AŞK, GEZGİNLİKTİR KENDİ RUHUNDA
Gecenin karanlığında bir ses duyuldu:“Tamara beni biraz sev! Beni, sev biraz Tamara!Kısa bir suskunluğun ardından karşılık geldi:“Seni seversem sen âşık olamazsın ki… Eremezsin büyük kâinat ile küçük kâinatın sırrına!”“Ben” dedi genç adam:“Büyük ve küçük kâinatın sırrının peşinde değilim. Tek arzum senin beni sevmendir. Senin gül bahçende dolanarak senin sırrına ermemdir.”“Olmaz” dedi kız. “Bu aşkın kurallarına aykırı. Sen aldanma günün sevdasına. Onlar sadece sevdiklerini sanır. Sevda sandıkları hevesleri uğruna ölür ve öldürürler.”“Peki, nedir aşk dediğin şey Tamara?” diyerek ağladı genç adam.Kızın yüzünün bir yarısına ay, diğer yarısına ise yıldızların ışığı vuruyordu. Gözleri kamaştı, hangi ışığa yaklaştığını, hangi ışığa, hangi yanına âşık olduğunu bilemeden yalvardı. “Günümüzün âşıkları gibi değilim ben. Ben seni ne ölmek ne de öldürmek için seviyorum. Sadece seni yaşatmak istiyorum.” “Beni sadece kendinde yaşatmakla bu aşk aşk olmaz. Aşk öyle olmalıdır ki asırlar sonra bile olsa dilden dile gözden göze dudaktan dudağa masal gibi gezsin.” “Fakat” dedi genç adam:“Benim buna ne gücüm var ne de takatim. Sadece dizlerinde yatmak ve başucunda yaşlanmak istiyorum.”Ağladı genç adam:“Tamara beni biraz sev! Yoksa tende bu can, eriyecek mum gibi. Sönecek kayan bir yıldız gibi. Kuruyacak suyu kesilmiş dere gibi. Yıkılacak köklerinden sarsılan çınar gibi.”“Olmaz” dedi, kız “olmaz.” Bu aşka aykırı.”**** Sabah olmak üzereyken genç adam alnında terlerle uyandı. Gördüğünün bir kâbus olduğunu düşünerek doğruldu yatağından. Lavaboya gitti, elini yüzünü yıkadı, aynada kendine baktı. Yüzüne düşen çizgileri yeni fark ediyordu. Parmak uçlarıyla dokundu. Aynada ki gözleriyle iç içe geçti bakışları. Öylece kalakaldı. Esra, onu terk edeli iki gün bile olmamıştı. O’nun ansızın terk edişi karşısında bu denli etkileneceğini düşünmüyordu. Sabah olmadan diğerleri gibi onu da unuturum demişti, ama aldanmıştı. Duyguları tarafından ilk defa aldatılmıştı. “Kendi duygularım, kendi benliğimi aldattı” dedi, aynadaki yüzüne bakarken. Gözlerini, gözlerinden kaçırdı. Uzun süredir ilk defa titrediğini hissetti. Çok uzun zamandır sinirlerinin bu kadar bozulduğunu hatırlamıyordu. Kendini yaşamdan soyutladığı günden beri hiçbir şeye karşı duyarlı davranmadığını düşündü. Kız kardeşinin düğününe bile işlerinin yoğunluğunu bahane ederek gitmemişti. Oysa biliyordu ki hiçbir işi yoktu. Bütün işi evde tek kalmaktı. Sadece yatıyordu, uyumuyordu da.Düğüne yakın kendisini arayan kardeşine:“Acilen şehir dışına bir toplantıya katılmak üzere çıkacağını” söylemişti. Kız kardeşi onun bu duygusuz sözleri karşısında şaşakalmış:“Fakat ağabey, biliyorsun, geleneklerimize göre kuşağımı senin bağlaman gerek” demiş, ağlamaya başlamıştı. İçinden küfürleri savurmamak için kendini zor tutmuş, âdetlerin de canı cehenneme diyememişti. Telefonu kapamak yerine duvara fırlatmıştı öfkesini saklama gereği duymadan. Kimden saklayacaktı? Kendinden mi? Günlerdir evden çıkmıyordu ki… Zaten milenyumda depresyona girmesinin nedeni de bu âdetler değil miydi? Beşik kertmesiyle evlenmek zorunda kalmamış