya; o anıyı hatırladım ondan ağlıyorum evlat.” dedi.
“Dedecim, anı ne demek? Hani bana anlatacaktın!”
“Haklısın, zamanı geldi galiba, anlatacağım, ancak hikâyem çok uzun. Sadece şunu bilmeni isterim evlat. Bu saat, kara gözlü bir sevda anısıdır.” dedi.
Ne zaman takvimler eylül ayının 22’sini gösterirdi, dedemi yaşadığı sürece, her 22 Eylülde o çınar ağacının altında ağlar bulurdum. O günleri, bugün düşündüğümde dedemin kıymetlisi o saat değil, saati hediye edenin olduğunu anladım.
Bir süre sonra dedemi sonsuzluğa uğurladık. Öldüğünde, elinde sıkıca tuttuğu köstekli saatini, ilk kez elime aldığımda bir heyecan kaplamıştı bedenimi, bir de üzüntü. Sağlığında tıkır tıkır işleyen saat, dedemin kara gözlü sevdasına veda ettiği zamanda durmuştu.
***
Koyu perdelerle duyguları saklanmış, küçük bir apartman dairesinin kapısından çıkan, gülüşü gamzelerinde gizlenmiş bir çift göz gülümsedi kalbime. Şaşkınlığım tüm parlaklığıyla yansıdı yüzüme. İşte o gün, yaşamın kıyısından çıkıp, birikecek anılarımın tam ortasına düştüm, tıpkı dedem gibi.
Gün geldi, duygularımın içine dolan sesim yerleşti dudaklarımın ıslaklığına ve cümlelere dönüştü her kımıldadığında. Gün geldi, köşe başından sahile kıvrılırken kulaklarımın aşina olduğu siyasi sloganların sesini duydum. En çok duyduğum ve kulaklarımda kalan, aşkın sesiydi.
Birazdan, bütün evlerin ışıkları sönecek, sokaktaki gürültüler ve gezintiler bitecek, her şey ve herkes kaybolacaktı karanlıkların ardında. Işığın odadan kayıp gitmesini ve karanlıkta oluşan sessiz siyahların, hayallerimin içinde maviye dönüşüp dans etmelerini engelleyemiyordum. Şarkılar mırıldanıyordum. Dedemi ağlatan, beni güldüren, kara gözlü sevda anısına doğru yol alıyordum. Nasıl bir şeydi bu sevda; hem ağlatıp, hem güldürebiliyordu…
***
Sen beni izlerken, göreceğimi hissettiğin anda, perdenin arkasına gizlenip, kapına gönderdiğim çocuğu göremedin. Elinde sımsıkı tuttuğu kapalı zarfın, beyazlığına dokunamadın. Gamzeli gülüşlerine tutsak olduğumdan beri, gökyüzüne doğru gidiyordu adımlarım. Sonra, senin bahçende açmış, çağla ağacına el sallıyor, akşamın alaca karanlığında gelip o ağacın dallarına konuyordum. Sen onu da görmüyordun.
Geceleri gizlice çıkıp gittiğinde de, sabaha karşı yorgun argın eve döndüğünde de seni sevdim. Gözlerim, hep sımsıkı kapalı perdelerindeydi. Ne zaman kımıldasa perdelerin, benim de yüreğim kımıldardı, kuş olur çırpınırdım.
Güzel bir tutkuyla başlamıştı, yoğunlaşmıştı sevdam. Ne zaman yoluna çıkıp, konuşmak istesem kaçardın benden. Sevgiyi üç beş dakikaya sığdırdığımız zamanlarda, konuştukça daha da ısınmıştık, konuştukça ne çok benzemiştik birbirimize ve ne çok arzulamıştık bedenimizi.
Yaşamı güzelleştirmek için yaşadığımız yeryüzünü, aşkın yüzü yapıncaya değin çalışacaktık; öyle sözleşmiştik seninle. Bu çağı, sevgi kurtaracaktı. Duvarlara yazdığımız sloganlar, taraftarımızı çoğaltacak ve her şey bir insanı sevmekle başlayacaktı. Fakir, fakir kalmayacak, zengin malını paylaşacaktı değil mi?
