- 6426 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
NEBAHAT ABLA (Bir Hayat Kadının Hikayesi)
Aynanın karşısında oturmuş, kırış kırış olmuş yüzüne, perçinleşmiş göğsüne, sarkık memelerine bakarak ve biraz da hayıflanarak geçmişi yâd ediyordu.
Ah! Ah! Nerede o günler? Çıta gibiydim alimallah. Kalçalarım taş gibiydi. Bir gram yağ bile yoktu. Hele memelerime denecek yoktu. Yeni ava çıkmış aç kurlar gibiydiler. Başları göğe değdirecek gibi yukarı kaldırıp, erek timsali kulaklarını sivrilten kurtlar gibiydiler. Onları görüp dokunanın aklı giderdi. Bir daha asla unutmazdı. Kaç kişi bilirim, dedi elleriyle memelerini alttan tutup yukarı kaldırarak, gel benimle ol karımı boşarım. Eee! Gençtik, güzeldik o zamanlar. Meydanlar bizimdi. Bu yüzden kimseye itibar etmez, yüz vermezdik. Nerden bilebilirdik ki, dank diye yaş olunca elli, etimiz para etmeyeceğini. Taze bebişler olunca bize ekmek kalmıyor. Ancak sürümden kazanıyoruz. İşçi anası olduk. Ya inşaatta çalışana, ya orda burada üç beş kuruş kazanıp kaçamak yapmak isteyen bir ameleye kaldık. Ben senin yaşında iken, sağında yatakta yarı uyanık olan genç hayat kadını Aksu’ya bakarak, ah ah! Neler yapmazdım neler. Karaköy, Eminönü, Sirkeci daha nice yerlerde erkekler peşimden koşardı. Alimallah, kimseye bakmazdım. Benimle ancak yağlılar kaçamak yapardı. Sol eli ile sol yanağını aynada yumuşak yumuşak okşayarak ah’lar çekti. Ah! Ah!
Aksu yatakta uzanmış bir vaziyette. Mavi bir slip üstüne mavi bir tül giymişti ve tülden beyaz sutyeni gözüküyordu. Sol ayağını karnına çekmiş, sağa ayağını da uzatmıştı. Sağ eli ile başını kavramış, sol el ile de kâsesini kaşıyordu. Hafiften sol gözünü araladı. Aynanın önünde duran yeşil küçük bir kutuya ilişti gözü. İlk kez görüyordu aynanın önünde bu kutuyu. Merak etti. Kalkıp doğruldu. Nebahat abla, dedi. Nebahat sağ omuzu üstünde bakarak buyur kuzum dedi. Nebahat abla bu yeşil kutu nedir. Nebahat aynaya tekrar baktı. Aynanın sol üst köşesine baktı, içini çekti, ah ah! Bu kutu benim için unutmayacağım bir anımı hatırlatır. Fakat aklımda hep bir soru, sorular bıraktı. Kim bıraktı soruları, ne için dedi Aksu. Nebahat vücudunu Aksu’ya döndürerek söylendi, önce sen bir kalk, hele yüzünü yıka. Kahvaltıda konuşuruz kız. Tamam dedi Aksu.
Fatih’te üçüncü kattan Merter görünüyordu. Balkonda bahar kahvaltısı iç açıcıdır fakat bu herkes için değil. Kimi vardır ki balkonda bir bahar kahvaltısında ağzı kulaklarına gider ama bu Nebahat ile Aksu için aynı olmayabiliyor. Dünyada en çok onlar insanlara tebessüm eder, ama evde o tebessümü göremezsiniz onların yüzünde. İstisnalar müstesna. Bazen mutlu olabilecek anıları vardırlar fakat parmaklarıyla sayılabilecek kadar az. Nebahat balkonda masanın örtüsünü düzeltirken, Aksu da kahvaltılıkları getiriyordu. Aksu masaya kahvaltılıkları bıraktı çay almaya gitti. Nebahat da kahvaltılıkları masaya yerleştirdi. Yerleştirirken söylenmeye başladı. Ah ah! Dedi. Sesini içerden Aksu duydu. Nebahat abla yine neyi hatırladın böyle dedi. Ah Ayhan ah! Yere batacası Ayhan, dedi ve masadan doğruldu içeri baktı. Aksu da balkon kapısında dikildiğini gördü. Nereye gittin böyle hayallere dalarken abla dedi Aksu çayı masaya bırakırken.
