Bir Gaspın Anatomisi
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
İçimde bir azman, yazma artık diyor. Uykumu kaçıran ne? Çocukluğumun tüm korkularının panayırı sanki bu gece, sabahı görebilme umudu ile gülümsüyorum.
Özgürken su vermeye üşendiğim çiçekler, gözümün önünde bir bir kuruyup gidiyor. Can çekişenlerden birine acınası gözlerle bakıyorum, ‘beni affet’ der gibiyim-ağzım bantlı olduğundan konuşamıyorum-.
Ensemde bir fil yavrusu oyun oynuyor. Kollarım arkadan bağlı olduğundan, siyah beyaz fotoğraftan bana sallanan ele karşılık veremiyorum. Olanca hızıyla cama çarpan bir güvenin sesi bana bir şey demek ister gibi çırpınıyor sağ kulağımda. Kırbaç bir kez daha iniyor sırtımın orta yerine, acımıyor ki…
Ayaklarımın altı gıdıklanmakla acı arasında bir duyguyla, hangisinin daha kötü olduğunu düşünen bana yöneliyorlar. Sırtıma batırılmış jiletleri itiyorum bedenime, kendi ayaklarımla. Kan kokusu duyuyorum, sıcaklığı ile üşüyen bedenime ilaç olmaya çalışır gibi akıyor kanım her yerime.
400 şarkılık bir DVD koyuyor hayranım sabaha kadar dinlemem için. Beni çok sevdiğini söylüyor ama bu kez tokat atmıyor. Nelerden hoşlandığımı çok iyi biliyor. TNK şarkılarıyla başlıyor şölen, yüksek sesle dinlemeyi sevdiğimi de biliyor ve açıyor amfinin sesini. Emektar Technics i aldığım gün geliyor aklıma. Doğu bankın efsane olduğu dönemlerde dünyanın parasını vererek aldığım cihazlar, yaralarımı sarmak için tüm iyi niyetleriyle uğraşıyorlar. JBL kolonların kanımı durdurmak için yolladıkları titreşimler gözlerimi dolduruyor. Bir park geliyor gözlerimin önüne, ilk konserimi verdiğim Göztepe Parkı. Çocuksu neşelere özlem duyuyorum, ‘bir an önce ol sabah’ demek istiyorum gecenin merhametsiz sessizliğine, diyemiyorum.
Her gece bir telini koparıyordu güzelim gitarımın. Ona bir beste yapmadığım için bana kızgın olduğunu öğreniyorum. Oysa üç gün evvel yüzünde neşeli bir maske ile izinsiz geldiği evimde beni gasp etmeden önce inanın tanımıyordum onu. Tüm albümlerimi aldığını, her şarkımı ezbere bildiğini söyleyen bu çatlak kadın; sarhoşluğumdan da faydalanarak kollarımı, ayaklarımı bağladıktan sonra, ağzıma da koli bandı çekince anlamıştım bunun bir erotik fantezi olmadığını. Düpedüz kendi evimde kaçırılmıştım. İşkenceye maruz bırakılan bedenime acımayan birinin, ruhuma açtığı yaraları umursayacağını düşünmek iyimserlik olurdu.
Yüzünü görmeme izin vermiyordu. Giyim tarzından punk-rock hayat tarzı olan biri olduğunu düşünüyordum. Ses tonundaki eski Türk filmlerinde sonradan sosyeteye giren ablalardaki ürkeklik, içimi biraz olsun ferahlattı diyebilirim. Sanırım bu vakadan sağ çıkabilecektim.
Beni düşündüren yeni albümüm için tanıtım olarak bu olayı tezgâhladığımı düşünecek insanların çokluğuydu. ‘Gidin be kardeşim beni dinlemeyin’ deme lüksüm olmadığı gibi, açıkçası bu yoklukta-devlet utansın ben ne utanacağım-, satın alınacak her albüme ihtiyacı var sektörün. Tüm emekçilerinin tek geçim kaynağı olan albümlere olan ilgisizlik, internetin lime lime ettiği, eski kör topal düzenden sonra; kendime yakıştıramadığım mekânlarda alınmış sahneler gücüme gidiyor. Bizi hak etmeyen topluluklara beş yüz lira için sözüm ona sanat icra etmek adına katlanmak, arada başka grupların şarkısını çalmadık diye küfürler işitmek değildi yola çıkarkenki hedeflerimiz.