Soğuk ve yağmurlu bir havada koşarak geldiğin hanımeli kokulu sokağın başında; “Bu sokağa, artık barut kokusu sinecek, kendine dikkat et.” demiştin. O gün sanki yanımda değildin, gözlerin hep uzaklara dalmıştı. Sesin ve duruşun çok cansızdı… Elime tutuşturduğun hediye paketine bakamadan; “Buna sahip çık ve sakla. Beni unutma.” diyerek uzaklaşmıştın benden. Uzaktan “Hoşça kal.” demiştin. Sana, gözden kaybolana dek el salladım hiç yorulmadan… Ardından, hediye paketinin ambalajını açtım yırtarcasına. Bana gülümseyen fotoğrafının olduğu kutunun kapağını araladım. Kısa zamana sığdırdığımız birkaç anının kapısını aralar gibi… Ortada duran köstekli saatin üzerine damladı benim de gözyaşlarım. İşte o an anladım dedemi ağlatan anının, beni de ağlatacağını.
O günden sonra seni bir daha görmedim. Sen benden gittikten sonra o kutunun kapağını defalarca açtım. Ne fotoğrafın gülüyordu bana, ne de saat çalışıyordu. Onlar da benim gibi susmuşlardı.
Senin yokluğun, elinden kıymetli bir hazinesi alınmış gibi boş ve kaybolmuş hissettirdi kendimi. Dedemin “Ayağını bastığın toprağa inanmayacaksan geriye ne kalır.” söyleminde kalmıştı kulaklarım. Senin beni terk ettiğin gibi, ben ülkemi terk edemedim. Ne gelirse Vatanımdan başımın, gözümün üstüne dedim.
Önüm, arkam, sağım solum, her bir yanım hoyrat doluydu. Baktığım yüzlerin aynasında, belli bir adres okunmuyordu. Adresini kaybetmişlerin otağı olmuştu sokağımız. Ruhsuzluğa soyunmuş, çırılçıplak kaygıların merkezinde, telaşlı gidiş ve gelişler yaşanıyordu… Ben azaldıkça insanlar çoğalıyordu etrafımda
Yıllar geçtikçe, kendi yaşıtlarımla, bahçelerde, sokaklarda, bomboş tarlalarda türlü oyunlar ve serüvenler icat ederek çocukça da olsa mutlu olduğum, huzurlu dünyam gittikçe sarsılıyor, yara alıyor tıpkı eskimiş duvarlardaki sıvalar gibi parça parça dökülüp, kayboluyordu. Dedem gibi benim de üzerine gözyaşı dökeceğim anılarım birikmişti artık.
Yitirilen aşkların ve bütünlüklerin yerine, yeni bir bütünlüğü kurma arayışları da, o günlerde başlamıştı bende…
Küçük siyah renkli, deri bir bavulun içine üç beş parça giysilerim ile anılarımı, umutlarımı ve bir zarfın içine bıraktığım şiirlerimi koydum. Bir kaç kitap ile anılarımı taze tutacak birkaç eşya daha sığdırdım bavuluma. Sonra elim uzandı yatağımın başucundaki çekmeceye. Elime aldığım o kutuyu okşadım bir süre, senin gamzelerini okşar gibi. Yavaşça bavulun en güvenli yerine yerleştirdim. Sanki, kutunun kapağını açarsam ve hızlı hareket edersem seni incitecektim.
