- 3223 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÖNCE BEN VARDIM SONRA YALNIZLIK GELDİ
Zaman geliyor ve geçiyor ve mekânsa sadık bir surete bürünmüyor. Hep ihanete meyli var. Yaşadığın an yani geçmişteki o an hep aynı, hiç değişmemiş. Tanıdıklık, aşinalık çağrışımında mizansen bir tavra bürünmüş, hatıralarda bir zaman kayması sanki… Kaderde olan bir şey değil gibi beklentisi… Ama her şey bir şey anlatıyor bir şey istiyor senden.Caddeler kaldırımlar, sokak lambaları, etrafta sarı sarı dolaşan taksiler, yanıp sönen ışıklar, korna ve fren sesleri; kırmızı, mavi otobüsler, istasyona giren trenin ben geldim düdüğü, sağa sola akan amaçsızca etrafta dolaşırmış gibi görünen insanlar, simitçilerin ve işportacıların bağırışları…
Öyle beklenmedik bir hainliktir ki, zamanın ihaneti; bir zaman gelir ya mecburiyetten ya da gezginlikten yollar dönüşe çıkar da ve bu dönüşte karşınıza çıkan bir yaşanmışlıkta, bir hatıranın figüranında, oyuncusunda veya dekorunda anılarınızdan bir iz bulursanız, sizi geçmişe alıp götüren hatıraları ve hatıralarının soğukluğu, önce sessizce karşılar sizi. Sonra da geçen zamanın bilinmez izdüşümlerinin kuytu sarhoşluğunda çılgınca isyan naralarına dönüştürüverir bedeninizde taşıdığınız bu takıntıyı. Her şey hiçbir şey oluverir ve zihninizdeki seste yankılanır ve sonra da sessizce gizliden gizliye an’da yaşanır ve ana karışır yok olur gider.
Dil verip konuşsa anne gibi görülen kaldırımlar, sonra da bir şefkatle, karşılıksız bir sevgiyle kucaklasa, bir bebeği okşar gibi kundaklasa, acı da olsa tattırsa sütünde dolaştırsa üzerinde; sen hiç yürümeden.
Beni bekleyene götüren otobüs gitmese dursa; beklese benim için durakta. Hatırlatsa,hatıralarını unutan kulların akıbetini. İstasyona giren tren ben geldim değil de hoş geldin şehrin yaşamışı, hoş geldin benden olan dese…
Ne diye konuşmazlar ki?
Otobüsün, kaldırımların sana şahit olan herkesin yerine sen konuşursun bu seferlik başka bir zamana dersin söze gelişlerini. Konuşmazsan ızdırab olur büyür içinde sonra. Onların yerine de konuşursun cevabını da kendin verirsin sonra.
- İşte ben kaldırım.
- Taşımın üzerine bastığın, her gün geçerken üzerimden beni saymadan edemediğin; bazen yağmur yağınca ayakkabılarını kirlettiğim, ben işte kaldırım…
- Ya Demek hatırladın beni!
- Ben de bir zamanlar üzerinde dolaşarak hayaller kurduğum o yalnız insan.
Bir tebessüm belirir yüzünde. Tek dert aslında, hatırlanmaktır. Gerisini, zaten insan bilir, bilirde bilmemezlikten gelir.
İnsanlığın binlerce yıldır öğrendikleri sonsuz uzunluktaki bir kumsalda, bir kum tanesinden daha fazla değildir aslında, ama zamanın eğitmenliğinin sırrını coğrafyanınsa ebediliğini binyıllar önce ta ilk misafirliğinde keşfetmiştir insan. Sadece zaman, mekânın sadık yâridir. Zaman geçer ama mekân, çoğrafya oradadır hep.
