Ve işte böyle
Küçük evinin, küçük odasın da. Biri üçlü diğeri tekli olan, bordoya kaçmış uçuk pembe ve beyazla karışık, kırmızılı koltukların teklisinde, soğuktan iki büklüm olmuş. Oturuyordu.
Düşünüyordu. Genel olarak hayatını. Çocukluğunu. Kaldırım kenarlarından topladığı izmaritleri. Patlattığı topları. Yediği dayakları. Ettiği kavgaları. Daldığı erik ağaçlarını. Çaldığı zilleri. Otobüslere, Minibüslere attığı taşları. Kaçışlarını. Kovalayışlarını. Pazar da sattığı çorapları. Çaldığı donları. Peynirci dayının verdiği zeytinleri, peynirleri. Ağladığı anları.
Düşünüyordu. Ustasından işittiği küfürleri. Patronunun ağabeyliğini. Karış karış eskittiği Maltepe caddelerini. Aldığı haftalığı. Babasının yaşlılığını. Annesinin ameliyatını. Kardeşinin kırık notlarını. Anneannesinin öğütlerini. Dost için girilen arbedeleri. Kavgada yarılan kafasını. Nezarette geçirdiği gecelerini. Kapkara metruk bir evin tuvaletinde çektiği ilk esrarı. Ama bunlara rağmen ablasının kuzusu olduğunu. Ve ablasının morarmış boğazını. Gençlik öfkesini.
Düşünüyordu. Okuduğu Kutlu öykülerini, Sunguroğlu romanlarını. Necip Fazıl’ın Kaldırımlarını. Gülsuyu kaldırımlarını. Sabahladığı Recep Ağa Camiinin şadırvanını. cemaatten işittiği bin bir türlü iftiraları. Camii imamının şefkat dolu suratını. İtikafa kalan nur yüzlü ağabeylerle sohbetlerini. Özlüyordu.
Ve düşünüyordu. Yaşadığı bu küçük evi, bu küçük odayı. Bu oturduğu bordoya kaçmış, uçuk pembe ve beyazla karışık, kırmızılı, tekli koltuğu. Boş buzdolabını. Cebinde ki Samsun sigarasını. Kaç gün daha evden çıkmamayı başarabileceğini. Kaç gün daha insan yüzü görmeden güneşi doğurup batırabileceğini. Kaç gün daha geleceği düşünmeden yaşayabileceğini.
Ama düşünüyordu.
Ve düşünüyordu.
Kaç gün daha onsuz kalabileceğini.
Evet. O gitmişti. Ve şimdi düşünmüyor, artık ağlıyordu.
Tütünün sararttığı dişlerinin arasından birkaç mısra dükülüyordu;
“ İmdi gel Azrail, an gecikirsen,
And olsun vermem canımı! “
Gelen yok. Giden çoktan gitmiş. Azrail’e, Mısrayı yazan densize, insanlara, ne renkte olduğu belli olmayan koltuğuna ve kendine küfrediyor.
Ve ağlıyor.
Yine ağlıyor.
Hala ağlıyor.
Hep ağlıyor(du).
Mustafa YADİGAR
YORUMLAR
GİDİŞİN.!.
Ve sen gittin !
Yokluğun acı bir çığlık gibi çökertti beni
Düşlerim kaydı
Sığ sulara gömüldü tırnaklarım .!.
Yüzümün perdesini yırtmakta
Hıçkırıklarım derinden zahmetsizce akmakta
Her damlada kanlı yaşım yüzüm solmakta
Ya sen!
Sen de düşünüyormusun beni
Yoksa!
Gitmeden mi unuttun sevdiğimi
Sancısın yüreğin.!.
Her günün azap içinde yansın
Ben gibi.!.
Yazınız bana bir şiirimi hatırlattı...Devamlarında görüşmek dileğimle..selamlar
Ağlarken temizlenir mi insanın bahtı. Bazen düşünüyorum, Yaradan yarattığının ağlamasına dayanamaz gözümüzle şehadet edemediğimiz bir şefkatle siler ıslanan gözlerimizi. Nasıl ve ne zaman unuttuğumuzu bilemeyiz hüzünlerimizi. Çok içtendi, teşekkür ediyorum, sevgisi aktı ağlayan adamın. Selamla...
YadigarR
Lütfetmişsiniz, vakit ayırmışsınız acizane kelamıma saygı ve selamlar bizden ..
Çok Teşekkür Ederim ..
Saygılar sunuyorum ..
İnsanlar hüzünlü olduğu zamanda mı geçmişini özler? Evet...
Mutlu olduğumuz zamanlarda, mutlu olduğumuz için şükrederken, üzgün olduğumuz zamanlarda geçmişimize sığınırız...
Gidenin ardından duyulan acı işlenmiş satırlara. Yüreğinize sağlık. Sevgi ve saygıyla.
YadigarR
ve
giden değil, bıraktığı acının derecesi önemlidir ..
Lütfetmişsiniz, vakit ayırmışsınız bu aciz satırlarıma ..
Teşekkür ederim ..
Saygılar sunuyorum ..