Masanın bir başına Aksu, diğer başına da Nebahat oturdu. Çaylarını karıştırıyorlardı. Nebahat tam bir ah çekecekti ki Aksu soruladı, nerelere daldın abla anlatmadın. Ah Ayhan ah! Bir giriş yaptı. Ayhan kim abla dedi Aksu. Ayhan, kör olacası Ayhan. Şeytan gözlü Ayhan… Atkuyruğu gibi bıyıklarınla yanasın Ayhan! Ah ah! Dedi ve ekledi Nebahat, o Ayhan batacası olmasaydı şimdi, belki, mutlu, çocuklu, akşamları yemeğini evde hazırlamış kocasını bekleyen bir kadın olurdum. O zaman kalçalarım bu kadar sarkık olmazdı. Kalemi memelerin altına koyduğumda hiç durmazdı. Şimdi al bu memeleri bilmem ne yapıver… Lastik gibi olmuşlar. Onları zevkin doruğuna götürsem bile, başlarını kaldırıp da azıcık bakmazlar. O Ayhan yok mu o Ayhan, yere giresin Ayhan. Ne güzel bir mahallemiz vardı Menekşe’de. O Ayhan yok mu o kahrolası Ayhannn! O da bizim mahallede oturuyordu. Bir gün dedi seni gezdirmeye götüreyim İstanbul’la. O zamanlar Menekşe köy gibi bir yerdi. İstanbul’dan sayılmazdı. Bir Pazar günü gezmeye gittik. Önce Beyazıt’a gittik. Sonra Gülhane parkına gittik. Yürüdük ta en başına kadar. Yoruldun mu? Diye sordu. Evet demiştim. Parkın boğaz manzaralı kapısına yakın bir yerde bir bankta oturduk. Ben konuşmaktan çok Ayhan’ı dinliyordum. Gençtim o zamanlar. Daha on yedisinde idim. Kanım deli dana gibi düz bir duvara tırmanacak yaştaydım. Elimi bir ara tuttu, ben çekindim. Biraz benden büyük olduğundan olsa gerek. O gün beni öpmüştü, ben hep filmlerde gördüğüm ve merak etmiştim dudaktan öpmeyi.
İyi gezdik. Her şey güzeldi. Gülhane parkı dışında... O gezinin üstünde zaman çabuk geçti. Mahallede bazen elimi tutardı kimseye fark ettirmeden. Bazen yanımdan geçerken bana çarpardı, kör olacası Ayhan, benim de hoşuma giderdi. Tatlı geliyordu bana. Daha tazeydim hayatın yaşantısından, toydum kısrak gibi. Günün birinde bizim mahallede bir düğün oldu. Annemle gitmiştim. Babam ben küçükken bir yere gideceğini demiş gidiş o gidiş. Hayatımın çizgisi o düğün gecesi çizildi. Mendebur Ayhan, yere batacası Ayhan, mezar bulamasan Ayhan! O gece gençliğimi aldı benden. Ah aaah! İçini çekti Nebahat. Sonra ne oldu abla, dedi Aksu, bu hayatı yaşamaya neden başladın?
Bir ah daha çekip konuşmaya başladı Nebahat:
Düğün gecesinden sonra Ayhan ile çok görüştük. Bazen evlerine gidiyordum. Benimle evleneceğini söyler dururdu. Annem hastalık illetinden öldükten sonra evde yalnız kaldım, o da gelir bizim evde kalırdı bazen. En yakın zamanda isteyecekti beni güya dedi. Ah Ayhan ah! Berduş, mendebur p… Ayhan, içini çekerek arada bir söylendi. Sonra ne oldu abla dedi Aksu. Sonra dedi Nebahat gözlerini İstanbul surlarına dikerek uzaklara bakar gibi, sonra bir gün baktım geceleri bizim evin etrafında dolaşmaya başladılar. Pis aç kurtlar gibi, gördüler yalnız kuzuyu… Daha sonra duydum ki Ayhan benim için tutmalığı diye dedikodu yapmış arkadaşları arkasından. Oysa ben de Ayhan’ı erkek bilirdim. Karı gibi dedikodu yapan Ayhan! O mahalle dayanılmaz oldu. Evi sattık birini yok pahasına. Evi satın alan kişi parayı bir öğlen üstü getirdi verdi. Parayı sakladım. O zaman o parayla Tarlabaşı’nda bir odası, tuvaleti, mutfağı olan bir ev aldım. Arta kalan parayla da bir işin ucundan tutana kadar geçindim, dedi Nebahat gözlerini surlardan ayırarak. Peki, bu hayata neden başladın abla? Dedi Aksu.