mıydı? Üniversiteyi bitirdiği yıldı. Çok iyi hatırlıyordu. Nasıl unutabilirdi ki? Gazetecilik bölümünü bitirmiş, iyi bir yerden teklif aldığı günlerdi. Rahmetli babasının karşısına dikilip:“Oğul, artık beşik kertmeni sana alabiliriz.” dediğini. Bu söz değil miydi zaten kendisini önce hızlı bir çapkın yapan sonra da hayattan elini eteğini çektiren. Kendini doktor odasında bulduğu gündü, her şeyden vazgeçtiğini düşündüğü o gün! Doktor, ağır bir depresyon geçirdiğini söylediğinde bile gülmüştü. Hayattan vazgeçtiği zamanlardı Esra’yı tanıması… Ama şimdi gülemiyordu, gülmek mi dedi biri, hıçkırıkları kesildi, nefesi derinleşti; duvara yaslandı ve ağlamaya başladı. Bu iki gün neden bana asırlar gibi geliyor. Yoksa aylar sonra yaşadığımı yeni mi anlamaya başladım. Neden Esra’nın gidişinin ardından rüyamda Tamara adlı kızı görüyorum. Beni sevmesi için ona yalvarıyorum. Ne oluyor bana? Yaşama döndüğümü düşünürken yoksa yine bir hayal âlemine mi dalıyorum? Yüzünün bir yarısı ay, diğer yarısı yıldız olan, fakat bütün çıplaklığıyla göremediğim bu yüz. Sadece sesini duyduğum berrak sudan asude, hafif esen yelden daha ruh okşayıcı olan bu ses. Ve neden aldandığımı söylüyor günümüzün sevdalarına.Ellerini saçlarında gezdirdi. Parmaklarıyla gözlerini ovuşturdu. Yanağından düşmekte olan gözyaşını sildi. Evden çıkmalıydı, gitmeliydi… Kahvaltı yapmadan ofise gitmek için evden çıktı. Otobüse bindiğinde bir parfüm kokusu sardı ortalığı, gözleri ve burnu, kokunun sahibini arıyordu. Esmer, uzun denilebilecek hafif makyajlı bir kızdan geldiğini fark etti. Gözlüklerin altında aslında çok çekici bir dişinin var olduğunu gördü. Başının döndüğünü, içinde bir şeylerin kımıldandığını hissetti. Kız, gülümseyen gözlerle kendinden tarafa baktığında istem dışı gülümsedi. Birkaç durak sonra kız otobüsten indi. Aklı kalmıştı, otobüs köşeyi dönüp gözden kaybolana kadar baktı.Sabah evden çıkmadan önce gözünden akan yaşlar düştü aklına. “Bir ömür onu bekleyemem ya” dedi, mırıldanarak. Ofise yakın duraklardan birinde indi. Kalabalık sokağı adımlamaya başladı. Karşıdan, sisler içinde kalmış camiye baktı. Şehir yeni canlanıyordu. Araba gürültülerine, işyerlerinden yükselen kimi televizyon kimi müzik sesleri karışıyordu. Aslında bunları kendiliğinden duymuş ya da görmüş değildi. Ansızın arkasından omzuna dokunan elin sahibini görmek için döndüğünde görmüştü. İş arkadaşı Metin, kendisine durakta indikten sonra seslenmeye başlamıştı… Kulaklığı da Metin’i duymak için çıkardığında duymuştu bu kadar gürültüyü de…İçinden derin bir nefes aldı, siyah mont içerisinde zaten çok yakışıklı olan arkadaşıyla karşılaştığında. Elinde tuttuğu telefonunu cebine koydu, göstermemeye çalışarak. Yoksa yolda bile yürürken cep telefonundan internete bağlandığı anlaşılacaktı. Dün gece rüyayı, daha doğrusu o kâbusu görmeden önceydi; sarışın, beyaz tenli uzun boylu bayanla tanışması… Gecenin bir yarısına kadar sohbet etmişlerdi. Şuan neyden konuştuklarını bile hatırlamıyordu bile. Aklında sadece isminin Beyza olduğunu hatırladığı bayanın beyaz uzun bacakları kalmıştı.Metin’le hiç konuşmadan ofise girdiler. Kapının sağ tarafında duran çaycıdan birer