SORUMLULUK
Uzunca bir kış döneminin ardından İstanbul, nihayet bahar müjdesinin işaretleriyle süslenmeye başlamış; gizemli şehir, kat kat kasvetli bulutlarından yavaş, yavaş soyunmaya koyulmuştu. Kirli gri örtülerini, yenilenmeye heveslenerek yırtıp atan gökyüzü, yerini, güneşin altınsı ışıklarıyla pürüzsüzleşen masmavi bir gök kubbeye bırakıyordu. Gözlerin değdiği her köşeden doğa, aydınlanma ve tazelenme şölenine ayaklanmıştı. Boğaz’da, denizin rengi canlanmış, parlamıştı. Mavi-laciverde çalan berrak sular üzerinde, tek bir organizma misali kanat çırpan kuş sürülerinin ahenkli resmigeçitleri, gelip geçenleri seyri safasına sürüklüyordu. Boğazın ak kanatlı zarif elçileri martıların, kanat sesleri çoğalmış, doğanın armonisine yeni ve zengin bir çekicilik katmıştı. Korulardaki bülbül şakımaları, ince, uzun nağmeleriyle insan ruhuna doluyor, canlanma ve yaşama sevinciyle karşı konulmaz dürtüler uyandırıyordu.
Eczacı Nadide Hanım, her zamanki gibi gün ağarmadan önce uyanmış, ailesiyle birlikteki kahvaltısını, huzur ve mutlulukla tamamladıktan sonra günün yemeklerini hazırlamaya kalkışmıştı. İri, koyu siyah gözleri, arada bir mutfak penceresinden dışarıya kayıyor, güvercinlerin, sıra sıra toplandığını görerek, “işlerimi bitirmeme az kaldı, birazdan sizi de doyuracağım” diye, için için sabırsızlanıyordu. Kuşlar, pencerenin dış mermerine boylu boyunca dizilmişti. Kıvrak boyunları, kıpır kıpır oynadıkça güneşin kuş tüyleri üzerinde parlayan huzmeleri, can veren güzelliklerini, parlak pembe ve turkuaz hareler arasında okşayarak dolaştırıyor; narin boyunlarda, yanardöner ışıldamaları aksettiriyordu. Işığın, bu albenili estetik yansımaları, yüreklere mutluluğu, mühürlemek istercesine letafetle dört bir yana cömertçe saçılıyordu.
Tesadüfen mi bilinmez, güvercinlerden birinin gagası, kapalı mutfak penceresinin camına, usulca bir tıklama sesiyle dokununca Nadide Hanım, daha fazla bekleyemeden yem torbasını dolaptan çıkardı ve bolca bir tutamı kuşlara serpti. Onların, düzenli hareketlerle itişip kakışmadan yem toplamalarını aklından çıkaramayacak, yorucu iş günü boyunca zaman zaman gözlerinin önüne getirerek gücüne huzur katacaktı.
Yemek hazırlıklarını tamamlayan Nadide Hanım, kısa sürede hazırlanıp bahçeye çıktı. Bahçe kapısının hemen yanında, kulübesinde, iri kıyım bir av köpeği yatıyordu. Uzun, yumuşak kar topağı tüyleri, sırtında kuzguni simsiyah iki paftayla göz alırdı. Nadide Hanım, onu, annesi doğumda ölünce dayanamayarak yaşatma isteğiyle evine almış; önce damlalıklarla, sonra biberonla beslemiş, bugünlere getirmişti. Evde arta kalan ekmeklerden ve ufak tefek yemek kalıntılarından doyacağı kadarını hazırlar, her sabah,kabına boşaltırdı. Bir diğer kaptaki suyunu tazeledikten sonra Nadide Hanım, kuyruk sallamalarla mutluluğunu, minnetini ve sevgisini dışarı vuran sadık köpeğini, son bir defa okşayarak ona veda etti.
Nadide Hanım, bahçe kapısını açmış basamaklara doğru ilerlerken gözlerini, sarı safran gibi çiçekleriyle bezeyen kızılcık ağacından koparamadı. Her sene dallarının tomurcuklanması ve büyümesini, şaşkın gözlerle seyreder, erkenden açarak baharın ilk müjdecisi olan bu görkemli ağacı çok severdi. Öylesine ki ağacın güçlü, uzun kökleri, bahçe altındaki su borularına yürüyüp onları çatlattığında, çare olarak ağacı kesmek isteyen mühendise o, çok içerlemiş; bahçeyi boydan boya kırdırmayı ve kazdırmayı göze alarak suyolunu, ağacın hayli uzağına taşıtmıştı.
