- 677 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
04.00--06.00 ARASI
Saat sabaha karşı dört sularıydı, evden çıktığımda. Hiç uyumamıştım ve acıkmıştım, sokaklar bomboştu ve cebimde beş ytl vardı. Sokakta yalnız olduğunu düşünmek tuhaf bir duygu. Her hareket dikkatinizi çekiyor, her gıcırtıyı duyuyorsunuz ve ana cadde de bile bu seslerden ürküyorsunuz bazen.
Ancak sokaktaki olayları bir kenara bırakın, korkuyu şaşkınlıkla birleştirip tek bir tepside önünüze seren ana caddede ki ışıkların ve bu ışıklardan geçmek zorunda olan arabaların ilişkisi hakikaten görülmeye değerdi. Yanıp sönen kırmızı ışıklar ve sürekli yanan kırmızı ışıkların ahengi göz kamaştırıcıydı. Adeta bir yağlı boya tablonun ve hatta Da Vinci tarafından resmedilen bir yağlı boya tablonun beyinlerdeki yankılanmasıydı. İnanın bana abartmıyorum, bunu hak ediyordu bu şekilsel gösteri.
Bir kavşakta, kırmızı ışık yanıp sönerken, diğerinde normal koşullarda ki gibi belirli bir süre yanıyor sonra yerini sarıya ve nihayet yeşile bırakıyordu. Bu iki kavşak, birbirine fazla uzak olmadığı gibi paralellerdi. Bundan dolayı, ben rahatlıkla geçen tek_tük arabaların davranış şekillerini takip edebiliyordum.
İlk kavşaktan kontrollü geçen bir minibüsün diğer kavşakta yavaşlamadan, kırmızı ışıktan geçmesi beni tahmin edilemeyecek derecede etkiledi. Çok şaşırdım ve şaşkınlıkla birlikte sinirlendim. Sonra düşündüm! Acaba bizim ülkemizdeki öğretilerin çoğu yanlış mı algılanıyor? Yoksa bunların çoğu yanlış mı öğretiliyor?
Yani benim bildiğim, yanıp sönen kırmızı ışıkta kontrollü geçilmesi doğru bir davranış da, bunun hemen akabinde kırmızı ışıkta durulması gerektiğinin bilinmesi gerekir! İlkini bilipte ikincisini bilmemek, saymayı bilmeden toplamayı yapmak gibi bir şey. Kırmızı ışıkta durulması gerektiğini bilmeden kontrollü göstergelerde, kontrollü geçilmesi gerektiğini bilmek, imkânsız. Aslında bu minibüsün şoförü, benim söylediklerimi biliyordur. Ancak biz millet olarak, nerede durup nerede yol vermemiz gerektiği hususunda çok kişisel ve çıkarcı davranıyoruz.
Yürümeye devam edip ziraat bankasına kadar geldim. Kartımı çıkarıp maaşın yatmış olduğu umuduyla yerleştirdim yuvasına. Neyse ki yatmıştı maaşım ve yüz ytl çekerek, lokantaya kadar yürüdüm. Lokantaya girdiğimde üç bayan, iki beyden oluşan ve gayet şatafatlı(ilgi çekici) bir grup genç dikkatimi çekti. Arkalarında bulunan boş masaya oturdum ve o saatte istenebilecek en güzel yemeği istedim, paça.
Çay içen grubun toplamda elli kelimeyle kısıtlı konuşmalarının ilgimi çeken iki kelimesi vardı, hayatım ve hesap. Anlaşılan bu arkadaşlar bir eğlence yerinden geliyorlardı, beylerden biri babasının arabasıyla kaza yapmıştı, çok fazla hesap ödemişti bu bey ve kendisine hayatım diye hitap eden kız arkadaşıyla sürekli tartışıyordu. Daha çok kaza yapacaklar gibi görünen bu arkadaşların hayatlarının kalanında kazasız günler temenni ederek, büyük bir iştahla paçamı içtim ve salondan ayrıldım.
Gelip eve, bu yazıyı yazdım. Umarım bir gün benden başkaları da okur. Ben ve benim gibileri, yazmayı sever ancak, okunması gereken şeyler sadece kitaplarda değildir, bunu da bilmek gerekir...
(17.12.2006–06.30)