- 1724 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
KIYMAYIN ÇAM FİDANLARINA
Aralığın otuz biri..Saat gecenin yarısına yaklaşmak üzere.Biraz önce sepeleyen kar durmuş vaziyette..Bulutların kenarından çıkan bir yıldız,bütün parlaklığıyla şehrin üzerinde sabitleşen gece lambası gibi...Ay yok.Dünyada olup bitenlerden utanmışta bulutların arkasına gizlenmiş sanki...
Akgüvercin tünediği çatıdan olup bitenleri seyretmemek için gözlerini kapatmış,dünya ile irtibatını koparmak istiyordu.Ama ne mümkün...Kulağını patlatırcasına çıkan insan naralarından rahat edememekte.’İnsanlar yılbaşı gecesini kutluyor olmalılar.Haftalar önce başlayan onca hazırlık demek bu gecenin şerefine sarfediliyor’diye düşündü.
Ayakları üşüyordu.Hafiften hafife bir ayaz dıdığına vurup burnunun üzerini yakmaya başladı.Bir süre başını kanadının altında gizlemek istedi.Neden sonra yoruldu boynu.Karnı da açtı.İki gündür bir danecik yem bulamamıştı.Kar yeryüzünü beyaz bir yorgan gibi perdelerken,bazı canlıların yiyeceklerini gizlemişti altında.Taa bahara kadar...Güneşin ortaya çıkışına,tabiatın yeniden canlanışına kadar.Bir yandan da kusrağı geriliyor,başı dönecekmiş gibi oluyordu.Şimdi Hatice Nine’nin penceresine konsa onun nurlu ellerinden bir-kaç dane yem yese, ne güzel olurdu.Belki Hatice Nine onu pencereden içeri alırdı.Ne kadar da güzel olurdu sıcacık bir oda.Sonra da Hatice Nine’nin pamuklaşan ellerinde okşanmak.Ama vaz geçti.Şimdi Hatice Nine çoktan uyumuştur diye düşündü.Öyle ya;gecenin bu vaktine kadar oturmak pek akılkarı gözükmüyordu.
Kendisini zorladı.Bütün takatını karşı apartmandan süzülen ışıklı penereye varmakta arayacaktı.Can havliyle bulunduğu çatıdan son bir kanat süzülüşünde ışıklı pencerenin kenarına konuverdi.Perdeler yarı aralık bırakılmıştı.Bir süre üşüyen gözlerle süzdü içerisini.Ortaya büyükçe bir masa kurulmuştu.Üzerinde rengarenkti meyvalar.Elmasından armuduna kadar hemen her çeşit meyva.Ya masanın yanıbaşımda duran çam fidanına ne demeliydi?..Dalları allı pulluydu çam fidanının.O güzelim yeşilliğe suni bir allı-pulluluk hiç yakışmamıştı.
Dağları düşündü.Uçsuz bucaksız.Aralarında yürüyememenin sıklığındaki ağaçları.Başları bulutlara değen.Yeşilin bütün tonlarını sergileyen ağaçları...O cıvıldaşan
kuşları...Say ki;o minicik yaratıklar için bir barınak,türlü tehlikelerin cirit attığı dünyada dal budak olan,şevkatle açılan bir kucaktı.
Asırlık ağaçlar geldi aklına.Hangi olaylara tanık olmamıştı ki onlar.Diplerinde hangi yolcular dinlenmemiş,doruklarına hangi kuşlar yuva yapmamıştı.Keşke dilleri olsa da konuşsalardı.Yüz ikiyüz yıllık tarihlerini kısa bir zaman dilimine sığdırıpta anlatıverselerdi insanoğluna.Alagözlü ceylanlar hep o ağaçların altında zıplaşırlar,analarnın dizlerinin diplerinde meleşirlerdi.Bir defasında akrabası dağ güvercinini ziyarete gitmişti. Ormanın buz gibi pınarının başında kana kana su içmenin serinleşmesinde huzura kavuşmuştu.Şehrin beton yığını binaları arasında yaşamaktan utanmış,yaşadığı yeri anlatamamıştı.
