HIRSIZ BİSİKLET
Çocukluğum köyde geçti. Akranlarımla bağlara bahçelere dalardık. Elma, Armut, Ayva, Erik, Üzüm, Ceviz, Salata, Domates ne bulursak aşırırdık. Bizden büyükleri işi büyütmüştü. Tavuk, horoz, ördek çalış dağda, tepede ateş yakıp yerlerdi. En çokta çobanlık edenler yapardı bunu. Biz şahit olmuşsak, bize de yedirerek ortak ederlerdi. Biz hiç kimseye söylemezdik. Nasıl söyleyelim işin içinde biz de vardık. Köylüler en çok tavuk, horoz gibi hayvanların çalınmasına kızardı. Çünkü onlar için çok önemlidir. Tavuk demek yumurta demekti. Bir keresinde komşumuzun iki tavuğu kaybolmuştu. “Tilkiler götürmüştür Ahmet Emmi” dediğimde, Ben o Tilki’yi kıçından bir vuracağım bak gör bir daha tavuğun cücüğün yanından geçiyor mu? Demişti.
Genelde çocukluğumuz böyle geçerdi. Bağ bahçe zamanları ailelerimizin en büyük yardımcısı bizdik. Özellikler kız çocukları, bu nedenden dolayı okula bile verilmezdi. Öğretmen, muhtarla bir olup, köylüyü ikna ederdi. İyi ki ikna ederlerdi. Yoksa okulların hiç tadı olmazdı. Çocukken şehirden birisi bir şey getirse, bu köyde yoksa o çok kıymetli bir şeydi. Muhtar oğluna şehirden bisiklet getirmişti. Bütün çocuklar muhtarın oğlunun peşinden giderdi. Birazcık binebilmek için yalvarırlardı. Gerçi doğru dürüst binemezlerdi. Çünkü bisikletleri olmadığı için binmeyi bilmiyorlardı. Muhtarın oğlu bile doğru dürüst süremiyordu.
Babam bir tarla meselesi yüzünden muhtarla dövüşmüştü. O yüzden ben de muhtarın oğlunun konuşmazdım. Ben konuşsam bile o konuşmazdı. Sonra bisikletle birlikte daha da şımarık bir olmuştu. Uzaktan boynu bükük bir şekilde bakışım, anamın zoruna giderdi. Beni çağırır dolapta sakladığı şekerlemelerde verirdi. İçimden dua ederdim. ‘Şu bisiklet bir bozulsa da, Yusuf’un havası sönse’. Bisiklet sanki erkeklere içindi. Kız çocukları pek ilgilenmezdi. Bisikleti öğrenmeye çalışan çocukların kasıklarının ağrıması, anneleri korkuturdu. Onlarda kızlarını bu aletten soğutmuştu. Çocukluk belleğimde böyle kalmış.
Bir gün nacakla odun kırıyordum. Tam o sırada Yusuf arkasında büyük bir kalabalıkla bisiklette binmeyi öğrenmiş keyifli bir şekilde geçiyordu. Ona bakacağım diye, sol elimde tuttuğum odun parçasına dilmek için yaptığım hamle, işaret parmağım ile başparmağını uçlarından götürdü. Can havliyle öyle bir bağırmışım ki, Yusuf’a eşlik eden bütün çocuklar tepemde bitti. Gözümü açtığımda bir traktörün römorkunda kasaba yolundaydık. Parmakları kopan elimi bir yağ dolu paket sarmışlardı. Bunu köyün öğretmeni, kanı durdurmak için yapmıştı. Babam elini başımın altına koymuş. Annelerin çocuklarını emzirdiği bir şekilde acımı hafifletmeye çalışıyordu.