çay aldılar ve her ikisi de çalışmak üzere kendi masalarına gittiler. Yanına yaklaşanın Belgin olduğunu topuk seslerinden anladı. “Belgin, Belgin Doruk gibi kız canım!” dedi içinden “yanağında sadece beni eksik.” Mini eteğiyle geçti yanından sadece “günaydın” dedi hiç bakmadan. Masasında duran günlük gazetesini açtı. İlk birkaç sayfasını gözden geçirmişti ki ruhunun daraldığını hissetti. “Kardeşim bu memlekette başka iş güç kalmadı mı? Ya ölen kalanların haberi ya da hep paparazzi. Bana ne! Kim kimle çıkmış… Kim kimi öldürmüş… Ekonomi sayfasını açtığında gözlerine inanamadı. Dolar, Eoru hatta altın almış başını gidiyordu. Masasına vurdu: “Aman! Aman” dedi. “Sen sen ol, ne kimseye borç ver, ne de kimseden borç iste!”“Buradayım, masaya üç kere senin değil benim vurmam gerek” diyen ses bol kahkaha ile doldurdu kulaklarını. Yapılan buz gibi espriye tebessüm etmek zorunda kalışına güldü içinden. Ofisin sekreteri Nilgün’dü, bu sesin sahibi. Aşırı makyajıyla şebekleri andıran bu kızı, işe girdiği ilk günden bu yana sevememişti. Neredeyse bir yılı aşkın süredir bu ofisteydi ve onunla merhabalaşmamak için bile kızın masasında olmadığı anlarda kalkardı masasından. Şimdi ise durduk yere yakalanmıştı. Ne yapıp edip elinden kurtulmalıydı: “hayatımda tek hoşlanmadığım kadın tipi bu… Süslendikçe zeki olduğunu sanan kadınlar…”Düşüncelerden sıyrılıp Nilgün’ün yanından kaçmak için Metin’e dosya vermesi gerektiğini söyleyerek masada duran bir dosyayı alıp uzaklaştı. Bunu yaparken göz ucuyla kadına alıcı gözle baktı:“Aslında bu geceyi geçirmek için hiç de fena olmazdı?” diye düşündü. Kapıyı kapatıp onu göremez olduğunda derin bir soluk aldı. “hayır, hayır… Tek gecede olsa böyle şebek biriyle birlikte olamam!” dedi.Boş bulduğu anda hemen cebinden internete girdi. Kendisine mesaj yollayanlara baktı, tek tek okumak istemedi. Mesajların kimden geldiğine baktı, önemsiz bulduklarını hiç açmadan sildi. Nilgün geldi aklına. “Yalnızlığımı paylaşabilirim belki de onunla” dedi. Bu söylediğine kendi bile inanmadı. Buse geldi karşısına. Kendisini deli gibi seven karısı. Daha doğrusu beşik kertmesi. Babasının zorla kendine aldığı “karısı.” “Beni gerçekten sevmiş miydi” diye sordu. Onunla geçirdiği son geceyi hatırladı. Akşam yemeğinden sonraydı, karşısına alıp konuşmaya karar verdiğinde. “Gideceğim” demişti. “Senden uzaklara. Senin beni göremeyeceğin, bulamayacağın yerlere. Sonra gülmüştü, gülmekte değil bu kahkaha karışımı ağlamaklı bir sesti. “Biliyorum ki ben gidince derin bir nefes alacaksın. Gittiğimde beni bir an bile aklına getirmeyecek nerede olduğumu bile merak etmeyeceksin.”“Seninle evlenmek istemediğimi sende bende biliyorduk” demiştim. Öfke, nefret ve üzüntü karışımı bir ses tonuyla. “Bunları konuşmak istemiyorum” demişti. Bazı şeyleri duymak duymamaktan daha iyidir. Hiç değilse hayalinde yaşamak istediğini yaşabilirsin, duymadığında demişti. “Nereye gideceğini sorduğumda:“Kayıp kentleri bulmaya” demişti. Kazı ekibinde görev aldım. Uzun bir çalışma olacak. Bu da evliliğimizin bitmesi için iyi bir neden, kocasıyla ilgilenmeyen bir kadın, her zaman önce kocasının yanından sonra da toplumun