Tam söyleyecek Nebahat, bu hayata neden başladıklarını fakat söyleyemiyordu bir türlü. Ağzından çıkmıyordu. Belli ki acıları çok ağır gelmiş. Aksu da bunu fark ederek, abla kusura bakma, dedi, seni sabah sabah muzdarip ettim. Sonra yeşil kutuyu hatırlayarak, abla sahi yeşil kutunun ne olduğunu söyleyecektin, söylemedin dedi. O kutu mu? Dedi ve çayına bir yudum attı Nebahat. Aksu kahvaltıyı bırakmış, dirseğini masaya dayamış, çayı havada tutuyordu. Nebahat devam etti. Yağlı bir müşteri için Beyoğlu’ndan Galata kulesine inen daracık caddeden inerdim Galata kulesinin meydanına. Galata kulesinin meydanındaki lokantaya takılırdım. Bir masaya oturur müşterimi beklerdim. Garsonlar hepsi beni tanırlar. Dışarıda bir masaya oturur tatlı türünden bir şeylerin siparişini verir ve oltamı atardım. Bir iki saat içinde hemen bir yağlıyı bulurdum. Sonra, gece bitene kadar beraber takılırdık.
Bir gün oltamı atmış bekliyordum. Birinin yalnız takıldığını gördüm. Uzun bir süreliğine göz geliyorduk. Ben ondan yana baktığımda onun beni süzdüğünü başını çevirmesinden anlıyordum. Aynı şekilde ben süzerken o bana doğru başı çevirdiğinde ben önüme bakıyordum. Tuhaf biriydi. Şimdiye kadar gördüklerimin hepsi iki bakış sonra sırıtırlardı. Fakat bu seferki yüzündeki ciddiyetini koruyordu. Kalktım yanına gittim ve sizinle oturabilir miyim? Dedim. Dudaklarını birbirinden ayırmayarak, gözleriyle tebessüm etti, lütfen buyurun dedi. Oturduk. Tatlı siparişim de onun masasına geldi. Sonralarda kalktık. Önceden siparişini verdiği yemeği garson getirince, garsonda hesabı da istedi. Sonra bana döndü ve isterseniz başka bir yerde sakin sakin yemek yiyelim, dedi. Kalktık ve Galata köprüsüne indik. Bir taksiye parmağını şaklatmak gibi yaptı, taksi geldi. Bindik, Beşiktaş’a dedi. Beşiktaş’a kadar konuşmadık. Meydandaki ışıklarda durduğumuzda şoför nerede ineceksiniz ağabey dedi. Önce biraz bekledi, sonra vazgeçtim, dedi. Sarıyer’e lütfen. Suskun suskun gidiyorduk. Sanki cenazeye gidiyorduk. İlk kez böylesiyle karşı karşıyaydım. Lafazan erkeklerden korkmazdım ama taş gibi durandan korkulduğunu o gün anladım.