Birçok şeyleri geride bırakarak, artık yola çıkmaya hazırdım. Ağır ağır sokağı adımlarken kalbim hüzünle doldu, daldım düşüncelere; Şimdi solmuş, rengi kaçmış siyah-beyaz bir fotoğraf düşünüyordum. Üst üste çizilerek boyanmış sloganlı duvar yazılarından, terk edilmiş, sırra kadem evlerden, yasak aşk kokan dikenli gönüllerden, siyasi cinayetlerden, hatırladığım her şey gelip yerleşti silik fotoğrafın içine. Yetmişli yılları, bir yanda çocukluğumu ve ergenliğimi, içine sığdırdığım tek aşkımı, bir yandan siyasetin içine sıkışmış ideallerimi, diğer yandan hayallerimi, başka bir zamana bırakıp; evimi ve bu sokağın görüntüsünü dondurup, kırık bir kalbin yalnızlığında, bilinmeyene yolladım bedenimi.
Günler hızlı akıyordu geldiğim bu şehirde ve içimde yorgunluklar birikiyordu. Her bakış, her dokunuş kendimi, yabancı hissetmemi sağlıyordu. Gördüğüm her yüzdeki ifade, ruhunu evde bırakmış insanların ifadesiydi. Bu durum yalnız olmama rağmen, yalnızlığımı kabartıyordu.
Sokaklara düşüyorum. Kuytu bir köşe buldum mu kendime yaslanıyorum; yaslanacak bir duvar bulamadığımdan değil, yorgunluktan gözlerimi kapıyorum. O an! İşte o an başka bir yerdeyim; kıvrımlı bir yol, bir sokak… Sokağın bir başında sen, diğer başında dedem. Olduğum yere çöküyorum. Hem çöküyor, hem hızla yerimden kalkıp adımlıyorum sokağı. Kimlerle karşılaşmıyorum ki… O sokaktan, başka sokaklara gidenlerin hepsi geri dönmüş. Bütün arkadaşlarım toplanmış etrafımda. Beni çağırıyor dedem: “Dinle evlat.” diyor, sanki denizin üstünde süzülen beyaz bir martının kanatlarından geliyor bu ses. Senden bahsediyor. Başka bir noktaya işaret ediyor. “Üzülme, o gülüşe yerleşen sevda, elindeki kutuda. Kapağını açmaktan korkma…” diyor. Koşturuyorum arkasından. Yolun kıvraklığından olsa gerek silik bir gölge olup kayboluyor dedem.
Koşturuyorum; etrafta dedemi ve seni bulmak istiyorum. Olduğum yere çöküyorum. Sen geliyorsun, elimden tutup kaldırıyorsun yerden. “Ayrıyız, ayrı olmasına da, hiç de yabancı değil ayrılık bizden yana.” diyorsun. “Biz hala yüreklerimizde yaşıyoruz… Her yeni başlangıç gibi, zor bir yolculuk yapalım sokağımıza. Bu yolculuk, kopardığımız ipin uçlarını yeniden birleştirebilir. Bizi yeniden hayata ilikleyebilir. O sokakta yeniden buluşmak için, ne bir ak güvercine, ne de pamuk tüylü bir tavşana ihtiyacımız var.” diyorsun. Ellerinin sıcaklığıyla açıyorum gözlerimi. Duvardaki takvim, 22 Eylülü gösteriyor. Uzanıp başucumdaki, o kutuyu alıyorum elime, kapağıyla buluşuyor gözlerim. Yıllar sonra ilk kez açıyorum kapağını. İşte o an çalan kapının ziline öfkeleniyorum. Ben anılarımla baş başa iken ve yıllar sonra ilk kez seninle yalnız kalmışken sırası mıydı meşguliyetin.
Ellerimdeki sıcaklığın geçmemişken, yeniden sıcak ellerini tutuyor ellerim. Gülen gözlerinle buluşuyorum. Saati zincirinden tutup yukarı kaldırıyorum, sallıyorum yavaşca. Dedemin, anılarını öksüz bırakıp yitip gittiği zamanda duran köstekli saat; bana hayat verdiğin zamanda çalışıyor.
Bugün 22 Eylül… Ve ben dedemi ilk kez gülerken görüyorum.
Hülya TÜRK
06/05/2011
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.