huzurundan kovulmaya layıktır.” demişti, gururunun incindiğini belli etmek için kırılgan bir sesle. Doktorun odasından çıktıktan sonraydı. Yok yok, daha sonralarıydı. Zorla arkadaşları tarafından götürüldüğü bir cafedeydi. Metin’in arkadaşlarından biriydi. Esmer, uzunca sayılacak biriydi; Esra… Esra’nın ruhunu delip geçen bakışlarına kendini bıraktığı zamanlardı. Uzun süre alışamamıştı bu gerçek ilişkiye. Esra’nın gözlerine bile bakmaya başladığında tanıştıklarının üzerinden iki ay geçmişti. Bu süre zarfınca “gerçek dünyanın” aşk kurallarını hatırlamaya çalışmıştı. Unuttuğu insanî ilişkilere alışmaya başladığı dönemdi. Doktorun “depresyonu” yeniyorsun!” diyerek odasından yolladığı günlerdeydi. Evden çıkmaya, sokaklarda dolaşmaya, kalabalık içerisine girmeye alıştığını sandığı günlerdi. İşten geldiğinde bazı günler televizyonu da açtığı olmuyor değildi. Açtığında ise üzüldüğünü ya da üzülmüş gibi olduğunu hatırlıyordu. Bilmediği hiçbir zamanda bilemeyeceği insanların, öldüklerini, trafik kazası geçirdiklerini ya da terk edilmeyi hazmedemediğinden dolayı rehin alınan sevgililer, soyulan bankalar ya da iş yerleri. Yanaklarını şişirerek kapatırdı televizyonu. “Kendi sıkıntılarım yetmiyor gibi bir de hiç tanımadığım ve tanımayacağım insanların sıkıntılarını, acılarını kendime dert etmenin ne anlamı var?” diyerek kapatırdı televizyonu. Günler boyunca hatta aylarca evden çıkmadığı, mağara hayatı yaşadığı zamanlardı. Esra’nın, onu gerçeğe davet etmesi. Gülmelerin, ağlamaların dokunmamın gerçek olduğu âleme… Güllerin kokusunun duyulduğu, aldığın her şeyin karşılığının para olarak verildiği dünyaya… Taner, bir türlü gerçeklerle yüzleşmeye yanaşmıyordu. Öylesine kaçıyordu ki yakalanmak korkusunu bile unutmuştu. İşe gidiyor geliyor; sonra yatağında sabahın olmasını bekliyordu. Günlerce Esra’ya alışmaya çalıştı. Onun gülüşüne, bakışına, konuşmasına, hatta yürümesine bile alışmaya çalışıyordu. Depresyonda o kadar çekmişti ki kendini gündelik yaşamdan sadece uyumak istiyordu. Hayattan bir beklentisinin olmadığından o kadar da emindi. ********Gecenin karanlığında bir ses duyuldu:“Tamara, beni biraz sev! Sev beni biraz Tamara”“Âşıklığın kuralları vardır oysa” diye başladı neyden tatlı bir ses:“Önce gözler görür, sonra aramaya başlar… Akıl nerede diye sorgulamaya geçtiğinde kalp çoktan teslim olmuştur kedere.” “Fakat ben keder aramıyorum, hüzünde… Acılar bizden uzak olsun! Meylerin kokusu ve meyhane uzak şehirlerin izbe köşelerinde solusun! Şairler şiirlerini, gecede yazarken ruhumuz en güzel mısraları buluşmasında bulsun… Uzak et dertleri, kederleri, hüzünleri bahçemizden…”“Kedere boyun eğmeyen aşkın kıymetini bilemez.” dedi sesin sahibi. “Kıymet bilmeyende aşk ile gezemez. Hevesin aldığın gün biter bütün mutluluklar… Gördüğün bütün güzel düşler cam kırıkları gibi dağıl etrafa ve canın yakar. Yandıkça canın sevdiğinin bir teline kıyamazken düşer gözünden yaşlar.” Yaşamı boyunca kendine ait olabilecek bir kadın arayıp durmuştu. Fakat bir gün kendinin bu kadına vereceği sadakati olmadığını gördüğü gündü… Yaşamı boyunca kaçtığı gerçeklerle yüzleşmek yerine kendine bir oyuncak daha bulduğu