Biraz ara verdi konuşmasına Nebahat, lokmaları ağzına dizerken. Aksu heyecanla Nebahat’ı dinliyordu. Eee! Abla sonra ne oldu? Ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra konuşmaya devam etti Nebahat:
Boğaz köprüsüne manzaralı bir lokantada oturduk. Böyle lüks bir lokantaya gelecek kadar zengin olsa gerek. Fakat zenginin kendi arabası olurdu, ya da taksiye bindirmezdi. Daha önceki zenginler hiçbiri taksiye bindirmemişti. Fakat hiçbiri aynı zamanda boğaza beni götürmedi, sadece erken keyiflenmeye bakıyorlardı. Bu ise taksiye bindirdi ve boğaza götürdü. İçimde ilk kez bir ürperme vardı. O ürpermeyle lokantaya girdik, üst kata çıktık. Konuşmadan öylecene oturduk. Garson geldi siparişleri aldı. Beyendili istedi. Benimki de beyendili olsun dedim. Konuşmamaya devam ediyordu. Ben soru sorduğum, kısa ve öz cevaplar veriyor başka bir şey demiyordu. Siparişler gelene kadar böyle devam etti. Yemek yiyerken, ben sormadan konuşabildi:
“çok güzelsiniz” dedi. Şaşırdım önce. Sonra toparladım kendimi, o senin inceliğin. Dişlerini göstermeden hafiften tebessüm etti. Yemekler bittiğinde sadece o cümleyi tek söylemişti: Çok güzelsiniz… Lafazan erkekler bunu hep söylerlerdi. Onların çenelerinin yerde gezdiğinden pek itibar etmezdim. Onların müziçliğinden zamanın akıp geçmesini isterdim hep. Fakat bu seferki lafazan olmadığı için, konuşmaya fırsat olur diye itibar ediyordum. Sanırım ilk defa bir sert kayaya denk geldim. Gece hayatımı unutmuştum bir an için. Bir ev kızı gibi ya da kocasıyla yemeğe çıkan gibi hissettim kendimi orda. Dışardn bakıldığında belki öyle görünüyordu. Bunları düşünürken tedbir olsun diye konuşmamaya çalıştım. Fakat unuttuğum bir şey vardı: Ben geceyeçalar bir kadındım. Ben bir hayat kadınıydım… Kendi kendime dedim içimden: “ Sen bir hayat kadınısın Nebahat. Aşık olabilirsin fakat senin için aşk bitti artık.” Evet aşık olmuştum o adama o gece. Ben bunları düşünürken, o hep yüzüme bakıyordu ve başka bir şey yapmıyordu, söylemiyordu. Bu sessizliği garson bozmuştu masayı toplarken: “ Efendim başaka bir arzunuz var mı?” Başını sağa sola yok anlamında yavaş salladı. Sonra senin bir isteğin var mı manasında bana baktı. Garson da yüzüme baktı, arzumu bekleyen gözlerle. Hayır dedim ve garson gitti. Baktım olacak gibi değildi. Duvar gibi bir adamla olmayacak. Sonra geceyi düşündüm ve bunun çekilmez olduğunu… Kalkalım mı dedim? Olabilir anlamında yine başını salladı. Sonra taksiye yine bindik. Sür dedi taksiciye. Bana sen nerde oturuyorsun dedi. Fatih demedim. Taksimde oturuyorum dedim. Kısa bir anlıkta, benimle benim evimde mi gecelemek istiyor diye düşündüm. Fakat ben hiçbir zaman işimi eve getirmemiştim. Taksiciye baktı ve Taksim meydanı lütfen dedi. Taksici olur beyabi dedi. Beşiktaştan geçerken, Dolma bahçesinden geçerken yine konuşmuyorduk. Konuşmayarak meydana geldik. Meydan anıtının yanında taksi durdu. Ben tam inecekken, elini cüzdanıma attı ve birşeyler koyup kapattı. Ve iyi geceler dedi. Şaşırdım. Siz inmiyor musunuz? Dedim. Bana, beni anlamadınız galiba dedi ve taksinin kapısını kapattı. Taksinin kapısını kapattıktan kaç saniye sonra, taksi gecenin karanlığına süzülerek karıştı. Ben afallaşıp kalmıştım. O afallama ile taksi durağına gittim. Takside yatan birini gördüm. Cama tıklattım. Uyandı, camı açtı buyurun hanımefendi dedi. Arka koltuğa geçtim ve taksiciye Fatihe lütfen, dedim. Araba gece yolda süzülüyordu. Aksaraydan geçerken başım cama dayanık bir şekilde hayallere dalmıştım. Eve geldim. Üstümü değiştirmeyecek kadar canımı sıkmıştı bilinmeyenlere karışan o adam. Hiç alışık olmadığım, sabahın erken saatlerinde uyandım. Önceleri öğleden sonra uyanır. Üstümü giyer dışarı çıkar, kahvaltımı bir börekçide yapardım. Sonra börekçinin lavabosunun kapısını kapatıp dişlerimi fırçalar ve öyle işe çıkardım. Fakat o sabah erken kalkmıştım. O gün işe gitmek hiç içimden gelmiyordu fakat geçim kaynağını da kesmek olmuyordu.