Masanın yanı başında duran yapmacık allı pulluluklarla süslenen çam fidanını tanır gibiydi.Hep ağlıyordu o çam fidanı.Hem de hıçkırıklarla.Bir-kaç hafta sonra solup kurumanın,sonrada işe yaramayan bir odun parçası olarak yakılacağının bilmişliğindeki hıçkırıklarla.Belikide; onun gibi yüzbinlerce çam fidanı aynı hıçkırığın nağmeleşmesinde feryat ediyordu.Ediyordu da onları katleden insan, o hıçkırıkları duymuyordu.Çünkü o sağırdı.Kördü. Merhametsizlerin en merhametsiziydi.
Nasıl ki bir ülkenin çocukları geleceğin teminatı ise; o fidanlar da istikbaldeki ormanın teminatıydılar.Uçsuz bucaksız kel tepeler ne işe yarardı?. Sadece o kel tepelerde bol bol rüzğar ıslık çalardı.
Sabah olmak üzereydi.Birazdan o karanlık yerini sütbeyaz bir aklığa terk edecek, tekrar hayat o loşluktan kurtulup allı pullu bir civildeşmenin hayhuyundadevam edecekti.
Geceyi geçirdiği pencereden uçtu.Geçmişini düşünüyordu.Dedelerini, nenelerini. Ta dip dedelerini...Sevr Mağarası’nı düşündü.
Sabah ezanı;türlü velvelelerin verdiği uyuşukluğundaki geceyi aralarken ,Akgüvercin şehrin en büyük camisine doğru uçmaya başladı.Karşıdan minareler ne de güzel görünüyordu.Beyaz bir aklıktaki mevsimin bağrından göklere doğru fışkıran mermerden merdivenlere benzetti onları. Ah keşke o merdivenler hiç silinmeseydi gözünden.Milyonlarca insan yığınlarını semaya eriştirselerdi.Eriştirselerdi de mermerce mermerleşmişliklerini yerine getirselerdi.
Caminin kubbesine oturdu.Ezanı sonuna kadar dinledi.Müezzinin yanık sesi sabahın sessizliğinin kimsesizliğinde daha da yanıklaşıyor,beton binalara çarptıkça semaya doğru yükseliyordu.Akgüvercin bir ara kendisinin de o yanıklaşmışlıkta eriyivereceğini sandı.
Yeniden uçtu olduğu yerden.Caminin çevresinde yarım bir daire çizdi.Tekrar çırptı kanatlarını.Ağlıyordu.Göz yaşları tüylerine doğru kayarken öyle bir ’Hu’ çekti ki; ’Kıymayın çam fidanlarına!’ diye feryat ediyordu.Bütün takatini yeniden topladı.Açlığını üşümüşlüğünü unuttu.Açlık neydi ki...
Kaçıyordu artık.Nereye kadar gidebileceğini bilmeden.Gideceği yerlerde kendisini nelerin beklediğini düşünmeden.Sadece uçtu,uçtu,uçtu..
İsmail Süklüm
YORUMLAR
Bir defa daha ve kelimesi kelimesine düşünerek okudum.
Denizdeki küçük istavrit balığının tavaya dizilişini; kızgın tavaya kırılan yumurtanın ruh yapısını...
Meğer, yediğimiz herşey canlı...
Bizi, yine bizler yiyoruz... yamyamlıkla değil ha... ömrümüzü kısaltarak.
Ne garip, az yemek yemek; meğer, daha sevap.
"İsraf haramdır" kelimesini yeniden ölçüp değerlendirmeliyiz!... ölmeyecek kadar az yemeli.
Güvercinin düşündürdükleri, şehir hayatında garipsenebilir...