Kasabada ilk müdahaleden sonra Çorum’a gönderdiler. Hastanede bir aya kadar kaldım. Doktor, hayatımın öğretmene borçlu olduğumu söylüyordu. O olmasa, kan kaybından ölebilirmişim. Parmaklarımın ne şekilde kesildiğini sargılarım açılınca gördüm. İşaret parmağım ve başparmağım ilk büküldüğü hareket noktasından kesilmişti. İçimde hiç bu kadar eksiklik duygusu olmamıştı. Sanki bütün kolum kopmuştu. Köye geldiğimizde bütün köy beni karşılamıştı. Yusuf, kendisini suçlu hisseder gibiydi. Bisikletini bana uzattı. “Köydeki çocukların hepsi öğrendi. Sende öğren” dediğinde, Yusuf’a karşı hiçbir kötü düşüncem kalmamıştı. “Anam oğlum şimdi öğrenemez, sonra” dileyerek beni eve götürdü.
Köyde adettir; belli bir yaşta yaşadığın bir olaydan, özelliğinden hemen lakap takarlar. Adım parmaksız Musa’ya çıkmıştı. Amcam nişanlandığında sürekli sol parmağındaki alyansı ne kadar yakıştığına bakardı. Evlendiğinde alyansı sağ eline taktığında da sağ eline bakmaya başladı. Bende amcam gibi durmadan kopan parmaklarıma bakıyordum. Evlenerek, bende alyans takabileceğim mi? Taksam yakışacak mı? Askere gidebilecek miyim? Hep bunları düşünüyordum. Hastaneden geldiğimde çocuklar bir süre benimle ilgilendi. Sonra ilgiyi kestiler, bense kendi içime kapanmıştım. Annem zorla beni arkadaşlarımın içine katardı.
Yusuf bisikletini yine bana vermişti. Bisikletten soğumuştum. Bir yanım çok istiyor bir yanım istemiyordu. O gün babamın bana şehirde aldığım çok sevdiğim pantolonumun paçaları kara yağ olmuştu. Zincirleri yağlanan bisikleti kullanmak için paçaları çorapla korumak gerekiyormuş. Çocuklar paçalarım yağlandıktan sonra uyarmışlardı. Bense ilk defa bisiklete biniyorum. Üstelik düşmeyeyim diye kendimi çok sıkmışım. İlk gün ağrır ikinci gün geçer demişlerdi. İkinci günde bisiklete binecektim. Ama bisiklet bozuldu. Bütün köyün çocuğuna oyuncak olan bisiklet hurdaya dönmüştü.
Parmaklarımın eksikliğini pek hissetmedim. Diğer çocuklar gibi her hareketi yapabiliyordum. Tarlada, evde anama babama yardım edebiliyordum. Ama nacağı bir daha hiç elime almadım. Parmaklarımı kestiğimden beri babam bütün odunları kendisi kırıp, kendisi diziyordu. İlk mektebi bitirince Mecitözü’de okuyan amca çocuklarıyla ortaokula yazıldım. Mecitözü yaşamımı biraz olsun renklendirmişti. Burada bisiklet kiralanıp sürülen bir alan vardı. Okuldaki öğrencilerin çoğu bisiklet sürmeyi burada öğreniyordu. Benim hevesim iyice sönmüştü. Hem ona verecek param da yoktu. Burada bekar evinde oldukça mutluyduk. Yaz tatilinde köyü özlüyor, köye geliyordu. Başarılı bir öğrenci değildim. Bu nedenle sanat okuluna gitmemin daha iyi olacağı söyleniyordu. Öğretmenin biri parmaklarındaki sorun sanat okulunda kendini gösterirse çocuk bunalıma girer diyince babam vazgeçti.
Ben inatla gideceğim dedim. Köyün delikanlıları sırtına ala yonganı vuran büyük şehirlere göçüyordu. Hem çalışıp hem de okuyacaktım. Ankara’nın Mamak ilçesi bizim köylerden gelenler oturuyordu. Bizimde akrabalarımız vardı. Bende sırtıma ala yorganı vurarak hemşerilerimizin yanına geldim. Bekarların kaldığı, kimi pazarcı, kimi amele, kimi sıvacı olan bir evde kendime yer buldum. Bu arada okulumuz yetersiz olduğundan, Ulus’ta Çankırı Caddesinde Yıba Çarşısında bir ek okul açılmıştı. Bu meslek okuluna kayıt oldum. Boş zamanlarda çalışacaktım. Evde kalan “arkadaşlar sen öğrencisin hem evde ders çalış, hem de eve çeki düzen ver, evi temizle bulaşıkları yıka”. Dediklerinde oldukça bozulmuştum. ‘Benim parmaklarımın kesik olduğu için işe götürmüyorlar’ diye düşündüm.
