BÖYLESİ HİÇ GÖRÜLMEDİ
Genç yaşta eşini, ani bir kalp krizi sonucu yitiren Aysel Hanım, yedi yaşındaki tek oğluyla yaşamdaki mücadelesinde yapayalnız kalmıştı. Kendisini kısa zamanda toparlamalı, oğluna dört elle sarılarak onun ruhsal dengesini koruyabilmeli; yeni başladığı okulunda başarısını, kesiksiz sürdürebilmesini sağlamalıydı. Ama nasıl?.. İçinde aniden patlayan acı kasırgaları, ruhsal dünyasını, tekrar toparlanması çok güç bir enkazın uçsuz bucağına onu, kıskıvrak, elleri, gözleri bağlı bir mahkum gibi savurmuştu. Sanki nefesi bile ödünçtü artık. İçine zorlukla çektiyi hava, göğsünde kaya gibi ağırlaşıyor, yaşamın sihirli soluğunu, bin bir güçlükle dışarıya kesik kesik bırakabiliyordu. Kurtulma çabasıyla her debelenmesi, işe yaramak yerine; canını almak istercesine boğazına çullanan dev ellerin boğuntusunu, sadece arttırıyordu.
Uykusuz geçen gecelerinde odasına kapanıyor, ağlaya ağlaya laçkalaşmış göz pınarlarından fışkıran yaşları, oğlu görmesin diye, oluk oluk karanlığa boşaltıyordu. Dinlenmeyi çoktan unuttuğu gecelerin sabahlarında biricik yavrusuna, kahvaltılar hazırlıyor, onu öperek, koklayarak sevgi ve ilgiyle uğurladıktan sonra, kurulu bir robot misali hazırlıklarını, her gün aynı şekilde tekrarlayarak işinin yolunu tutuyordu. Uzunca bir süredir kafasına sinen kesif sis, inatla dağılmak bilmiyordu. Her şeyi, otomatiğe bağlamış gibiydi. Bunun karar alma ve başarı gücünü etkilemesinden kaygı duyuyor, “bir de işimi yitirirsem işte o zaman sonumun pimini, kendi ellerimle çekmiş olurum” diye, ürpermesinin önüne geçemiyordu. Oysa sık sık o, yaptıklarıyla her zaman patronu ve arkadaşları tarafından övülür, ortaya attığı özgün fikirler, projelerde hemen yerini bulurdu. Aysel Hanım, yetenekli bir mimardı ve yıllardır emek verdiği işinde, ünlü firmanın birçok projesine imzasını atmış, mansiyonlar kazanmıştı.
Zaman sarkacının topu, sonsuz uzayın en ağır güllesi miydi ki ayak sürüyen çabalar, acı içinde ağır aksak ilerliyor, Aysel Hanım, don vurmuş ruhuyla hantallaşan bedenini, sorumluluklar meydanında, dolap beygiri misali döndürüp duruyordu.
... Sabrın acımasızca sınandığı yıllar, anne ve oğulu, lise diplomasının alındığı törende ödüllendiriyordu. Ahmet, öğretmenlerinin övgülerini kazanmış, sayılı başarılı öğrencilerin arasında yer alarak annesini, seviç göz yaşlarına boğmuştu. Zaman, çekilenlere değen hazinesinin sihirli kapağını açarak hak edenlere sunmak için, hevesli gibiydi. Aysel Hanım, törende, geleceğe dalıp gitmiş, oğlunun üniversiteyi bitirmesinin hayallerini kuruyordu. Baba mesleği gibi mühendis olsa ne güzel olurdu! Anne mesleğini seçtiği takdirdeyse belki, beraberce özel bir proje bürosu açabilirlerdi.
Yıllardır disiplinle sürdürülen yoğun emekli çabaların sonucunda Ahmet, babacığı gibi Teknik Üniversite İnşaat Bölümü’nü kazanarak idealine erişmişti. Düşlediği ve sevdiği dalda zevkle okumak, ne kıymetli bir şans olacaktı! Derslerine ilgi ve özenle odaklandı, dört elle sarıldı. Oğlunu böyle mutlu ve tatmin içinde baba mesleğinin izini sürerken görmek, Aysel Hanım’ın yüreğine, yenilenme aşıları yapıyordu.
