- 902 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Sesi Silinen Zaman (Öykü)
Sesi Silinen Zaman
Seyhan’la Ceyhan nehirlerinin suladığı Yüreğir Ovası, baharın en çok yakıştığı coğrafyadır. Haziran ortalarında ilkbahardan kalma serin bir günü yaşıyoruz. Kendiliğinden gelen, sevince yanaşık günün davetine uyup yürüyüşe çıkıyorum.
Ağaçlar arasından geçerken yere düşen kayısıyı almak için eğildiğimde üzerindeki karıncaları gördüm. Atlı karıncanın elinden aldığım kayısıyı ortasından yarıp açtım, içindeki küçük karıncaları üfledikten sonra ağzıma attım.
Arı gibi çiçekleri emen kelebeğin yanından geçiyorum, hiç istifini bozmuyor. İlk gençlik yıllarımda yazdığım şiirimi hatırlıyorum. ‘Gelincikler gülsün, bülbüller sevsin isterdim / güvenemedim kelebeklere / kelebekler de öper.’
Ağaçların ayıbını örten yapraklar olmasaydı, doğamız bu kadar güzel olmazdı. Akdeniz’in üzerinden yekinen beyaz bulutlar, esen meltemle yanınıza geliyorum der gibiler.
Arap bülbülleri şakıyarak şarkı söylerken, Narlıdere’nin tozlu yoluna düşüyorum. Kendimle bir başıma yürürken, önünden geçtiğim yığma taş duvarlı, toprak damlı evin ne hayallerle yapıldığını düşünüyorum. Birden belleğime görüntüler geldi.
Az önce baktığım evin duvarlarının örülüşünü görüyorum!.. İki kişiler..! Yıllar önce toprak ananın bağrına aldığı usta ile kalfası. Konuşmalarını, enstrüman çalan rüzgarı ve yaprakların hışırdayan sesini duyamıyorum!.. Aslında susan zamanın sesi… Görüntüleri izlerken elli metre kadar yürümüşüm, görüntüyü yavaş yavaş kaybedip gerçeğe döndüm. Düşünce yoğunluğumun azalmasından kaynaklandığını sanıyorum, aslında başka nedenleri de varmış! Yaşanılmış yerden uzaklaştığım zaman görüntüler azalıp kayıp oluyor, sonraki deneyimlerimde bunu fark ettim.
Geçmişi eskiten zamanın içindeki yolculuğu tekrar yaşamak istiyorum. Başımı önüme eğerek yoldan daha önce geçenleri düşünmeye başladım, bir türlü olmuyor. Düşünce yoğunluğumu artırdım, silik silik görüntüler beliriyor, yürüdükçe görüntüler netleşiyor.
Başarmıştım, altın başaklı günü yakalamanın sevinci içinde, gölgeme düşen izlerin toz olduğu yoldan geri dönüyorum. Bir yandan da o anı unutmamak için belleğime kazıyorum. Hayatın da hayal etmekle başladığını yaşayarak öğreniyorum.
Eve dönünce eşime söylemeyi düşünüyordum, karşılaştığım bu özel durumun sihri bozabileceği endişesiyle vazgeçiyorum. Ruhumu sarmalayan rahmetli annem aklıma düştü, onunla olan anılarımı düşünürken köye gitmeye karar verdim. Yüzünü yüreğime serdiğim annemi görüntülerle yaşamak varken, kırık dökük anılara neden takılıp kalacaktım. Sür arabanı anılarımın ören yeri köyüme diyerek dolmuşla Seyhan’dan Yüreğir’e geçtim.
Ceyhan otobüsünden Kürkçüler’de indim, şimdi felan edilen tarlanın içinde yürüyorum. Kel kafalı Cebenur Dağı sağ yanımda, uzun zamandır nerelerdesin görünmüyorsun der gibi bana bakıyor. Annemle babamın Karacoğlan türküleri söylediği tarla günleri belleğime, jeton gibi düşüverdi.