zamanlardı… Kendinde olmayan sadakatin, gölgesi peşinde sürüklendiği akşamüstleri…Sanal da bile o kadar arkadaşının içinde tek kaldığını anladığı geceydi… O sabah Esra onu terk etmişti. “Gerçekleri kabul ettiğin gün dön” demişti. Gerçekleri gördüğün gün… “Sen de insansın” demişti “hataların olabilir. Hatalarınla kendini kabul ettiğin gün çık karşıma. Mükemmel olamazsın ve hiç kimse de mükemmel değildir.” “Boşanmaların artmasının nedeni de bu değil mi?” demişti. “Karşındakine âşıkken onun hiçbir kusurlarını görmezsin. Ondan mükemmel insan, ondan akıllı insan yoktur. Ve dünyadaki en güzel varlık da odur. Fakat ne zaman ki aşk biter, güzellikler perdesi gözlerinde iner; karşındakinin mükemmel olmadığını, sadece onu gözünde büyüttüğünü fark edersin. Sonunda da ceketini alır çıkarsın evden.” demişti.Ya aşkla daha on yedi on sekizde karşılaşanlar. Kendi benliklerini öğrenmeden aşkın peşinde koşanlar. Kişiliği oturmamış olanlar, onlar ki aşkı sadece benlikleri için gururları için isterler ve “ ya benimsin ya toprağın” “ya hep ya hiç” felsefesiyle yola çıkanlar… “ak ile kara”nın savaşı gibi… Onlar ki iki türlü aşk olduğunu bilmezler. Birine roman gözüyle diğerine de masal gözüyle bakarlar. Ya biridir, ya diğeri başka yol yoktur. Aşkın iki kapısından birinden geçerler. Ya Werther gibi intiharı seçerler -ki bu günümüzde karşısındakine de zarar vermeye kadar gitmiştir. Bu nedenle de dillerine pelesenk olmuştur “ya benimsin ya toprağın” sözü- diyerek devam etti:“Werther, sevdiği, âşık olduğu kadının başkasıyla evlenmesi üzerine onu başkasıyla her gün görmekten yorulur. Bunu bir türlü kabullenemez ve sonunda intihar eder. Günümüz insanı, Werther’in yolundan gitmekle birlikte işi biraz daha büyütür; bazen kendisiyle birlikte sevdiğini bazen de sadece sevdiğini öldürür. Dönüp baktığında bunu “aşkı” için yaptığını bildiren mektuplarla notlarla karşılaşırsın. Elimdeki kaşığı bırakmış, onun gözlerinin içine bakmaya çalışmış:“Belki de bunda haklıdırlar.” demiştim. İçimden ise, “bunu sadece seni sinirlendirmek için yaptığımı bilsen” diye geçiriyordum. Mum ışığında sinirlendiğinde daha da güzel ve çekici olacağını biliyordum. O ise, öfkesini saklayamadan:“Sence haklı olabilirler. Fakat bu aşkın ve âşıklığın kurallarına aykırı! Çünkü seven sevdiğini, ondan karşılık görmek uğruna sevmemeli. Karşılık görmeyi bekleyerek severse bu sadece sadist benliğini tatmin etmekten öteye gidemez. Bencil ruhunun yansımasından öteye geçemez. Raflarda duran bir kitabı alıp anlamadan okuyup tozlu rafa yeniden bırakmak gibidir. Yani, küçük bir çocuğun elinden şekeri aldığında, alana saldırması gibi.” İkinci yol ise demişti elindeki bardaktan bir yudum aldıktan sonra; mecnun gibi çöllere düşer; sonunda gerçeği anlarlar. Aşk, gezginliktir aslında kendi ruhunda. İçine bakmanı sağlayan bir ayna. Kendini çıplak gördüğün gökyüzü. Bakan senin kızgın çöllerde adımladığını sanırken ruhunun derinliklerinde nefes “kendini” bulmanı isteyen asıl “benliğinle” karşılaşmandır. Günümüzde aşk, gerçek benliğinden uzaklaştı diye devam etmişti konuşmasına.” Nereden düştü şimdi bunlar aklına? Nilgün’den kaçarken ve cep telefonundan