İlk günler sesimi çıkarmadım. Çünkü misafir olduğum için böyle bir istekte bulunmam doğru olmazdı. Hem her acemi bu gibi yoldan geçiyordu. Orada kalan arkadaşlarda aynı yoldan geçmişlerdi. İçimizde hem çalışıp hem de üniversitede okuyan bir Cemal isminde ağabey vardı. Hukuk okuduğundan şimdiden Avukat Cemal diyorlardı. Cemal Ağabey, “Musa yarın seni inşaata götürüyoruz. Ev işlerini yine nöbetleşe yapacağız”. Dediğinde oldukça sevindim. Para kazanmam gerekiyordu. Babamın gönderdiği üç beş kuruş ancak yol parası oluyordu. İnşaat’tı bizim Çorumlu bir müteahhit yapıyordu. Bina bitene kadar bir iş demekti bu. Beni parmaksız diye basit işlere veriyorlardı. Oysa ben hiçbir işten geri durmuyordum.
Yaşamımız okul, iş hayatı, yani inşaat arasında geçip gidiyordu. Avukat Cemal ağabey çoğu zaman eve gelmiyordu. Sorduğumuzda ise Ankara da birçok akrabası olduğunu bazı geceleri onlarda kaldığını söylüyordu. Bir gece geldiğinde ayağından yaralı olduğunu gördük. O gün Cemal ağabeyin siyasi olayların içinde olduğunu anladık. Cemal ağabeyi inşaatta sakatlanmış gösterdik. Bir süre okula, inşaatta gitmedi. Bizde yavaş yavaş bir şeyler öğrenmeye başlamıştık. Cemal ağabeyin verdiği kitapları, dergileri okuyorduk.
Bir gün ne olduğunu anlayamadık. Okulda bir yangın çıktı. Nasıl kurtulduğumu hala anlayamıyorum. Hatırlamakta istemiyorum. Çünkü bu yangında birçok arkadaşımız ölmüştü. Çoğu benim gibi köyden gelmiş, köylü çocuklarıydı. Pencereden atlayıp ölen, yanarak, boğularak ölen arkadaşlarımız vardı. O tarihlerde itfaiyenin araçları da yetersizdi. O tarihten sonra da okulu terk edip bir daha sürdürmedim.
Bizim bekar evinde askerliğini yapmış olanlar öncelikle evleniyorlardı. Bir de kiradan kurtulmak için buldukları hazine arazisine bir gecekondu yapıp başlarını sokuyorlardı. Biz köylü kısmı aklımız gözlerimizdedir. Birbirimizden gördüğünü yapmaya çalışırız. Kafası çalışıp kendine ayrı bir yol çizenle de alay ederiz. Parmaksız olduğum için önümde askerlik gibi bir sorun yoktu. Gurbette bekarlık zordu. Yani bekarlık sultanlık değildi. Evlenmeyi kafaya koydum. Mahalledeki hemşerimiz Satılmış Emmi’nin kızını gözüm tutmuştu. Anamı babamı getirip, Döndü’yü istettim. Böylesi durumlarda sana ait her şey öğreniliyor. Parmağımın öyküsünü de öğrenmişlerdi. Ama bir mahsuru yoktu. Bir şahsımda askerliğini çok kötü şartlarda yapan Satılmış Emmi’nin, askerliğimi sorun etmemesiydi.
Bizim köylülerin oturduğu böyleye yakın sarp bir yer vardı. Köylü kurnazlığı yıkım gelemez diye herkes oraya ev yapıyordu. Gerçekten de yıkımcılar yani belediye oraya gelemiyordu. Nişanlılığımda başta kayınpederimin yardımı ile bende bir gecekondu yaptım. Evlendiğimde kendi evimde oturacaktım. Bu heyecanla evin sarp yede olmasına aldırmıyordum. Gündüz işte, boş zamanlarda evde çalışıyordum. Lafı uzatmayayım. Basit bir törenle evlendik. Askerler yönetime gelmişti. Sıkıyönetim vardı. Avukat Cemal Ağabeyi çok bekledim, gelmedi. Meğer aranıyormuş, yurtdışına kaçmış. Tam da hukuk fakültesini bitireceği zaman, yani avukat olacağı zamandı. Söylendiğine göre asılan Necdet Adalı da arkadaşı imiş. Kaçmasaymış, Necdet Adalı gibi ya asılacakmış, ya da cezaevinde işkence ile ölebilirmiş.