“ o adamla sonra hiç karşılaşmadın mı abla?” Aksu sordu Nebahat’a.
“Yok. Hiç karşılaşmadım onunla. Zaten geceleri kaçamak yapanların siması yoktu onda. Aman boş ver kızzz! Keyfimize bakalım.” Dedi iki elini masanın üstünden dışana doğru açarak.
“Yeşil kutu ile alaka kuramadım abla.”
“Yeşil kutu o gecenin hatırası.”
“ O adamın çantana koyduğu yeşil kutu muydu?”
“Yok.”
“…”
“Yeşil kutuda, o gece taktığım yüzüğüm ve kolyem var. Saklarım. İlk kez o gece biri sadece benimle yemek yedi. O geceden sonra işe ilk çıktığım gün, o gecede giydiğim elbiseyi, taktığım yüzüğü,… o gece üstümde ne varsa, hepsini kaldırdım. Sakladım”
“!”
“ yeşil kutuda da yüzüğüm ve kolyem var”
“ dolabındaki mavimsi….”
“Evet, o gece onu giymiştim.”
“Anladım abla.”
“O adamla yemek yedikten sonra hep pişman oldum. Hetta çoğu kez Beyoğludan Galata kulesine o daracık caddeden inerken, sağdaki caminin giriş kapısına elimi sürer Allah’tan af isterdim, pişmanlığımı belirtirdim. Kimi zaman da griş kapısının yanındaki türbede yatan kişiyi hatırına diyordum. Diyordum Allah’ım bu zat mübarek olsa gerek ki senin evin yanına mezarı kısmet olmuş. Demek ki mubarek biri ki her gün dualardan payını alıyor. Burada yatan kişi hatırı için beni de affet diyordum. Sonra bir baknot çıkarır, kurşun kalem ile üstüne sadakadır yazıp cami avlusunu atardım. İçimde biraz da olsa bir mutluluk olurdu. O adamın bana yaptığı iyilik bu olsa gerek ki her caminin yanından geçerken, gerçekten biraz mutluluk yaşamamdı. Zaman geçerken,Ah kahpe Ayhan ah, bu işi bırakmak istedim fakat bir kere insanlar seni tanımışlar ya, bu işten başka iş bulamıyorsun. Çiğ süt emmiş bu insanlar, merhamet edından bir şey bulamazsın.” Gözlerini tekar surlara, sonra Merter tarafına doğru, sonsuzu delercesine diktirdi.
Aksu’nun yüzünde bir acıma vardı. Bir hayıflanma oluştu vucudunda pişmanlığın lafıyla. Kahvaltı masasından kalktı ve abla ben çıkıyorum, hatta geç kaldım işe(!), dedi, sen masayı toplarsın, olur mu ablacım? Olur kız toplarım dedi Nebahat.
Aksu çıktı. Nebahat bir süre daha balkonda kahvaltı masasında kalarak geçmişi yad etti Ayhana bedua okuyarak, lanet ederek.