Neresinden baksak, kendimizi aldatıyoruz!.
Sağlık dileğimle Selamladım; İsmail Süklüm Ustamı...
kadiryeter Kadir Yeter. 09.9.2016 CUMA. TRABZON.
w.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=75875
Yine de sözümdeyim; tekrârında fayda var...
Çam fidanına kıyma, etme dünyâsını dar;
Sonraki gün görünür, evde çam ölüsü var!.
Hesâbı ödenirken, rûh yanar ev eyvâh nâr!. .......kadiryeter
Sağlığını Allah'tan dilenir, saygımla Selâm ederim Ustam...
Kadir Yeter. 27 ARALIK 2015 TRABZON.
w.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=75875
İSMAİL SÜKLÜM'E
"KIYMAYIN ÇAM FİDANLARINA
Aralığın otuz biri… saat, gecenin yarısına yaklaşmak üzere. Biraz önce sepeleyen kar durmuş vaziyette… bulutların kenarından çıkan bir yıldız, bütün parlaklığıyla şehrin üzerinde sabitleşen gece lambası gibi... Ay yok. Dünyada olup bitenlerden utanmış da bulutların arkasına gizlenmiş sanki...
Akgüvercin, tünediği çatıdan olup bitenleri seyretmemek için gözlerini kapatmış, dünya ile irtibatını koparmak istiyordu. Ama ne mümkün... kulağını patlatırcasına çıkan insan naralarından rahat edememekte. ’İnsanlar yılbaşı gecesini kutluyor olmalılar. Haftalar önce başlayan onca hazırlık demek, bu gecenin şerefine sarfediliyor’ diye düşündü.
Ayakları üşüyordu. Hafiften hafife bir ayaz guduğuna vurup burnunun üzerini yakmaya başladı. Bir süre başını kanadının altında gizlemek istedi. Neden sonra yoruldu boynu. Karnı da açtı. İki gündür bir danecik yem bulamamıştı. Kar, yeryüzünü beyaz bir yorgan gibi perdelerken, bazı canlıların yiyeceklerini gizlemişti altında. Taa bahara kadar... Güneşin ortaya çıkışına, tabiatın yeniden canlanışına kadar.
Bir yandan da kusrağı geriliyor, başı dönecekmiş gibi oluyordu. Şimdi Hatice Nine’nin penceresine konsa o’nun nurlu ellerinden bir-kaç dane yem yese, ne güzel olurdu. Belki Hatice Nine o’nu pencereden içeri alırdı. Ne kadar da güzel olurdu sıcacık bir oda. Sonra da Hatice Nine’nin pamuklaşan ellerinde okşanmak. Ama vaz geçti. Şimdi Hatice Nine çoktan uyumuştur diye düşündü. Öyle ya; gecenin bu vaktine kadar oturmak pek akılkârı gözükmüyordu.
Kendisini zorladı. Bütün takatını karşı apartmandan süzülen ışıklı pencereye varmakta arayacaktı. Can havliyle bulunduğu çatıdan son bir kanat süzülüşünde ışıklı pencerenin kenarına konuverdi. Perdeler yarı aralık bırakılmıştı. Bir süre üşüyen gözlerle süzdü içerisini. Ortaya büyükçe bir masa kurulmuştu. Üzerinde rengarenkti meyvalar. Elmasından armuduna kadar hemen her çeşit meyva. Ya masanın yanıbaşında duran çam fidanına ne demeliydi?.. Dalları allı pulluydu çam fidanının. O güzelim yeşilliğe suni bir allı-pulluluk hiç yakışmamıştı.
Dağları düşündü. Uçsuz bucaksız. Aralarında yürüyememenin sıklığındaki ağaçları. Başları bulutlara değen. Yeşilin bütün tonlarını sergileyen ağaçları... O cıvıldaşan kuşları... Say ki; o minicik yaratıklar için bir barınak, türlü tehlikelerin cirit attığı dünyada dal budak olan, şevkatle açılan bir kucaktı.