“Birkaç hafta içinde erguvanlar da açacak!” diye göğsünden heyecan dalgaları kabaran Nadide Hanım, bahçe merdivenlerinden dört kat aşağıya inerken hayallere kapılıyordu. Uzun zarif dallarıyla gönüllere uzanmaya sevdalı, ağaç, önce minik tomurcuklarla bezenerek belli belirsiz pembeleşecekti. Zaman onları, tılsımlı güçleriyle şeker pembesi narin, sayısız sedeften incilere dönüştürüverecekti. Her gün renkerini biraz daha özüne işleyen; ruhlara, güzelliği, sıcaklığı ve saflığıyla dokunan bu sayısız nadide, eflatuni-morumsu yakuttan boncukların erginleşmesini izlemekle Nadide Hanım, uzun süreli özlemli bir sukûtun ardından, kavuşmaya imrendiği şükürlü ve emsalsiz mutluluğu doya doya soluyacaktı. Seyrine doyulmayan bu müstesna manzaranın ömrü, bir ayı biraz aşkın bir süreydi. Onlara baktıkça, Nadide Hanım, “ah, kuvvetli bir rüzgâr çıkmasa da çiçekleri zamansız yerinden koparmasa!” diye, dualar edecekti. Olgunlaştıkça doğaya güzelliğini cömertçe yağdıran çiçeklerinin ardındansa Nadire Hanım, erguvan ağaçlarının, filizlenecek olan almaşık yapraklarını beklemeye koyularak teselli bulacaktı.
Eczane oldukça uzakta olduğundan, yol boyunca Nadide Hanım’ın gözleri, aksak trafik odaklarında, bahar ağaçlarını tarayacak, onlarla her buluşmasında ruhunu, bahar sevinciyle doyuracaktı.
Eczaneye vardığında Nadide Hanım, kendisini, yirmi dakikadır bekleyen çok sevdiği anne ve kızıyla karşılaşmıştı. Sıcak bir şekilde merhabalaşırlarken eczacı hanım, tedirgin ve mahcup bir edayla kendisine bakan genç kızın yüzünde, alışılmadık yaraları fark etti. Bu durumu sormasına fırsat kalmadan annesi, kızını, sivilceleri için doktora götürdüğünü ve verilen bir yapma ilacın, birkaç gün içinde bu derin yaralara sebep olduğunu izah etti. Şaşıran Nadide Hanım, “reçete yanınızda mı?” diye, sordu. Reçete, eline uzatıldığında tecrübeli eczacı, sivilcelere çok iyi gelen, sık sık eczanesinde de hazırladığı tertibi görerek bunun, sivilceleri kısa sürede geçiren yapma ilaçlardan biri olduğunu, sorgulayan bakışlar altındaki anne ve kızına, açıkça ifade etti. Gelişen tersliği ortaya çıkartabilmek için reçeteyi hazırlayan eczaneye, zaman kaybetmeden telefon açtı. Eczacı Bey, reçete defterinden, üç gün önceki yapma ilacın dökümüne ulaşarak ilacın, kendisinin yokluğunda yardımcısı tarafından hazırlandığını söyledi. “Nadide Hanım, bana ilaçta kullanılan maddeleri, sırasıyla okuyabilir misiniz lütfen?” diye, nazik sesiyle meslektaşına ricada bulundu. Eczacı Bey, “tabi, memnuniyetle” diyerek, maddelerin ilk ikisini, ardı ardına söyledikten sonra birden nefesi kesilmiş gibi duraladı. “Bir aksilik mi var?” diye sözü ele alan Nadide Hanım’a, karşıdan çıt çıkmıyordu.
Eczacı Bey, gizemli sükûtunun ardından ahizenin öteki ucundan “özür dilerim, özür dilerim!” diye kem küm etmeye başlamıştı. Ne kadar üzgün olduğunu sürekli tekrar edip duruyordu. Tedirginlik ve kaygı, iki eczacının, birbirlerini göremeseler de aralarına sinsice sinmişti.
Durum, aydınlığa kavuşturulduğunda çok elimdir ki, eczanede iki senedir çalışmakta olan kalfa, özen, tecrübe ve dikkatten yoksun, sabırsız davaranmış; sorumsuzluk ve bilgisizliğin kurbanı olmuştu. Kendini bu talihsiz duruma düşüren kalfa, eczacının denetiminden uzakta hazırlamaya çalıştığı reçetedeki -asit salisilik- maddesi yerine; yapma ilaca, sıvı –aseton- boca etmiş; genç kızın çehresinde, çok uzun süre iz bırakacak yaraların işlemesine ve psikolojik sorunların gelişmesine neden olmuştu.
Ayşe Yarman Öztekin
’An Akar Zaman Kayar’ 2012
YORUMLAR
Sevgili Ayşe, her kelime yerli yerinde ve anlatım çok güzel. Konu seçimi hepimizi ilgilendirdiği için o da güzel.
Bu yazıdan çıkarılan kıssadan hisse; ne iş yaparsan yap, en iyisini yap, dikkatli yap! Yoksa, küçücük bir hata başkalarının hayatına mallolabilir.
Tebrik ederim...........sevgimle.
Her kelime itinayla yerlerine oturtulmuş...
Yazıdaki ahenk ve dikkat göze çarpıyor...
Bembeyaz bir sayfaya siyah bir dolmakalemle yazılmış intibaı veriyor bana...
Hikayenin akışı küçücük bir ormanın içerisinden akan berrak bir akarsu gibi..
Kuş seslerini duyar gibi oldum.
Doğrusu buna benzer bir vakıa olmuştu yıllar öce özel bir dispanserde..
Torna ustasını gözüne saplanan demir çapağını çıkarmak için beyaz önlüklü bir hastabakıcı adamın gözüne ilaç diye asit boşaltmaya kalkışmıştı..
Olayı son anda farkeden annem adamın kör olmasına sebep olacak yanlışlığı önlemişti..
Tebrik eder saygılar sunarım...