Tüm yaşantımızda dik durup vermediğimiz ödünleri, üretim gibi özgür bir konuda vermiş olmak iç acıtıcıydı. Üç kuruş için düştüğümüz hallerin ileride şekillenecek portremize yapacağı zararları düşünüyor ve çözümsüzlüğün girdabında debeleniyordum. Ortadan kaybolmamın üçüncü gecesinde beni kimlerin merak ettiğini düşünmeye başladım. Bu durumu daha önce de olduğu gibi, beste çalışmalarımdaki yalnız kalma isteğimle açıklayan dostlarımı düşündüm. Alışılagelmiş eve kapanmalarım, kendi bunalımıma ortak aramaktan kaçındığım gerçeği bu durumu normal kılıyordu. Tek umudum; her Perşembe akşamı gittiğim meyhanenin müdavimlerinin beni bulmasıydı. Bayram demez, hastalık demez her Perşembe günbatımı soluğu orada alırdım. Sahibesinin bana olan zaafı dilden dile dolaşsa da aramızda hiçbir şey geçmediğini söylemek isterim. Evimi bildiği için bir ihtimal o da merak edip Cuma sabahı kapımı çalacaktır. Umarım.
Cuma Sabah:
Dört gündür olduğu gibi bu sabahta aynı saatte çorbamı içmem için ağzımdaki bandı çıkardı. Çorbadan sonra istediğim bir bardak su ile ağzımı doldurup pencereye doğru seke zıplaya ilerlerken, sanırım intihar edeceğimi düşündüğünden paçama sarıldı. Pencere önünde duran menekşeye ulaştığımda ağzımdaki suyu saksısına boşalttım.
Neler olduğunu anladığında olduğu yere bayılır gibi yığıldı ve ağlamaya başladı. Şarkı söylemeye başladı.
‘Bir mahzun mor menekşe ağlıyor mu ne’
Eski Türk filmi şarkılarındaki sesi, onun kim olduğunu ortaya çıkarmış, maskesini düşürmüştü.
Her zamankinin aksine etrafına neşe saçmıyor aksine korkutuyordu.
—Beni bu çiçek kadar sevemedin demek.
Birden hiddet dolu yüz ifadesiyle, genizden gelen nefret dolu bir hırıltıyla, çiçeğe küfürler etmeye başladı. Hırsını alamayınca da eline alıp yanıma geldi ‘bu benden daha mı değerli’ dedi. Onaylar gibi kafa hareketimin ardından, döndü ve pencereye fırlattı saksıyı, cam kırıldı, aşağıya büyük bir gürültü ile düştü. Biraz sonra da yerli yersiz ötmesiyle meşhur, eskiden nefret ettiğim yan komşunun arabasının alarmı ötmeye başladı.
Bugün halen bestelerim size ulaşıyorsa, o çoğumuzun estetik bulmadığı aptal alarm sesi sayesindedir.
30.03.11
Nadir
YORUMLAR
Gerilimi yüksek hikâyemiz Stephen King’in “Sadist(Misery)” isimli romanını andırıyor hani, hani.
Her sapık “Annie Wilkes(*)” kadar zeki olmuyor demek ki. Annie olsaydı saksıyı camdan fırlatacağına gazi gitaristimizin kafasına indirdiydi :- ). Kesin !
Tebrikler, saygılar
(*) Annie Wilkes Stephen King’in “Sadist(Misery)” isimli romanındaki sadist hayran karekterin ismi
Hayali bir tarafa, insanların birbirlerini nasılda zincirli mahpuslar haline getirdiklerine güzel bir anlatı olmuş.
Yazarın tüm cümlelerinin arkasında saklı duran bir hürriyet savaşımı var. Sevgi doymazlığının ardından gelen kör bencillik öyküsü. İlginç bir yazım tarzı oturttunuz. Bunu beğendim.