Asırlık ağaçlar geldi aklına. Hangi olaylara tanık olmamıştı ki, o’nlar. Diplerinde hangi yolcular dinlenmemiş, doruklarına hangi kuşlar yuva yapmamıştı. Keşke dilleri olsa da konuşsalardı. Yüz- ikiyüz yıllık tarihlerini kısa bir zaman dilimine sığdırıp da anlatıverselerdi insanoğluna. Alagözlü ceylanlar hep o ağaçların altında zıplaşırlar, analarının dizlerinin diplerinde meleşirlerdi. Bir defasında, akrabası dağ güvercinini ziyarete gitmişti. Ormanın buz gibi pınarının başında kana- kana su içmenin serinleşmesinde huzura kavuşmuştu. Şehrin beton yığını binaları arasında yaşamaktan utanmış, yaşadığı yeri anlatamamıştı.
Masanın yanı başında duran yapmacık allı pulluluklarla süslenen çam fidanını tanır gibiydi. Hep ağlıyordu o çam fidanı. Hem de hıçkırıklarla. Bir-kaç hafta sonra solup kurumanın, sonrada işe yaramayan bir odun parçası olarak yakılacağının bilmişliğindeki hıçkırıklarla. Belki de; o’nun gibi yüzbinlerce çam fidanı aynı hıçkırığın nağmeleşmesinde feryat ediyordu. Ediyordu da o’nları katleden insan, o hıçkırıkları duymuyordu. Çünkü, o, sağırdı. Kördü. Merhametsizlerin en merhametsiziydi.
Nasıl ki, bir ülkenin çocukları geleceğin teminatı ise; o fidanlar da istikbaldeki ormanın teminatıydılar. Uçsuz bucaksız kel tepeler ne işe yarardı?. Sadece, o kel tepelerde bol- bol rüzgâr ıslık çalardı.
Sabah olmak üzereydi. Birazdan o karanlık yerini sütbeyaz bir aklığa terk edecek, tekrar hayat o loşluktan kurtulup allı pullu bir cıvıldaşmanın hayhuyunda devam edecekti.
Geceyi geçirdiği pencereden uçtu. Geçmişini düşünüyordu. Dedelerini, nenelerini. Ta dip dedelerini... Sevr Mağarası’nı düşündü.
Sabah ezanı; türlü velvelelerin verdiği uyuşukluğundaki geceyi aralarken, Akgüvercin şehrin en büyük camisine doğru uçmaya başladı. Karşıdan minareler ne de güzel görünüyordu. Beyaz bir aklıktaki mevsimin bağrından göklere doğru fışkıran mermerden merdivenlere benzetti onları. Ah, keşke, o merdivenler hiç silinmeseydi gözünden. Milyonlarca insan yığınlarını semaya eriştirselerdi. Eriştirselerdi de mermerce mermerleşmişliklerini yerine getirselerdi.
Caminin kubbesine oturdu. Ezanı sonuna kadar dinledi. Müezzinin yanık sesi sabahın sessizliğinin kimsesizliğinde daha da yanıklaşıyor, beton binalara çarptıkça semaya doğru yükseliyordu. Akgüvercin bir ara kendisinin de o yanıklaşmışlıkta eriyivereceğini sandı.
Yeniden uçtu olduğu yerden. Caminin çevresinde yarım bir daire çizdi. Tekrar çırptı kanatlarını. Ağlıyordu. Göz yaşları tüylerine doğru kayarken öyle bir ’Hu’ çekti ki; ’Kıymayın çam fidanlarına!’ diye feryat ediyordu. Bütün takatini yeniden topladı. Açlığını üşümüşlüğünü unuttu. Açlık neydi ki...
Kaçıyordu artık. Nereye kadar gidebileceğini bilmeden. Gideceği yerlerde kendisini nelerin beklediğini düşünmeden.