Şimdi rahmetli emmimin Allah’a silah sıktığı tarladayım, bu mümbit topraklara kalas diksen yeşerir. Kepezli ibili kuşu hoş geldin der gibi yanıma sokuluyor, yuvası buralarda olmalı. Beni buradan uzaklaştırmak için kanadı kırık, yakalanmadan buradan kaçayım der gibi numara yaparak uzaklaşıyor. İbilinin bunu hep yaptığını biliyorum…
Geçmiş yıllarda küçük dayım, bir gün omzuma elini koyuvermiş, ‘Senin bu emmin var ya, az gâvur değil. Seki’ye karpuz ekmiş, bostan süğgün verip urk salmış. Tarlasının üzerinden bir boğanak yağmur geçmiş, benim tarlaya da yağdı mı, diyerek bakmaya gitmiş. Bir de ne görsün, Cabbar Çavuş’un tarlasında bir şey yok, kendi bostanını dolu vurmuş. Bana bu yapılır mı, diyerek çekmiş silahını basmış tetiğe...’ Öp babanın elini, emmimin kaderini ben yaratmadım ki..!? Rahmetliyi çok severdim, birden onunla yaşamak geçti içimden!.. Çocukluğumdan beri sabah güneşi beni öpmeden, Cebenur Dağı öperdi… Çukurova kendini yaşarken, dağı karşıma alarak emmimin tarlasının orta yerine oturdum. Dayımın anlattıkları belleğime demir attı, içime hüzün dökülüyor. Eskiyen anılarım karşıma çıkınca dalıp gitmişim, belleğime görüntüler gelmeye başladı!.. Malazlar yönünden alçalan kara bulutlar rüzgar hızında yeşilin sarmalında kalan karpuz bostanına koşuyor.
Kelebek yağmuru yağıyor, birden ceviz büyüklüğünde dolu inmeye başladı!.. Koca tarlada yere serilmedik bir yaprak kalmadı. Dallarından yere düşen sarı karpuz çiçekleri, boynunu bükmüş bana bakıyor!..
Şimşek yürekli emmim, eşeğinin üzerinde bostana giriyor… Bana sekiz on metre kalmıştı ki, eşeğin üzerinden kayarak sağ omzunun üzerine düştü. On, on beş saniye sonra kalkabildi, şalvarının uçkuruna sıkıştırdığı silahını çıkarıp beş el ateş etti!.. Yere çömeldi, şimdi tam karşımda ağlıyor…
Görüntüler kesiliverdi, göz yaşlarım yanaklarıma doğru akıyor. Benim duygusal bir ortama girmem nedeniyle görüntüleri kayıp ettim. Hayatı yamanarak yaşayan emmim, bostanını o şekilde görünce çok içerlemiş olacak ki, silahını çıkarıp ateş ediyor… Emeğinin yok olup gidişine dayanamıyor...!
Seki’den doğruca köydeki evimize geldim, beyaz dut ağacının gölgesine oturdum. Beyaz dut ağacın üzerindeki ivecen serçe söver gibi ötüyor. Bir an önce aklımda biriktirdiğim anıların görüntülerine kavuşmak istiyorum. Belleğimin içine aldığım zamana uğunup gidiyorum..! Görüntüler bellek ekranıma birer birer damlıyor!..
Yağlığı başından düşen annem, tandırın yanında hamur yoğuruyor. Elindeki oklavayı bana doğru uzatmış, bir şeyler söylüyor… Belli ki sinirli, küçük kardeşlerim ortalıkta görünmüyor. Tandıra atacağım sekiz on deste küncü dalı alıp getiriyorum. Sekiz dokuz yaşlarındayım, boynum armut çöpü gibi ince!.. Saçlarım sıfır numara makineye verilmiş..! Güneş yanığı yüzüm, gön gibi kara, enseyi daha o zamanlarda karartmışım!..
Bu arada babam elinde bir sepet üzümle bağdan geldi, acılarını yüreğine gömen annem, bazlama açıyor. Ben de saçın üzerindeki bazlamaları evraağaçla pişiriyorum. Annem pişenlerin içine soğanla peynir koyup kardeşlerime veriyor, üzümle birlikte yiyorlar. Anılarımın en görülmeli yerini yaşarken görüntüler kayıp oldu!.. Kendi kendime acaba neden gitti derken, içimi büzen hüznün gözlerimden yürek yürek yaş akıttığını fark ettim.
