- 607 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÇİÇEKÇİ YETER
Öteki hastane kapıları nasılsa öyleydi. Giren çıkan belli değildi. Koluna girilmiş yaşlılar, ardında iki çocuk, kucağında altı aylık bebeğiyle sıra kapmaya çalışan genç hanımlar, elinde cep telefonu ortalıkta dört dönen yüzü asık insanlar.
Tüm bu kargaşa, koşuşturma Yeter’i hiç mi hiç ilgilendirmiyor, o kendi işine bakıyordu.
İzlendiğini hissetti bir ara. Şu otomobilin içindeki adam, ona mı bakıyordu ne?
Önemsemez göründü bir süre. Giderek arttı tedirginliği. Sanki ‘Hanım, sen o çöp poşetleri arasında ne haltlar karıştırıyorsun’ der gibi gülümsüyordu adam.
Dört adım ötede, sabahın serinliğinde soğumuş, sertleşmiş sekiz on simidin ederini düşürüp bir an önce satmanın ince hesaplarıyla bunalan köylüsü, simitçi Dursun’un yana gitti.
Durumu anlattı kısaca. “Bir el etmediği, göz kırpmadığı kaldı papazın” dedi.
Adama şöyle bir bakıp zararsız cinsten olduğunu anlayan Dursun, “Fena mı, ‘kimse yüzümüze bakmıyor diye yakınırdın ya’ işte biri bakıyor, hem de gülümseyerek, daha ne istiyorsun? Takma kafana, bu adamdan sana zarar gelmez Yeter Abla” dedi.
“Kimse iyiliğinden, gönül almak için gülümsemez bize, niyeti bozuk değilse elimi keserim. Sabahın köründe, aç susuz gelmiş işimizi yapıyoruz şurada! İyi ki bir araban var papaz! Haberin var mı senin, üç yıldır tozunu toprağını yutuyorum buranın. Keyfimizden yapmıyoruz her halde. Çoluk çocuğunu okutmuş, torpilini bulup iş sahibi etmiş, yuvadan uçurmuşsun belli. Yaptığım işe gülüyor, benimle alay ediyorsun ya. İki göz gecekonduda, yedi horantayla neler çektiğimden haberin var mı senin?”
Kâr zarar hesaplarının bunalttığı Dursun, köylüsünü başından savmak için, “Bana Ne söylüyorsun, git adama söyle” dedi. İyice sinirlenmiş, burnundan soluyan Yeter Ablasını kolundan tutup, çiçeklerinin başına götürdü.
“Hadi bırak işkillenmeyi, daha derlenecek bir sürü çiçeğin var, bitir bir an önce, şimdi müşteriler gelmeye başlar, saat dokuza geliyor” dedi. Yardım etmenin, omuz vermenin hoşnutluğu ile tezgâhının başına döndü.
“Bir kez satıldı, kullanıldı diye çiçeğe ne olur ki? Ne mikrobu olacakmış canlı mı bu meretler de mikrop taşısın? Çöpe atılsa bile yine toplayıp satmayacaklar mı sanki? Bir siz mi biliyorsunuz her şeyin doğrusunu?” diye ikircikli söylendi Yeter.
Köylüsünden aldığı destekle, bu kez o başladı adama, ‘sen oradan hiç çıkmayacak mısın?’ der gibi dik dik bakmaya. Adamın gülümseyen gözlerine karşın, Yeter’in ki zehir zemberek cinsinden bakışlardı.
Büyük, siyah çöp poşetinden çıkardığı örselenmiş çiçek demetlerini Yeter’in usta elleri baştan yaratıyordu sanki. Önünde, yana yana konulmuş üç plastik sebze kasası vardı ve neredeyse üçü de dolmuştu. Rengârenk gül, kır çiçeği (en çok da papatya), orkide ve lale demetleri birbirlerine yaslanmış, kucak kucağa duruyordu kasalarda. Başını kaldırınca bir kez daha göz göze geldi otomobilinin içinde, alaysı gülen adamla. Tükürmek geldi içinden, kendini tuttu.
Döngel demetlerinin biteceği yoktu, bereketi üstündeydi bugün. Evlenip, üç gün sonra baba evine dönen oynak karılara benzettiği yapma çiçek demetlerine Döngel adını, ortanca kızı Gülperi koymuştu. Anasına, işaret koyduğu bir demeti dört kez yeniden sattığını kanıtlamıştı Gülperi. Taburcu edilen hastalar, bu kokmaz bulaşmazları yanlarında götürmüyorsa Yeter’in bunda suçu neydi. Satış tezgâhının başına geçirdiği Gülperi, elinden iş gelen, güvene bileceği, aklı başında tek kızıydı. Annesi gibi sabahın köründe kalkmaz, uykusunu alır, saat on sularında ancak gelirdi işinin başına.
Kızını düşünürken bile kaçamak bakışlarla adamı izlemeyi sürdüren Yeter, onun arabasından çıkmaya hazırlandığını görünce tansiyonunun yükseldiğini hissetti.
Konuşurken dilinin dolaşmasından korkuyordu.
Söyleyeceklerini toparlamalı bir vuruşta haddini bildirmeliydi moruğa.
Belâsını arıyordu bu adam, sessizce gideceği yerde gelip önünde durdu Yeter’in. Gülümseyen, sevecen, anlayışlı bir sesle, “Kolay gelsin hanım, ne güzel iş bulmuşsun kendine!” dedi. Düşündüklerinin bir bölümünü söylemedi, sakladı.
Yeter, beklediği olumsuz havayı yakalayamamıştı adamın sesinde. Ne diyeceğini bilemedi, kısa bir süre sustu. Söz altında kalacak da değildi.
“Kolaysa başına gelsin efendi, sabahtan beri bakıp gülüyorsun, ayı mı oynatıyoruz burada?” dedi.
“Yanlış düşünüyorsun hanım, çalışkanlığın, ellerinin ustalığı hoşuma gitti, kötü bir niyetim yoktu” dedi. Yeter alttan almadı, adama karşı dikliğini sürdürdü.
“İşin yok mu kardeşim? Benim çalışkanlığımı, ustalığımı beğenecek kimsem yok mu sanıyorsun? Yürü hadi, hastanenin kapısı orada, elin karısıyla kızıyla dalga geçeceğine derdine yan” dedi. Kendisini hayranlıkla izleyen köylüsü simitçi Dursun’a haince bir göz kırptı.
Yediği zılgıt, yüzündeki gülümsemeyi söndüremedi adamın. Gösterilen kapıya doğru yürüdü yorgun adımlarla.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.