Evlenmeden önce sürekli geçici inşaat işlerinde çalışmaktan bıkmıştım. Sürekli bir işim olsun istemiştim. Bir matbaa’da iş buldum. Matbaa işini o kadar sevdim ki, kısa sürede, matbaa’nın en iyi ustası olmuştum. Parmağımı da giyotine kaptırdığımı sanıyorlar. Hatta “usta parmağını vermiş ama işi de iyi kapmış” dediklerin bile duymuştum. Bir yerde okumuştum. Bir organında eksiklik olan insanlar, yaşam yarışında, sağlam insanlarla gizli bir rekabetin içinde olurlarmış. Galiba benim böyle bir yönüm vardı.
Şehre ala yorganla geliniyordu. Ama ev olunca ala yorgan insana yetmiyordu. Geçim kaygısına girdim. Gece gündüz demeden çalışıyorum. Bu arada bir kızım olmuştu. Arkasından bir oğlum olmuştu. Oğlan biraz büyüyüp okul çağına geldiğinde ona bir bisiklet aldım. Çocuklarım benim mahrum olduğum şeylerden mahrum olması istiyordum. Oğlum da çok sevinmişti. Ama evimizin önü çocuğa dar geliyordu. Çocuğun gözü aşağıdaki yolda idi. Eski mahalle aralarında akşama kadar bir iki araba ya geçerdi ya da geçmez. Henüz otomobiller o kadar yoğunlaşmamıştı. Arabası olan parmakla gösterildi. Komşumuz oğlum Hasan’ın dar alanda bisikletle mutlu olmadığını görmüş. “Çocuğa bisiklet alacaktın, evi niye dölek yere yapmadın. Bırak çocuğu aşağı yolda güzelce sürsün”. Bu öneri bize de mantıklı geldi.
Hasan her gün bisikletiyle aşağı yola inip, bir sağa bir sola gidip geliyordu. Gözden uzaklaşmadığı sürece sorun yok sanıyorduk. Bakkaldan bakkala ekmek yetiştirmekte olan bir ekmek arabası çarpana kadar, rahattık. Fazla işlek olmayan yollara alışmış olan şoför her zaman ki, rahatlıkla gitmekte idi. Kendisi de şaşırdı. Çarpan araba çocuğu aldığı gibi hastaneye götürmüştü. Ama nafile, çocuğu kurtaramadık. Gitti Hasan’ım. Tahkiri ilahi dediler. Acısını içimize gömdük. Evlat acısı parmak acısından da betermiş. Onu o zaman anlamıştım.
Hasan öldüğünde bisiklete bir şey olmamıştı. Başka bir çocuğa verip, yaşadıklarımızı başkası yaşasın istemedik. Atmaya da kıyamadık. Çatının içindeki öde berinin içine koyduk. Biz köylüler bir şeyi atmaya kıyamadığımız gibi çürüyünceye kadar saklamakta ustayız. Bir süre sonra Hüseyin doğdu. Hasan’ın acısını biraz olsun unutmuştuk. Çocuklar fare gibidir her deliğe girip çıkar. Hüseyin çatının içine merdivenle çıkıp orada bir bisikletin olduğunu gördüğünde sevinçten uçuyordu. Niçin yok etmedik diye karı koca birbirimize kızdık. Keşke üç beş kuruşa satsaydık. Keşke götürüp Hatip çayına atsaydık. Hüseyin’e de dayanamadık, çıkardık verdik. Ayrıca diğer komşuların çocuklarında bisiklet görmüştü. Çocukluğumda bisiklet hasreti çekmiş biri olarak dayanamadım. Dört adımlık evin önünde süreceksin diye bir şart süremediğimiz için, hanımla karar verdik. Boş zamanlarda beraber yola inceğiz birimiz nezaretinde sürecekti.
