Beş dakikası daha olsaydı
Telefonunun alarmıyla bir an irkildi. Yattığı yerden hafif doğruldu. Gözlerini tam açmadan, elini telefonunda ‘ertele’ yazan tuşa götürdü. Niyetinde beş dakika daha dinlenmek vardı. Kalkmakla, kalkmamak arasında mücadele ederken, telefonundan yine acı acı feryatlar duyuldu.
Ne çabuk geçmişti şu beş dakika. Oysa o beş dakikada dünün yorgunluğunu atacak, yeni güne zinde başlayacaktı. Evet, yanılmıyordu beş dakika bitmişti; dünkü yorgunluğunu atmadan. Eve erken gelmişti; ama gece bilgisayarının başından kalkamadığı için geç yattığını düşündü yine. Ne olurdu sanki beş dakika daha erken yatsaydı, ya da beş dakika daha uyusaydı.
Telefonunun alarmını ertelerken ne umutlar yeşertmişti yorgun yüreğinde. Rahat bir şekilde başlayacak yeni güne, güneşin sıcaklığında selamlar, merhabalar sunacaktı çevreye. Olmadı işte! Koskoca beş dakika su gibi akıp gitmişti ellerinden. Tüm güzel düşünceleri alt üst olmuştu.
Çok sürmedi yatmak için yatmadığını anlamak. Çünkü çekyatında uyuya kalmıştı dizüstü bilgisayarında çalışırken. Hem o omuzlarındaki tutulmada neydi? Neden karıncalanıyordu sağ kolu?
“Hay Allah’ım” diye, iç geçirdi. Daha yattığı yerden doğrulmadan başlamıştı tüm olumsuzluklar. Ah beş dakika ah! Neden hemen geçip gitmiştin ki? Senin yüzünden pırıl pırıl koca bir gün berbat oldu. Başımdaki ağrıyla omuzlarımdaki tutulmayla birlikte.
Diğer telefonunun ekranına düşen iletiyle saatin yediyi çeyrek geçtiğini fark etti. İletide on dakikaya kadar kapının önünde olacağını yazmıştı; arkadaşı Kemal Bey. Bu haber, ağır bir top güllesi gibi yerinden fırlamasına yetti Hasan Bey’in. Çarçabuk banyoya koştu, gözlerini tam açamadığı için el yordamıyla tıraş oldu. Aceleyle saçlarını da taradıktan sonra, tekrar odasına geldi. Üç düğmesini çözünce fark etti, üzerindekinin gecelik olmadığını. Tekrar ilikledi gömleğinin düğmelerini. Akşamdan gömleği ile uyuyakaldığına sevindi bir an. Birazcık olsun zaman kazandığını düşündü ve sevindi. Doluluktan kapağı kapanmayan dolabından elbise seçme sıkıntısından da kurtulmuştu hem. Sandalyenin üzerindeki ceketini kaptığı gibi arkadaşı Kemal Bey’in yanında bulurdu kendini.
Hasan Bey tüm bunları düşünürken, odasına ara ara annesi giriyor, yalvarırcasına bir şeyler diyor, ama kendisini bir türlü duyuramıyordu zavallı kadın.
Artık tamamdı her şey. Hazırlanmış sayılırdı Hasan Bey. Az sonra korna sesi duyuldu aşağıdan; yorgun, aceleci…
“az daha sabret kardeşim, bilgisayarımı çantama koyayım hazırım” dedi, içinden. Kapıda annesine sarıldı. Hala yalvarır halde bir şeyler fısıldıyordu yaşlı kadın. Her sabah aynı cevabı aldığı için biliyordu ne duyacağını. Buna rağmen; “Çay sıcaktı oğlum. Kemal Beyde beş dakikaya gelse ne olur. Yanılmamıştı yaşlı anne. Cevap yine aynı: Beş dakika daha gecikirsek geç kalırız anne.
Derin bir iç çekmişti yaşlı kadın. Bir yıl olmuştu eşini sonsuzluğa uğurlayalı. Eşiyle geçirdiği doyumsuz zamanlar aklına gelmişti, hüzünlenmişti. Hele sabahları daha güneş doğmadan uyandıkları zamanlar. Bazen güneşin doğuşunu izleyerek yaptıkları sabah yürüyüşleri; taze, susamlı ve mis kokulu simitlerle eve dönüşleri şimdi ona sadece özlem dolu bir tebessüm ettiriyordu. Doyumsuz sohbetlerin yapıldığı kahvaltı zamanları, defalarca içilen çayla süsledikleri sabah vakitleri, meğer ne kadarda özleniyormuş. O zamanlarda insanların zamanı ne bolmuş diye kendi kendine düşündükçe gözyaşlarına hâkim olamadı.
Peki, şimdi ne olmuştu ya! Zaman dilimleri mi değişmişti? Dalgınlıktan olsa gerek duvardaki guguklu saate bakmak istedi. Duvarda guguklu saat falan yoktu. Değil guguklu saat sade bir saat bile yoktu. Gerekte yoktu zaten, çünkü her yerde saati öğrenmek mümkündü. Saatin imparatorluğu her yerde kendini hissettiriyordu. Telefonların ekranında, çeşitli cihazlarda, yarım saatte bir tekrarlanan TV. Haberlerinde, saat başı radyo haberlerinde… Saati öğrenmek mümkündü.
Çok yabancı olmuştu artık bu dünyaya, oğlunun evine. Sokakları caddeleri zaten hiç aklına getirmiyordu. Bu dünyada tek varlığı, oğluyla, bir bardak çay içmeye izin vermeyen tüm saatlere lanetler yağdırıyordu. Gözyaşları tufan olmuş, boşalıyordu kahvaltı masasına.
Her sabah, belki bu defa kalır umuduyla masaya dizdiği kahvaltılıkları tekrar buzdolabına diziyordu. Kimse yemiyorsa ne gerek var bu malzemelere, ne gerek var bu dolaba diye içinden geçirdi. O öfkeyle de hızla çarptı buzdolabının kapağını. Dönüp balkona çıkacaktı ki; kapaktaki yapıştırmalı saate gözü ilişti. Sekize beş dakika vardı.
Hasan Bey ve arkadaşı sekizde toplantıya girmişlerdi. Oysa hep olduğu gibi toplantı on dakika geç başlamıştı. Müdür, trafik sıkışık olduğu için geç kaldığını belirtip, özür dileyerek söze başlamıştı.
Belki daha azdır; ama beş dakikanızı aldığım için özür diliyorum.