Sadece; uçtu, uçtu, uçtu…
İsmail Süklüm”
/
Sağlıkla kal Ustam...
Selâm yolladım...
kadiryeter
04.3.2014 TRABZON.
"KIYMAYIN ÇAM FİDANLARINA
Aralığın otuz biri...
Saat gecenin yarısına yaklaşmak üzere.
Biraz önce sepeleyen kar durmuş vaziyette...
Bulutların kenarından çıkan bir yıldız,
bütün parlaklığıyla şehrin üzerinde sabitleşen gece lambası gibi...
Ay yok.
Dünyada olup bitenlerden utanmışta bulutların arkasına gizlenmiş sanki...
Akgüvercin tünediği çatıdan olup bitenleri seyretmemek için gözlerini kapatmış,
dünya ile irtibatını koparmak istiyordu.
Ama ne mümkün...
Kulağını patlatırcasına çıkan insan naralarından rahat edememekte.
İnsanlar yılbaşı gecesini kutluyor olmalılar.
Haftalar önce başlayan onca hazırlık demek bu gecenin şerefine sarfediliyor’diye düşündü.
Ayakları üşüyordu.
Hafiften hafife bir ayaz dıdığına vurup burnunun üzerini yakmaya başladı.
Bir süre başını kanadının altında gizlemek istedi.
Neden sonra yoruldu boynu.
Karnı da açtı.
İki gündür bir danecik yem bulamamıştı.
Kar yeryüzünü beyaz bir yorgan gibi perdelerken,
bazı canlıların yiyeceklerini gizlemişti altında.
Taa bahara kadar...
Güneşin ortaya çıkışına, tabiatın yeniden canlanışına kadar.
Bir yandan da kusrağı geriliyor,
başı dönecekmiş gibi oluyordu.
Şimdi Hatice Nine’nin penceresine konsa onun nurlu ellerinden bir-kaç dane yem yese,
ne güzel olurdu.
Belki Hatice Nine onu pencereden içeri alırdı.
Ne kadar da güzel olurdu sıcacık bir oda.
Sonra da Hatice Nine’nin pamuklaşan ellerinde okşanmak.
Ama vaz geçti.
Şimdi Hatice Nine çoktan uyumuştur diye düşündü.
Öyle ya; gecenin bu vaktine kadar oturmak pek akılkarı gözükmüyordu.
Kendisini zorladı.
Bütün takatını karşı apartmandan süzülen ışıklı penereye varmakta arayacaktı.
Can havliyle bulunduğu çatıdan son bir kanat süzülüşünde ışıklı pencerenin kenarına konuverdi. Perdeler yarı aralık bırakılmıştı.
Bir süre üşüyen gözlerle süzdü içerisini.
Ortaya büyükçe bir masa kurulmuştu.
Üzerinde rengarenkti meyvalar.
Elmasından armuduna kadar hemen her çeşit meyva.
Ya masanın yanıbaşımda duran çam fidanına ne demeliydi?..
Dalları allı pulluydu çam fidanının.
O güzelim yeşilliğe suni bir allı-pulluluk hiç yakışmamıştı.
Dağları düşündü.
Uçsuz bucaksız..
Aralarında yürüyememenin sıklığındaki ağaçları.
Başları bulutlara değen.
Yeşilin bütün tonlarını sergileyen ağaçları...
O cıvıldaşan kuşları...
Say ki; o minicik yaratıklar için bir barınak,
türlü tehlikelerin cirit attığı dünyada dal budak olan, şevkatle açılan bir kucaktı.
Asırlık ağaçlar geldi aklına.
Hangi olaylara tanık olmamıştı ki, onlar.
Diplerinde hangi yolcular dinlenmemiş, doruklarına hangi kuşlar yuva yapmamıştı.
Keşke dilleri olsa da konuşsalardı.