Artık dersimizi almıştık. Tatil olduğu zamanlar Hüseyin’i alıp, bisikleti süreceği yerlere götürüyordum. Gençlerin futbol oynadıkları alanları tercih ediyorduk. İşim matbaa olunca zamanım da az oluyordu. Benden daha çok eşim, Hüseyin’e eşlik ediyordu. Eşim daha çok evin altındaki yolu tercih ediyordu. Bizim gibi diğer ailelerde çocuklarını öyle gezdiriyordu. Bir gün olan oldu. Eşim komşu kadınla lafa öyle bir dalmış ki, yine hızla geçen bir askeri araç çocuğu altına almıştı. Askeri aracı süren askerde daha yeni öğrenmeye başladığı sürücülüğün acemisi idi. Hüseyin’de kaybetmiştik. O da Hasan’ın yaşında ya vardı ya yoktu. Evet, evet o kadardı.
Matbaa’da çalışırken Hüseyin’in hastalandığını söylediler. Hastaneye gittiğimde gerçeği öğrendiğimde başımdan kaynar su döktüler sandım. Bayılmışım, bana sakinleştirici vermişlerdi. Sersem gibiydim. Eşimi gördüğümde o benden daha perişandı. Kolay değil, ikinci çocuğunu trafiğin en kısır olduğu bir yerde trafik kazasına kurban vermesi. Ona da yatıştırıcı ilaç vermişlerdi. Kızım desen o da perişandı. Akrabalar alıp evlerine götürmüştü.
Yıllarca kendimizi toparlayamadık. Kolumuz kanadımız kırık yaşadık. Yaşayan ölüler gibiydik. Bütün yaşadıklarımıza rağmen bize uğursuz gelen o evi satıp oradan uzaklaştık. Evi satmakta oldukça zorlandım. Fiyatı ucuzlatarak satmak mümkün oldu. Evi alanların çocukları olmuyordu. Onlar için acı olan bu duruma ben seviniyordum. Çocukları olsa benim gibi felaket yaşayacaklar sanıyordum.
O tarihlerde sinemalarda “Bisiklet Hırsızları” isminde bir film oynuyordu. Bisiklet Hırsızları, senaryosunu Cesare Zavattini’nin yazdığı, Vittorio De Sica’nın yönettiği, 1948 İtalyan yapımı drama filmiydi. Bu filmi ilk gördüğümde benim yaşadığım dramı anlatıyor sandım. İzlediğimde bisikleti çalınan bir baba oğlu anlatıyordu. Yinede beş altı kez izlemiştim. Bu filmin etkisiyle Hasan ile Hüseyin’in öyküsünü anlattığım kişilere, benim öyküyü ‘Hırsız Bisiklet’ diye anlatırdım.
Matbaa da verimsizleşmiştim. Kızım İzmir’de üniversiteyi kazanmıştı. Emekliliğimi istemeyip, İzmir’e yerleşmeye karar verdim. Genç yaşta emekli olmamı kimse uygun görmüyordu. Benim bir meşgale olmadan kafayı üşüteceğimi düşünüyorlardı. Bütün ısrarlara rağmen kafama koyduğumu yaptım. İzmir’e taşındım. İzmir’de bisikletin yaygın olmasına şaşırdım kaldım. Özellikle motosikletler daha da korkutucu idi. Korkumu yenmek için bir bisiklet alıp, öğrenim gezmek içimden geliyordu. Fakat bu yaşta düşüp bir yerimi kıracağım korkusu ağır basıyordu. Bende çocuklarım gibi bisiklet kazasına gidersem çok ilginç bir öykü olacaktı. Biz köylü kafalı insanlar olarak bisikleti hep çocuk ve gençlere özgü gördük. Yaşlı adamın bisikletle gezmesi gülünç geliyordu. Ama özellikle Ege bölgesinde yaşlı insanları görünce gülünç olanın bizim olduğumuzu anladım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.