internete girerken…Kapıyı aralayıp içeri baktığında Nilgün çoktan gitmişti. Rahat bir nefes alıp masasına döndü. Etrafındaki bayanları izlemeye koyuldu. Birinin gülümsediğini bir başkasının önündeki dosyaya iyice gömüldüğünü, bir diğerinin ise, elinde kahve fincanı pencereden sokağı izlediğini gördü. Kendinin farkında olan bir Allah’ın kulu yoktu. Herkes kendi işiyle meşguldü. İçinden onları izlemek gelmedi. Gazeteyi karıştırmaya başladı. Okumuyordu, sadece okur gibi hatta bakar gibi yapıyordu. Sayfalarını çevirdi, çevirdi gazetenin son sayfasına geldiğini bilmedi. Dosyalara uzandı. İçinden hiçbir işi yapmak gelmese de akşamın olması için çalışması gerekti. Yoksa ucu bucağı görünmeyen karanlığın saçlarını nereden görecekti. Bir bara gidip biraz zaman öldürmeliyim belki de dedi kendi kendine. “Ona” dedi “yazışarak bile olsa o kadar çok alışmıştım ki… Yazdıklarını ruhumun derinliğinde hissediyordum. Bakışını görmesem de sesini duymasam da… Yaptığı yemekleri gerçekte yemesem de… Ona gerçekte dokunmasam da… Ama alışmıştım işte. Hayatımın ayrılmaz bir parçası olup çıkmıştı. Bir insan görmeden de sevebilirmiş. Ya ansızın çekip gidişi. Hiçbir şey açıklamadan. Gecenin kör karanlığında. Kör olduğumu sanmam. Bir insan görmeden de acı çekebilirmiş. Bu kadar acı çekmeye değer miydi birini sevmek? Onu hayatının merkezi yaparak kendi benliğini silmek? Akşam olmasını neden bekliyordu ki… Esra çoktan terk etmişti kendini. “İki türlü aşk vardır: ya Werther gibi intihar edersin ya da Mecnun gibi gerçeği bulursun. “İnsanlar demişti, aşkın mahiyetini unutalıdan beri hevesin gölgesinde yaşadılar, acılarını ve sevinçlerini. Her gün değiştirilen bir “gömleğe” bile benzettiler. Oysa insan, hele de insanın taşıdığı aşk, bu kadar ucuz olmamalıydı. Aşk, ömürlük iken kimileri de onu üç yıl gibi bir zaman kafesine hapsetti.” demişti. Elindeki meyve tabağıyla koltuklardan birine oturmuş, elmayı soymaya başlamıştı. Ya Platona ne demeli. Platonik aşkın gölgesinde geçen yıllara? Filozofça bir açıklama getirebilir misin? Sevdiğinden sevilenin haberinin olmayışı. Bu belki sadece şairlerin işine yarar. Acı çekerek harika şiirler vücuda getirebilirler. Ya senin benim gibi sıradan insanların ne işine yarar? Sadece var olduğunu anlamak için habersiz bir aşkın peşinde kayıkta bilmediğin denizlere kürek çekmenin bir anlamı olabilir mi? “Bu çok saçma” demiştim. Hayatıma girip çıkan kadınları hatırlayarak. Çapkınlığımın eseri bütün gözü yaşlı sevgililerimi bırakıp gittiğimi düşünerek. Yaşanmışlık adına bir tat taşımıyorsa sevmek “sevmek” olabilir mi? Hayatı filozoflar gibi yaşamak istersek kendimizi Diyojen gibi bir fıçının içine tıkmamız gerek!”Bunu söylerken bile “girdiğim depresyonun bütün etkileri ruhumda gezinip duruyordu. Neden karımı, toprakların altında kazı yapmaya bırakmıştım? Onu hiçbir zaman gerçekten de sevemez miydim? Ya Esra? Bütün çabasına rağmen gerçeklerden kaçan birine neden bu kadar sahip çıkıyor. Bu kız, benden de deli” diyerek tebessüm etmiştim. Esra:“Zaten muhalifi Aristoteles de onun bu aşk anlayışı karşısında bir çözüm geliştirir. Düşünsene toplumu oluşturan bütün bireyler, “platonik