“ Kalbinin sıkıştığını nefes alamadığını hissettiriyor bu hakikat.” Hakikatler hak olandır, gerçekten de öte. Zamanın eğitmenliği serttir, acımasızdır, tavizsizdir ve gerçeğin görünmeyen yüzüdür. Kimse bilmez onun kadrini, vefasını, dürüstlüğünü sadıktır borcuna günü geldiğinde bekletmeden öder, zaman…
Yaşadığın şehirden her ayrılışında gideceğin yeri bilmek biraz duyguları hissizleştirir. Oysa bir gezgin evi de olsa gideceği yeri bilmemelidir. Biliyorsa gezgin gideceği yeri his vermek lazım gelir kısır kalan ruha, onun içindir ki, güneşin batışıyla gitmek lazımdır şehirden. Uzun bir seyir değildir bu vakitlerde Ankara’dan ayrılış. Vakit karanlığın etrafa görünmezlik sunduğu vakittir, şehri gizler sonra. Ayrıldığını bilmezsin bilmekte istemezsin, bilmeye de fırsatın yoktur zaten Belki de gitmeyi yaşamak basitçe olmamalı ondan olsa gerek bu yolculuk vakitleri hep güneşin gökyüzünden ayrılış saatleri. Son sadık yârim dersin, sigaram dersin gitmeden derin derin çekersin, ağzın buruklaşır, ciğerlerin ağrır, son kaderi yârinin çöpün ızgarasında sönmektir, izmarit olmaktır. Seninde koltukta yerini almak camdan hüzünlü gözlerlerle terk ettiğine bakmak. Külü rüzgâra karışır savrulur gider sigaranın aynı sen gibi… Ve çevrilmiştir kendince yelkenler rüzgâra, tatlı tatlı esişini hissedersin. Her esişinde rüzgârın anlarsın hayatın ayrılıkların toplamı olduğunu ;öğretmiştir sana insan, öğretmiştir yalnızlık bunun gerçekliğini.
Öyle hüzünlü bir gerçek ki bu yalnızlık, yalnızlığa katlanabildiğimiz, kendi kendimize yetebildiğimiz, bireyleşebildiğimiz oranda başkalarına bağımlı olmaktan kurtuluyoruz. Diğer insanları karşılık beklemeden, daha yoğun, daha içten sevebiliyoruz. Her yerde her ortamda özgür ilişkiler, dostluklar kurabiliyor; onlar bir gün bitince ya da yitirilince daha az mutsuz oluyor, ayrılıklara da daha kolay katlanabiliyoruz. Ama hüzünlü tarafını şair söylüyor:
“Bilmezler yalnız yaşamayanlar.
Nasıl korku verir sessizlik insana.
İnsan nasıl konuşur kendisiyle.
Nasıl koşar aynalara bir cana hasret
Garibim;
Ne bir güzel var avutacak gönlümü,
Bu şehirde,
Nede tanıdık bir çehre…”
“Yalnızlık yaşadıklarınızın yaşamda kaybolmasıyla yaşamın dışında var olmasıyla başlar.”Tıpkı şehirlerarası yolculuklarda olduğu gibi. Aklınızın içinde bir ikinci kişiye anlatan, sözcükleştiren ses sustuğunda ve tüm algılarınız sözsüz imgeler olarak savrulmaya başladığında. Paylaşacak iyi şeyleriniz olsa da paylaşamadığınızda. Birdenbire oluverir her şey kimsesizliğin soğukluğu, geçmekten yorulmamış zamana da bir güzel ekleniverir, iş de işten geçmiştir, değiştiremezsin. Akıl çıldırmak ister ve sonra bir an gelir kurtarıcı bir andır bu. Yaşadığın çaresizlik haddini de aşmıştır aşkın nefrete dönüşmesine benzer karşıtlığın ruhtaki engellenemeyen değişimdir bu. Öğretir yalnızlık, yalnızlığı, yalnız yaşamayı öğretir artık yaşam tek kişiliktir senin için zihninin her kıvrımında ayrışır ve romantikleşir yalnızlık senin vazgeçilmezin oluvermiştir bir bakarsın senden biridir hep öyleymiş hep varmış gibi gelir. Ve tanımlanır yalnızlık.
Yalnızlık: tanıksız hayattır.
Ne gerek var ki mürai kisvelere bürünmüş şahitlere üç yirmilik yaşamda Şahidi eğer mürai ise her an yitip gitsin. Hiç bir önemi yok. Şiirlerde, yaşamasın, yazılarda var olmasın yalnızlık sadece; ruhlarda da yaşansın.
“Yalnızlığımı büyütür kalabalık
Gökdelen’in gölgesine siner
Karanfil Sokak kalınlaşır
Yoksul kadın çocuklarıyla
Çöplerin üzerine konar
Gözleri cam kırıkları
Sevgilim gelir yalnızlığım büyür
Çocukken gökkuşağına düştüğüm
Gökyüzü gelir kirli güvercinleriyle.”
İşte bilmediğim şairlerin şiirlerde yaşayan yalnızlık, yalnızlığın öğrettiği yalnızlık. Aynaya bakarsın, kendinle konuşursun, sorduğun soru var oluşuna amacına aittir. Ben niçin varım? Amacım ne dersin? Kendi kendine. Yaşadığın kavgada bir cevap veremezsin. Bakarsın yüzüne, yüzünü göremez olursun aynada. Yokluktur yalnızlık ve yalnızlık ölüme benzer.