Cennet çiçeği çocukluğumda yaşadıklarımı yıllarca sonra tekrar seyretmek, onları hissederek bir daha yaşamak, benim için çok ayrıcalıklı bir durum. İleride bu yeteneğimden faydalanmayı düşünmeliyim..!
Bin dokuz yüz seksen öncesi, A’dan Z’ ye bozuk düzeni hep birlikte yaşadık..! Tüm Anadolu insanı hak ettiğini kucağında buldu!?.. Hiç kimse sütten çıkmış ak kaşık değildi… Hâlâ ülkesinde krallar gibi yaşayan, yargılanmasını istediğim Kenan Evren o acı olayların ihtilal için olgunlaşmasını bekledi. Sorumluluğunu bilemedi!.. On iki eylül öncesi canım kadar çok sevdiğim kardeşim İslam, okuldan gelirken kahpece bıçaklanarak öldürüldü. O günlerde acımıza tuz basmıştık…
Kendi kendime karar verdim, İslam’ın nerede, nasıl ve kimler tarafından öldürüldüğünü araştıracaktım. Kardeşimin katilleri yakalandı mı, yoksa faili meçhul dosyalarla birlikte tozlu raflara mı kaldırıldı..?! Bilmiyorduk..? O günlerde korkumuzdan takip edememiştik, hala ezikliğini içimde hissediyorum… Derin devlet o zaman kim bilir neler yapmıştı?.. Belleğimi bin kuşku deşeliyor..!
Kardeşimin cansız bedeni yıkanırken, hunharca on iki yerinden bıçaklandığını gördüm!.. Oysa İslam, hayatı boyunca kesici bir alet taşımadı, kan gördüğü zaman bayılacak gibi olurdu. Ara sıra yanıma gelir. ‘Arkadaşlarımla sinemaya gideceğim’ derdi. Ben de ne demek istediğini anlar, sinema parasını verirdim… Bazen de gelir, sorunlarını anlatır dertlerini bana katıp giderdi. İslam’ın ölümünde sonra yırtık yürekli annem, yatağına günlerce ağıtlar damlattı!.. Yürek ateşimiz aylarca sönmedi...
Ben de önceleri silahlı eylemleri sevmezdim..!? Devrim kansız olsun, karnımız da doysun istiyordum!.. Arkadaşlarım ve yakınlarım birer birer öldürülünce, bu işin kansız olmayacağını ben de anladım... Sonraları şartlar beni her suçu işleyecek konuma getirdi!..
İslam’ın mahallemizde oturan arkadaşlarını tanıyorum, onları hafta sonları semt pazarında görüyorum. Bu hafta pazara giderken eşimi almadan çıktım, Ekin’le karşılaşınca el sıkışıyoruz.
-Ekin, merhaba. Nasılsın?..
-Abi, merhaba. Teşekkür ederim, gördüğünüz gibi.. .
-Yeri ve zamanı değil ama, bir türlü sizlere soramadım. İslam, nerede ve nasıl öldürüldü?..
-Abi. O zamanlar benim duyduğum, okuldan çıkmış. Kasım Gülek Köprüsü’nden aşağıya inmiş. Baraj birinci durağa gelince Zilli Dede’ye giden sokağın başında çevirip bıçaklamışlar. Hayırdır abi, yirmi bir sene sonra nereden aklına düştü?..
-Öylesine soruyorum. Hep merak eder dururdum. Ekin çok teşekkür ederim.
-Abi, iyi günler.
-İyi günler.
Ekin’le konuşurken içimdeki kor tekrar alevlendi, hüznün ve acının ağırlığında omuzlarım düştü, dallarım eğildi… Onlara hayatın vur kaç oyunu olmadığını göstermeliyim…
Şimdi ben de o ânı yaşamak istiyorum!.. Kasım Gülek Köprüsü’nden İslam gibi iniyorum..!? O günleri ben de yaşadığımdan o atmosferi çok iyi biliyorum.. Ne zaman korku duvarları arasına girsem. Kalbim, deniz gibi çarpar, gölgem ardımdan kaçardı!.. Düşünce yoğunluğumun düzeyini artırıp kendimi konsantre ettikten sonra, benliğimi yaşanmış zamanın içine katıyorum..! Görüntüler belleğimde çimleniyor… Elindeki defter ve kitaplarla köprüden aşağıya inerken Zilli Dede tarafından gelen sokağa bakıyor. Köşe başında birileri görünüyor, şimdi karşı kaldırıma geçiyor. İslam’ın karşı kaldırıma geçtiğini gören beş kişi de o tarafa yürüyor. Yetim zamanın kıskacına düşen İslam apışıp kaldı! Geri dönmek için bir an durdu. Başına geleceğini anlamış olmasına karşın, geri dönmeyip tekrar yürüdü. Çok rahat kaçabilirdi. İki metre uzağındayım, İslam kendini uçuruma düşürecek zamanı adımlıyor!?..