âşık.” Hiç kimse, gözlerinin içine baktığı kişinin âşık olup olmadığını bilemeyecek. Bu aile kavramının bitmesi demek.” Sonra da eklemişti:“Hayatı filozoflar gibi yaşayamayız. Fakat onların tanımları bizim yaşantımızı etkiler. “Sevmek acı çekmektir, sevmemek ölmek. Sevmek zevktir ama yalnız sevilmenin hiçbir zevki yoktur.” diyerek aslında platonik aşka karşı olduğunu söylemiyor muydu?Hadi sen de yeter kendinden korktuğun. Kaçtığın yalnızlık ağacının altından kalk ve saklandığın âlemden kendine bak!” demişti. En son akşam, akşam yemeğini masaya koyarken… Gideceğini bildiği için mi anlatmıştı bunları. Yoksa anlattıktan sonra mı gitmeye karar vermişti. Bütün lambaları kapamıştı o gece. Sadece bir mum yanıyordu masada. Yüzünü hafiften saklayan karanlık. Belki de sesinin titrediğini anlıyordum ama ağladığını görmemiştim. Ağlamış mıydı o gece bütün bunları anlatırken. Eve geldiğinde evin akşamdan kalmış dağınık haliyle karşılaştı. Evi çevirip toplayan birinin olmadığını unutmuştu. Televizyonun kumandasına bastığını çıkan sesle duydu. Bir de terlik giymediği ayaklarının acımasından. Eğildi, kumandayı aldı, boş koltuklardan birine attı. Bilgisayara baktı, yaklaştı, dokunmaktan korktu. İlk defa uzun zamandır, yeni tanıştığı bir kadına dokunmaktan korkar gibi korktu bilgisayara dokunmaya. Kendini koltuklardan birine attı. Kravatını gevşetti, olmadı çıkardı attı. Mevsim sonbahar olduğundan üşüdü biraz. Sonbahardan mı üşüdüm diye sordu kendine. Yoksa yalnızlığını gören Esra’nın yokluğundan mı? Bilemedi. Sustu. Gecenin karanlığında bir ses duyuldu:“Tamara, beni biraz sev! Sev beni biraz Tamara”“Sevmek için düşünmek gerek. Düşündükçe sevdiğini daha çok seversin. Düşündükçe sever ve bilirsin. Sevmek düşünmektir. Düşünmekse bilmek!” dedi. “Neyi bilmek gerek Tamara”“Sevmenin kurallarını” dedi, ılık bir bahar mevsimi gibi esip gelen sesi. “Sevmenin kuralları olur mu? İnsan içinden geldiği gibi sevmez mi, sevmek içgüdü değil mi?” “Düşün” dedi ses tekrardan…Uyandığında yine terlemişti. “Bana ne oluyor böyle” dedi. Cep telefonunu aradı, bulduğunda hafızasında tek saklı kalan kadının numarasını Esra’nın numarasını çevirdi. Aradığınız kişiye ulaşamıyor diyen boğucu bir sesle karşılaştı. Öfkeden titreyen ellerini yatıştırmaya çalışırken “kahve içsem iyi gelecek” dedi. Kalktı, mutfağa adımladı. Suyu ocağa koydu. Yanı başında kaynamasını beklerken kahve bardağına üçü bir arada paketlerinden birini açarak boşalttı. Su kaynayınca bardağa doldurdu. Karanlıkta pencere kenarına geldi, oturdu. Yolu izlemek için perdeyi çekti. Felsefe eğitimi almamıştı, Esra. Bildiği kadarıyla gazetecilik bölümünden mezundu. Durdu, onun hakkında ne de az şey bildiğini fark etti. En azından ona ulaşabileceğim bir numara var diye geçirdi içinden. Kalktı, bilgisayara doğru adımladı. Tarlasında toplaması gereken ekinler vardı. Tabi şimdiye kadar çürümedilerse eğer. Kendisine selam verenlere karşılık yazmadı. Yazmayacaktı bu gece. Ve bundan sonraki gecelerde. Yalnızlığımı giderecek kimse yok dedi. Aklına eski zamanlardan kalma belki de lisede iken zoraki öğrendiği bir beyit düştü:“Ben gurbette değilim/ Gurbet benim