“Küçük bir sofra kurardım
Boğazımı bir umutsuzluk sıkardı
Merdivende ayak sesleri kesilirdi
Odaların içine yalnızlık kapanır
Ampul kararırdı
Merdivende ayak sesi kesildiği zaman…”
İlk yalnızlığımı, hayallerimin kahramanının hiç gitmeyeceğini, sonsuza kadar hep benimle kalacağını düşünürken bir anda yaşamımdan sessizce ve gizlice, geride boynu bükük bir çocuk olarak beni bırakıp hiçbir şey söylemeden çekip gitmesiyle anladım Vasconcelos’un Şeker Portakalı’ndaki Zeze’nin hayal arkadaşı gibi bir arkadaştı bu. O gittikten sonra hayallerimin tek kahramanı bendim, ben oldum hep. Kimse sadık olabilecek kadar sınanmadı o günden sonra.
Yalnız olmak tanıksız yaşanan anları çoğaltmaktı. Neden yüzlerce an’ı anı’ya dönüştürdüğümüz fotoğrafımız vardır diye hiç sordunuz mu kendinize? Ben sordum ve cevabını da verdim kendimce: birileriyle ya da tek başımıza çektirdiğimiz fotoğraflar yaşamımıza şahitlik edecek bir şeyler katmak içindir de ondan hep şahitler eklemek isteriz yaşamımıza. Şahitsiz yaşamda yitirilen yoktur. Ama yokluk, yitirilme ihtimali olan şeylerin dahi olmamasıdır ve ölüme çok fena benzediğindendir. Fotoğraflara eklenen şahitler, dindirmek içindir bu acıyı ondan olsa gerektir yüzlerce fotoğraf yer alır albümlerimizde. Dost sohbetlerinin vazgeçilmez misafiridir albümler…
Biri gelse üç beş adamı bir anda öldürse, hep ayrı ayrı ölecek insan Nebi ayrı İsa ayrı Musa ayrı. Ormanda tuzağa düşmüş bir ceylan ağlasa ve onun sesini duyan olmasa ağlamış sayılır mı ceylan? Tek şahidinin kendisinin olduğu an yaşanmış mıdır? Bana kalırsa hakikattir ceylanın ağlaması gerçekten de öte. Şahitsiz yaşamak hakikate aykırı değil bilakis onun kapı komşusudur.Ağlamak onurdur, şereftir, sınanmaz çoğu kez gözlerde duran iki damla gözyaşı şahididir gerçekliğin başka şahit gerekmez.
Bir yıl aradan sonra iki yıl olmuş Ankara’ya geleli, yine eskisi gibi her doğan gün yeni bir yorgunluğu yaşatıyor. Benim olmayan, hak etmediğim karşılığı alınmamış bir bedeli ödettiriyor. Sabrı sınıyor geç gelmiş ve ertelenmekten korkulan bir sabrı. Şu iki yılda yaşadığım değişiklikler o kadar fazla ki, hangisi benim, hangi kimlik bana ait şaşırıyorum. Bir kaç kimliğe bürünmüş bir ucube gibi hissediyorum bazen kendimi...
Talip olmadığım veya hakkını almadan kendimden verdiğim görevlerin üstlenicisi oluyorum çoğu zaman ve bu görevlerin hiçbirisinin gezginliğin maddi veya manevi var oluşunda pay sahibi olabileceğine de inanmıyorum.
Anladığım bir gerçek var ki, gezginlik sadece bireyde yaşanan bir manevi beklenti. Çevrendeki hiç kimse bu beklentiye dâhil olamıyor. Sonuçta gezgin için yaşam var olmak ve hakikati keşfetmekse ancak temiz bir niyetle çıkılan ve karşılıksız bir arayışla şekillenen maceralı bir yolculukla zaten kendini ele verecektir. Biz birkaç gezgin olarak hala yoldayız ve alacak daha çok yolumuz var. Yol bu köşeden bakıldığında küçümsenecek bir şey değil, aksine neredeyse var olmak kadar anlamlı bir eylem.