Beyoğlu emniyet müdürlüğüne yaklaşılırken, Aksu oturduğu yerden kalktı ve kapıya doğru yürüdü, stop butonuna bastı. Otobüs ışıklardan sonra durdu. Aksu indi otobüsten ve durakta beklemeye başladı. Caddede biraz yürüdükten sonra, Taksim meydanına yaklaştığında durdu. İçinde bir tuhaf his vardı. Nebahat’ı düşündü. O adamı düşündü. Bir koca düşündü. Bir çocuğu düşündü. Kimse yoktu mutluluk verecek. Nebahat ablasını kıskanıyordu mutluluk konusunda. Nebahat’ın bazı gecelerdeki gerçek mutluluğu düşündü. Kendi mutluluğu yoktu içten gelen bir gülümsemeyle. Ve düşündü… Düşündü… Düşün. Düşünürken, elinde bir çikolata olan, kendin kaç yaş küçük gösteren yirmi beşlik gibi bir delikanlı geçiyordu. Sabah sabah azıtmışsın gelsene dedi delikanlıya. Delikanlı Aksunun yüzüne, sol omuzun üstünden bir baktı ki, yürü git dedi, o bakışla Aksunun içindeki keyifsizlik gittikçe arttı. Sonra Taksim meydanına doğru yürüdü ve otobus durağında Mecidiyeköy arabasına bindi, Kadıköye gitmeye niyetlendi. Otobüste mecidiyeköy’e giderken önünde oturan bir adam yanındakine bir şeyler anlatırken kulak misfiri oldu idtemeden. Yanındaki diyordu adam: “ ya hacım işte böyle. Ne enteresam insanlar var bu dünyada. Bundan uzun yıllar önceydi. O zamanlar daha yeni imam olmuştum aaaaaa camisine. Bilmeyiz kimdir, necidir, niye öyle sadaka verdiğini. Bunlar yeni yeni bit’atlar çıkarıyor başımıza” dinleyen de: “ Yav hoca belki bilmeyen biridir. Cahilin biridir. Nerden bileceksin. İşin aslını en iyi bilen Allah’tır. Belki kimseye anlatamacağı bir derdi vardır. Allah amelini salihle doldursun, ne diyelim!” evet aynen öyle dedi ilk konuşan adam. Arka tarafta Aksunun gözleri doldu bu manzara karşısında. İçinde bir ses o parayı atan Nebahat’tı diyecekti ki işini düşündü. Nebahatı düşündü. Bir kocayı düşündü. Çoluk çocuk… Mutluluk… Temiz bir hayat… Olmuyordu. Dünya üstüne üstüne geliyordu sanki.
Bazen insan git kendini köprüden at diyordu fakat can tatlıdır, metrobusle boğaz köprüsünden geçerken. Ve işe gidiyordu Aksu boğazı seyrederken. Bu da onun kaderiydi. Boğa dalıp izlerken, başını metrobusün camından dayatmaktan kaldırdı, içine derin derin bir nefes çekti… Kimbilir şimdi onu neler bekliyor.
Nebahat masayı toplamıştı. Demliği ocağın üstüne bırakıp salona geçti eline aldı televizyon kumandasını. Kaç dakika televizyona baktı kafayı dağıtmak için. Ama olmuyordu kafasında silmek güzel ve temiz bir hayat hayalini. Bu hayal işine ters geliyordu ama ne yaparsın ekmek parası diyordu. Canı sıkıldı televizyon başında kalktı ve merdivenlerden aşağı indi. Ah ah! O geçliğim, dedi, ne kadar da zayıf ve tığ gibiydim. Şimdi merdivelerden iner çıkarken bu kiloyla nefes nefese kalıyorum, dedi, eee! Hep genç kalacağız diyemiyorsun.inerken şimdi Aksu Aksaraya varmıştır diyordu. Aşağıya indi ve kapının elvanında oturdu. Belki bu gün için cep harçlığını çıkarırdı. Geçmişe dalıp dalıp çıkıyordu. Bu sırada, kendisine göre bir çocuk gibi biri olan bir delikanlı geçti. Bir an delikanlı ile göz göze geldiler. Yanından geçti delikanlı ve kaç bir iki adım attıktan sonra Nebahat seslendi delikanlıya: “ Daha sıftah yapmadıysan gel yardımcı olurum” dedi sahte ve manalı bir tebessümle. Delikanlı dudaklarını ağzına gömdü, başını hafif kere soluna salladı ve hızla uzaklaşara caddenin kalabalığına karıştı.
Nebahat’ın cep harçlığı gitti…. Fakat akşama kadar daha vakti vardı. Beklemeye başladı, geçmişi düşünürken. Arada bir içini çekerek de Ayhana lanet okuyordu: “ Ah Ayhan ah! Seni gidi karısı çarşaf olasıcası Ayhan! Yere batacası Ayhan!..”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.