içimde” “Yalnızlığına alışmasın demişti”, Esra. “İnsan, sosyal bir varlık ama sosyal olduğu kadar da gece tek başınadır. Bunu kabullen”, demişti. “Seni bırakıp gidenler olabilir, ama varlığıyla etrafında senin fark etmeni bekleyen insanlar var.” demişti. O son akşam. “Gideceğini biliyordu”, demişti Taner, öfkeyle. Bildiği için bildiklerini paylaşmaktan sakınmadı. “Sen” demişti, gözlerimin içine bakarak:”Newton’un sözlerini hatırla” :"Aşk köprü kurmaktır. İnsanlar köprü kuracaklarına duvar ördükleri için yalnız kalırlar." Kabullenmiyorsun, kalabalık içinde yalnızlığı. Bu nedenle yalnızlığı sen örüyorsun kendine. Kalabalık içinde tek bırakarak kendini cezalandırıyorsun. Sanalda mutlu olduğunu sanarak kendini avutuyorsun” demişti.“Anlamıyor musun, her şey sende başlayıp sende bitiyor…” En son “yeter” diyerek yemek masasından kalktığını hatırlıyordum. “Senin bu saçma sapan psikolojik ve de sosyolojik verilerini dinleyemem. Ben yalnızlıktan hoşlanıyorum. Kendime duvar örebilirim, bu duvarın ustası benim. Sanal dediğin âlemde ben çok mutluyum. Beni gerçekte sevmeyecek insanların, hepsi beni orada seviyor. Varlığımın farkındalar. Bu farkındalık ile bende yaşadığımın farkındayım.” demiştim, derken bile inanmadığım yalanıma. “Anlamıyorsun, mutlu olabilirsin tamam. Ona sözüm yok. Fakat gerçekle ilişkilerini koparma, sadece. Seni gerçekte seven insanların olduğunu bil” demişti. Sinirden kızarmış yanaklarını şişirip somurturken. Gecenin karanlığında bir ses duyuldu:“Tamara, beni biraz sev! Sev beni biraz Tamara”Gecede serin esen rüzgâr gibi teni ve ruhu okşayıp geçti bir ses:Sen dedi:“Atmalısın üstündeki tozları. Arınmalısın kendi aşk anlayışından. Uyanmalısın kendi masallarından. Dirilmelisin ve’l basu bade’l- mevt’te! Yoksa nerede kalır senin âşıklığın.”Genç adam ağladı:“Tamara, ölmeden önce nasıl ölür insan! Ruhum ve benliğim senin güzelliğin karşısında canını feda etmeye hazırken. Öl de öleyim! Ben nerden bileyim ölmeden önce ölmeyi! Ağladı, ağladı. Gecede gözyaşları yağmur oldu aktı. Yıldız yıldız ağladı, ay oldu ağladı. Karanlık oldu ağladı. Gözyaşlarının içinde bir ses duyuldu:“Ağlamak, ruhu inceltir. Geçersin sende kıldan ince köprüden. Ağlamak, cana ilaçtır. Dertlerinin dermanıdır. Ama dikkat et yüreğindeki aşkın ateşini söndürmesin. Dikkat et, gözyaşların içindeki kini, kibri ve intikam duygusunu coşturmasın! Dikkat et ki gözyaşı seli, seni ve sevdiğini sele alıp gitmesin.”Taner uyandığında gece yarısını biraz geçmişti. Düşünde düşündü. Gecenin karanlığında aklında parlayan güneşi gördü. Arınmalıydı artık geçmişinin karanlığından ve geride bıraktığı ne varsa hepsinden. Kendi benliğini yeniden inşa etmeliydi. Esra’yı bulmalıydı, kendini kendi gibi kabul eden kadını. Eksikleriyle hatalarıyla seven kadını!Güneş doğmak üzereydi. Yeni, bambaşka bir sabaha! Aşk dedi kendi kendine mırıldandı:“Gezginliktir, kendi ruhunda!”***Esra, gece boyunca uykusuz kalmıştı. Gözlerini açtığında Taner’in kımıldandığını gördü. Geçirdiği trafik kazasından bu yana iki hafta geçmişti. Gözleri doldu. Doktora haber vermek üzere aceleyle odadan çıktı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.