Ahmet, bir gece anesiyle evde başbaşa yemek yerken ona, yakın arkadaşının doğum günü partisinde, çok hoşlandığı bir kızla tanıştığını, ondan çok etkilendiğinden bahsetti. Ahmet’in annesine bakan gözleri, guruba tutuklu kalmış gibi alev alev parlıyordu. Annesi heyecanlanarak “oğlum, seni ilk kez böyle görüyorum!” dedi. Aysel Hanım, merakını bastırarak daha fazla bir şey sormaktan çekinse de oğlu ona, Gonca’nın özel bir üniversitede okuduğunu; ince, uzun boyu, yosun yeşili gözleriyle yaşıtlarının ilgi ve dikkatini, her zaman üzerine çeken çok güzel bir kız olduğunu hararetli bir tonda açıkladı. Annesi, oğlunun taşkın hislerini paylaşırken yepyeni bir devreye girdiklerini düşünerek gönlünün hayal bahçesinde, terütaze açan has çiçeklerin arasında, yeniden yaşam bularak dolaşıyordu.
Aysel Hanım, Gonca’yla ilk tanışacağı günü sabırla bekledi. O gün, gelip çattığında onu, biraz abartılı giyim kuşam içinde görse de gençliğine vermiş, daha ilk karşılaşmasında onu sevmişti. Oğlunun ballandıra ballandıra anlatmaya doyamadığı ölçüde de çok güzel, zarif ve çekici bulmuştu. Karşılarından şöyle bir bakınca birbirlerine ne çok yakışıyorlardı! İki gencin arasında, dışarıdan hissedilebilen sihirli bir çekim vardı. Aysel Hanım, özenle hazırladığı yemekleri, bir bir masaya donattı. O, hoş sohbetli, sevilen ve arkadaşları tarafından her zaman aranan sıcak biriydi. Davet gecesinde de Aysel Hanım, tüm misafirperveriğini ve ilgisini ortaya dökerek yemeğin, tatlı bir havada, huzurla seyretmesine itina ediyordu.
Aysel Hanım, oğlundan, bahsettiği kadarıyla Gonca’dan sıkça haber almasına karşın, onu bir daha göremedi. Birkaç kez yemeğe davet etme hamlesinde bulunsa da her seferinde, ortaya sürülen bir takım engenler nedeniyle bu arzusunu, bir kez daha gerçekleştiremedi. Oğlunun uçarı bir mutluluk ve heyecan içinde olduğunu gözleyerek bununla yetinmesini bildi.
Gençler, üniversitelerini bitirmiş, çalışma hayatına atılmışlardı. Gonca, babasının şirketinde, önceden beri tasarlanıp hazır tutulan kadrosuna yerleştirilmişti. Annesi de aynı şirkette yöneticilik yapıyordu. Bir akşam yemeğinde Ahmet, sesinin heyecandan titremesini engelleyemeyerek “annecim, ben Gonca’yla evlenmeye karar verdim!” diyerek sürprizini ilan etti. Biraz duraladıktan sonra, “Ah keşke babacığım da sağ olsaydı da kız istemeye hep beraber gidebilseydik!” diye, mahzunlaşarak gözlerini, önündeki tabağına indirip buruk bir sessizliğe gömüldü. Annesi, oğlunun duygu fırtınalarını, ruhunun derinliklerinde yaşıyordu. O an, hayat arkadaşının varlığına ve desteğine ne kadar ihtihacı vardı! Heyecandan yemek yemeyi kesmiş, ”oğlum, kararından çok duygulandım, mutlu oldum!” Seçtiğin bir hafta sonu, aileyle tanışmaya ve Gonca’yı istemeye hemen gidelim!” diyerek, anneliğin üstün gelen sevgi ve şefkatli kavrayışıyla baba yokluğunun kırık atmosferine, mutlu bir heyecanın dalgalarını yaymaya çabalıyordu.