Yüz ikiyüz yıllık tarihlerini kısa bir zaman dilimine sığdırıpta anlatıverselerdi insanoğluna.
Alagözlü ceylanlar hep o ağaçların altında zıplaşırlar, analarnın dizlerinin diplerinde meleşirlerdi. Bir defasında akrabası dağ güvercinini ziyarete gitmişti.
Ormanın buz gibi pınarının başında kana kana su içmenin serinleşmesinde huzura kavuşmuştu. Şehrin beton yığını binaları arasında yaşamaktan utanmış, yaşadığı yeri anlatamamıştı.
Masanın yanı başında duran yapmacık allı pulluluklarla süslenen çam fidanını tanır gibiydi.
Hep ağlıyordu o çam fidanı.
Hem de hıçkırıklarla.
Bir-kaç hafta sonra solup kurumanın, sonrada işe yaramayan bir odun parçası olarak yakılacağının bilmişliğindeki hıçkırıklarla.
Belikide; onun gibi yüzbinlerce çam fidanı aynı hıçkırığın nağmeleşmesinde feryat ediyordu. Ediyordu da onları katleden insan, o hıçkırıkları duymuyordu.
Çünkü o sağırdı.
Kördü.
Merhametsizlerin en merhametsiziydi.
Nasıl ki bir ülkenin çocukları geleceğin teminatı ise;
o fidanlar da istikbaldeki ormanın teminatıydılar.
Uçsuz bucaksız kel tepeler ne işe yarardı?.
Sadece o kel tepelerde bol bol rüzğar ıslık çalardı.
Sabah olmak üzereydi.
Birazdan o karanlık yerini sütbeyaz bir aklığa terk edecek,
tekrar hayat o loşluktan kurtulup allı pullu bir civildeşmenin hayhuyunda devam edecekti.
Geceyi geçirdiği pencereden uçtu.
Geçmişini düşünüyordu.
Dedelerini, nenelerini. Ta, dip dedelerini...
Sevr Mağarası’nı düşündü.
Sabah ezanı; türlü velvelelerin verdiği uyuşukluğundaki geceyi aralarken,
Akgüvercin şehrin en büyük camisine doğru uçmaya başladı.
Karşıdan minareler ne de güzel görünüyordu.
Beyaz bir aklıktaki mevsimin bağrından göklere doğru fışkıran mermerden merdivenlere benzetti onları.
Ah keşke o merdivenler hiç silinmeseydi gözünden.
Milyonlarca insan yığınlarını semaya eriştirselerdi.
Eriştirselerdi de mermerce mermerleşmişliklerini yerine getirselerdi.
Caminin kubbesine oturdu.
Ezanı sonuna kadar dinledi.
Müezzinin yanık sesi sabahın sessizliğinin kimsesizliğinde daha da yanıklaşıyor,
beton binalara çarptıkça semaya doğru yükseliyordu.
Akgüvercin bir ara kendisinin de o yanıklaşmışlıkta eriyivereceğini sandı.
Yeniden uçtu olduğu yerden.
Caminin çevresinde yarım bir daire çizdi.
Tekrar çırptı kanatlarını.
Ağlıyordu.
Göz yaşları tüylerine doğru kayarken öyle bir ’Hu’ çekti ki; ’Kıymayın çam fidanlarına!' diye feryat ediyordu.
Bütün takatini yeniden topladı.
Açlığını üşümüşlüğünü unuttu.
Açlık neydi ki...
Kaçıyordu artık.
Nereye kadar gidebileceğini bilmeden.
Gideceği yerlerde kendisini nelerin beklediğini düşünmeden.
Sadece uçtu, uçtu, uçtu...
İsmail Süklüm"
Yayınlanma Tarihi:
12.04.2011 23:24:55
İSMAİL SÜKLÜM
Yıllar önce Türkiye Gazetesinde yazdığım bir hikaye idi.
Hayırlı geceler diliyorum.