Gezgince var olmanın karşılığı eğer bedel ödemek olacaksa her daim tavrım kişiliğimden yana olacak. Ve kişiliğim var olmayı erdemle sıfatlayacak. Yaşamımın her alanında beni prangaladığına inandığım kimliğimse ürettiği akıl almaz zaafların çokluğunda boğulup gidecek. Dünyanın değişmez bu gerçekliğine göbek bağından tutunmayı istemek olmakla olmamayı istemek arası gibi bir şey. Elinde yapabileceğin çok fazla da bir şey yok aslında. Kaybetmeyi, ahlaksız bir kazanca tercih etmek dışında. Ben de doğal olarak yenilmeyi, kaybetmeyi tercih ediyorum. Tıpkı ilk idealimde kaybettiğim ama kaybederken zaferi kazanan ben olduğum ama herkesin kaybettiğimi zannettiği gibi. O andan sonra benim için onurlu bir savaşta yenilgi her zaman zaferle tanımlandı. Ben yenilirim, savaşırım yenilirim ama yine tekrar savaşırım Niye diyeceksiniz? Cevabı gayet basit: Hakiki bir kahramanın, yüksek vasıflı bir insanın, bir ülkücünün vereceği yanıt: Daha güzel yenilmek için…
Çocukken en büyük idealim Sultan Dağları’nın zirvesine çıkıp ardında olduğuna inandığım Eğirdir Gölü’nü görmekti. Ve bir gün bu idealimi gerçekleştirmek için yola çıktım ve ta o zamanlar anlamıştım ideallere varmanın sanıldığı kadar kolay olamayacağını Zirvenin ardında başka zirvelerin başka aşılası yerlerin olacağı ise hiç aklıma gelmemişti, kimse de bana bir şey söylememişti kime sorsam Eğirdir Gölü’nü bana hep şu dağın ardında derlerdi. Bir de baktım zirvenin ardında bir başka zirve daha var ve onun ardında daha başka dağlar zirveler. Demek ki uzaktan göründüğü gibi değilmiş idealim olan zirve ve Eğirdir Gölü’nü görme arzusu. . Saatler geçmiş zirveye çıkmak için, bir de bunun inişi var. Bir de akşam ezanından sonra eve girersem evde yiyeceğim kötek. Devam edemedim mecburiyetten O günden sonra kendinden olmayan, beklentileri karşılamak gibi hiçbir isteğim olmadı. Benim için idealim olan dağın zirvesine çıkmak o kadar değerliydi ki, Sultan Dağı’nda zirve yapamasam da o kadar emekten sonra o yolda yenik düşmem bile bir zafer sayılırdı.
Çocuk olmak ne demekti saflıktı dürüstlüktü. Hep masum olurdu hayaller çocukça diye geçiştirilirdi oysa ne kıymetlimizdi onlar Her geçen günün hayal kurmayı zorlaştırmasıyla hepsi dürüstlüğünü kaybetti Gerçek dünyanın birer kurgusu olup kayboldular kirlendiler
Yıllar geçtikçe, zihnimde hiç farkına varamadan kemikleşmiş ve yer etmiş sorgulamadan, sınamadan üzerimde taşıdığım, ve değer atfettiğim ve kimi zamansa davranışlarıma yön veren şuan ise vicdan muhasebesinde hesabını vermekte zorlandığım tesellisini ise hiçbir kapıda bulamadığım, belki de hiçbir zaman bulamayacağım var oluşu ben varsamla açıklayan gettosuna iltimaslı diğerini dışlayan narsis davranış örüntüleri; hepsi ama hepsi yok olmakta yeni yeni anlamlara bürünmekte, anlamsızlaşıp bir tebessüm kararlılığında yok olmakta.
Bedene kimi zaman dar, az zamansa bol gelen tepeden inmeci kimlik elbiseleri ismini yabancıların koyduğu kimliğini verdiği kaygılarım. İktidarının meşruiyeti sorgulanmadan kabul edilen samimiyetsiz kimlik sıfatları ve tabiiyetler. Yaşamlarında kırılma yaşamamış insanların basit, sıradan ve samimi olmayan kırıcı beklentileri ve üst üste eklenen, tekrarlamak kaderimmiş gibi görünen; hiç de tekrarlamaktan pişman olamadığım vicdandan gelen samimi ama bedeli ağır diğerinin saflıkla tanımladığı benimse gezginlik dediğim sosyal duruşlar. Yıllar rüzgâr gibi geçiyor ve artık ben tüm bu olumsuzluklara rağmen öfkelenmiyorum, gençliğime yakışanı yapıyorum. Yaşadığım iyi kötü ne varsa tüm duygularımı gülümseyerek içten kopup gelen bir tebessümle teslim ediyorum tekrar geçmişe, hesabını veremesem de pişman değilim artık yaşadıklarımdan.
Nebi AKGÜNGÖR
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.