Kısa bie süre sonra, ana-oğul, her zamankinden başka bir özenle hazırlanarak Gonca’nın ailesiyle birlikte kaldığı köşkün yolunu tuttular. Daha henüz bahçe kapısına varmışlardı ki farklı bir dünyaya adım atmak üzere olduklarını gözleyip ellerinde olmadan irkildiler. Hemen koşan resmi giyinmiş bir görevli, arabalarını park etmek üzere Ahmet’in kapısına doğru yaklaştı. Aynı anda bir başka hizmetli, annesinin kapısını, atik bir nezaketle çoktan açmıştı bile. Köşke girdiklerinde ise şaşalı bir zenginlik içinde kendilerini buluveren anne-oğul, şaşkınlıklarını gizlemeye çalışarak önlerinde, yol gösteren kendine has giyimli hizmetli kadını izleyerek salona yerleştirildiler. Bir an yalnız kalıp etrafa hızlıca göz gezdirdiklerinde Aysel Hanım ve Ahmet, ulaşılması ve hayal edilmesi zor bir debdebenin içinde, kendilerini kaybolmuş bularak oldukça tedirgin hissettiler.
Evlilik tarihi belirlenmiş, Boğaziçi’nin gözde düğün mekânlarından Çubuklu 29, özel gün için seçilmişti. Aysel Hanım, tek oğlunun müstakbel eşine, önce, zevkine göre pırlanta bir yüzük hediye etmeyi içinden geçiriyordu. Oğlunun, evlilik yüzüklerini almasından sonra bir akşam Ahmet’e, “Gonca’yla beraber kuyumcuya gidebilmeyi ayarlarsam hem ben Gonca’nın zevkini öğrenirim hem de onun çok sevdiği bir seçim yapma fırsatını yakalayarak onun da memnuniyetini sağlamış olurum” diye, açıldı. Genç kızın zevkini öğrenince de gerisini getirmek kolaydır nasıl olsa, diye düşünüyordu. Gelinlik üzerine takılacak kolye ve küpeyi, yıllardır tanıdığım ve güvendiğim kuyumcumdan alarak esas sürprizi mi o zaman yaparım, diye de hayal kuruyordu.
Hafta sonu, Gonca’yla buluştuğunda Aysel Hanım, Bağdat Caddesi’ndeki Kulan Pasajı’nda yer alan kuyumcusuna, müstakbel gelinini götürmek istediğinde Gonca, biraz küstahça bir tavırla “biz takılarımızı, Gilan’dan başka bir yerden almayız hiç annemle” dedi. O anda tansiyonunun yükseldiğini hisseden Aysel Hanım, başına aniden saplanan ağrıyı ve şaşkınlığını bastırarak ve kendini toparlamaya çalışarak “peki, o zaman oraya götür beni haydi” dedi.
Gonca’nın beğendiği yüzük, çok gösterişli ve güzeldi ama Aysel Hanım’ın düşündüğünden üç kat daha pahallıydı. Aysel Hanım, çok zorlanacağını hesap etse de oğlum için sıkıntı çekmeye değer, kararıyla yüzüğü, içi cız ederek alıverdi. Gonca, uçarı bir havadaydı ve çok mutlu olmuştu. Bunu yaşamak, Aysel Hanım’ı sevindirmiş, “şimdiye kadar bir oğlum vardı, artık bir de kızım oldu!” diye, onu epeyce heyecanlandırmıştı.
Aysel Hanım, izleyen günlerde, iş çıkışı, kuyumcusuna sık sık giderek kolye ve küpe takımını araştırdı, seçmeye zaman ayırdı. Mevcutlardan hiçbiri içine sinmeyince kataloktan beğendiği nadide bir pırlanta kolye ve küpe takımını, gücünü aşan bir değerde olmasına rağmen sipariş verdi. Bunu almayı istemekle kendisini, uzun süreli bir özveriye zorlamış oluyordu.
Düğün günü, oğlu kadar heyecanlı ve mutlu olan Aysel Hanım, geceyi uykusuz ve yorgun geçirdiğinden tansiyon ve ağrı kesici ilaçlarının dozunu, bilerek biraz yükseltti. Kolay mıydı? Tek başına sürdürdüğü yılların mücadelesinden sonra, nihayet oğlunun mürüvvetini görebildiğine inanamıyor, için için şükrediyordu. “Ah Osmancığım, ne olurdu sen de hayatta olsaydın da bu güzel günü, omuz omuza paylaşsaydık?!” diye, yaprak yaprak titremesinin önüne geçemiyordu.
Düğün salonu, masallardan kopup gelmişçesine özenle süslendiği bembeyaz çiçekleriyle her köşeden etrafa mutluluk rayihaları saçıyordu. Hanımlar, yürürken rengârenk uzun tuvaletleri içinde, albeni ve zarafetleriyle kuğular gibi süzülüyorlardı. Erkeklerin bazısı, smokinleri ve yakalarına iliştirdikleri beyaz gonca gülleriyle dikkat çekmekteydi. Denizden gelen esintiler ortama, büyülü bir ferahlık taşıyordu. Aysel Hanım, mutluluktan kanatlanıverecek gibiydi. Fonda, romantik nağmeleriyle kulağa dolan hafif müzik, birden yürekleri hoplatan bir şiddetle düğün marşına dönüverdi. Her yandan mükemmel bir aydınlatmayla ışıl ışıl yanan lambalar, aniden sönüverdi ve tüm davetliler, gelin ve damadın ineceği çiçekli merdivenlere, meraklı gözlerini dikti. Aysel Hanım, ağzının kuruduğunu hissetti. Yüreği, kontrolden çıkmış, göğsünün üzerinde çırpınmaya başlamıştı. Duygularının taşkınlığı, gözlerinden boşalıverecek gibiydi.
Birden, karanlıkta yere yakın, şıkır şıkır parlayan nesne, herkesin dikkatini ve merakını üzerine çekti. Aysel Hanım, uzaktan pırlantalarını hemen tanıyıvermişti. Sıra sıra parıldayan küçük birer yıldızı andırıyorlardı. Fedakârlığına değiyordu işte! “İyi ki de bunu seçmişim!”diye, kendisiyle gurur duydu ama “eyvah! Gelinim heyecandan sendeleyip yere düştü galiba!” diye, derin bir endişeye kapılmıştı!
Işıklar bir anda, her yandan ışıl ışıl yanıverince herkes alkış tutmaya hazırlanıyordu ki küçük dillerini yutmuş gibi kalakaldılar! Muhteşem gelinliği içinde bir kelebeği andıran güzel gelin; yanında boyu bosu ve karizmasıyla beyaz smokini içinde damat ve.... aralarında, zifirî karanlık gibi simsihah iri bir doberman köpek! Köpek, köpek de hem de ne köpek! Boynunda Aysel Hanım’ın pırlanta kolyesi, kulağında, takımın pırlanta küpeleri...
Ahh ahh! içi kavuruyor, ah! Görülmüş mü, evrensel gelin-kayınvalide sorununun, böylesine bir kepazeliği?!
AYŞE YARMAN ÖZTEKİN
’An Akar Zaman Kayar’ 2012
YORUMLAR
yoğun bir yaşanmışlık..
samimiyetle itiraf edilen mekanlar
davul bile dengi-dengine derler..
keşke çocuklarımız mutlu olmayı
hatta bunun için birbirlerine yaraşan eşler tercih etseler
ama elbette böyle olmaz..
bunu dilemek dünyanın sonunu istemek gibi olur sanki..
hikayenin bütününe rabıtası olmasa "gereksiz ayrıntılar" diyeceğim.. okunurluğu zorlaştırmış diyeceğim.. bu edepsizlik olur.. bilakis sayenizde bir İstanbul gezisi de yapmış olduk..
anadoluda bu hikayelerde gelin hanımın iklimini "İstanbul'lu" şeklinde takdim edilirdi.. oysa İstanbulda da bir Anadolu bakışı var..
bunu alışık olduğumuz bakış ile sıradan bir hikayeye ye katılan bir çeşni ile.. ne güzel ilmek ilmek dokumuşsunuz..
annelerin ellerinden öperken, hayırlı evlatlar.. evlilere sıhhat saadet dilerim
teşekkürler..
saygılar..
Merhaba Ayşe Hanım,
Anlatımda süslemeler, okumayı ağırlaştırıyor. Daha az yer verseniz iyi olur. İzin verirseniz sonuca ben nokta koymak istiyorum.
"Oğlumla gelinim en iyi okullarda okudular ama...gördüm ki adam olamamışlar..."
Selam ve saygılarımla.
Aslında her evlilikte fazla veya daha fazla yaşanan bu çekişme ve soğuk savaş dışarıya pek aksetmez. Düğün günü takınılan yalancı gülüşler ve "canım,çok şık olmuşun" komplimanları davetli masaları arasında kaybolur gider.
Bu konuda çok talihli ve mutlu olduğumu söylemeliyim.
Selam ve saygı ve bu güzel konuyu gündeme taşıdığınız için teşekkürlerimi sunarım.