Geçmiş zamana takılıp kalanlar Adana’da istemediğiniz kadar var. Kılık kıyafetlerinden köylü çocukları olduğu anlaşılıyor. İslam’ın yolunu bedenleriyle sur gibi kapadılar, bildik dayıvari hareketler sergiliyorlar. Kabına sığmayan sarkık bıyıklı olan İslam’ın göğsüne vurarak konuşuyor… Öldürme lisansı almış gibi rahat, tam bir profesyonel… Batmakta olan güneş, siyah kasımpatı bir akşamı devindiriyor...!?
Bu arada okuldan dönenler başlarında toplanıyor, biraz geride duran, şahbaz kılıklı eliyle gitmeleri için işaret ediyor. Ölümün önünden çekilin der gibi..!
Sürekli konuşan elebaşları olduğunu sandığım, nemrut yüzlü İslam’ı yumruklamaya başladı. Hepsi birden saldırmaya başladılar! Sözleşmiş gibi aynı anda bıçaklarını çektiler. Kardeşim aralarında semah döner gibi yalpalanarak kıvranıyor! Bedeni kuru dal gibi yere düşene kadar bıçaklarını sapladılar!..
Türkler gibi bir kaderden diğerine kaçamadan gözleri yıldızlarla kucaklaşıyor… Ardından çiçekli al günler getiren bir devrimci türküsü yekiniyor..! Öyküsünün sonunu, kendi eylülünü yaşayamadan ve duvarın yıkıldığını göremeden çekip gitti!?..
Yoldan geçmekte olan araçlar yere yığılıp kalan İslam’ı görmemiş gibi davranarak geçip gidiyorlar..! Acılarıma kurşun sıkılıyor, olayın benzer şekilde olabileceğini düşünerek paniklememeye şartlanmıştım!..
Katillerin beşi de Zilli Dede’ye doğru kaçıyor, ben de onlar gibi koşuyorum, bir yandan da simalarını belleğime kazıyorum. Birer birer evlerine girmeye başladılar, görüntülere çentik atıp hafızama alıyorum. Beşi de evlerine girdi, biraz daha yürüyünce görüntüler gitti!.. Geçip Zilli Dede parkındaki ağaçların altına oturdum.
Olup bitenleri tekrar hatırlamaya çalışıyorum, o yüzleri unutmam mümkün mü?.. Ancak, az önceki görüntülerle yaşadıklarım, yirmi bir sene önce yaşanılanlardı. Şimdilerde, ne zaman Kasım Gülek Köprüsü’nde yaya olarak geçsem, o ânı tekrar yaşıyorum…
Bu gün İslam yaşıyor olsaydı, yirmi yedi mayısta kırk yedi yaşında olacaktı. Belki de arkadaşları gibi lise son sınıfta okuyan çocuğu olurdu, kim bilir? Belki de oğlu olunca Devrim, kızı olunca da Eylem koyacaktı. Kardeşimin unutulup gitmemesi için, geçen yıl doğan oğlan torunuma İslam ismini koydum, bundan böyle İslam’ın da bir öyküsü olacak.
Bir türlü ne yapacağıma karar veremiyorum, katilleri bulsam ne yapabilirim, nasıl ispat edebilirim? Anamı ağlatanları bu saatten sonra bulsam bile analarını mı, ağlatacağım. O zamanlar olsaydı, belki... Kim vurduya da gidebilirdi. O zaman ciğerlerimi dolduran kin, şimdi uçup gitti.
Olay olalı yirmi seneyi geçti, zaman aşımına da uğradı, bu saatten sonra yapılacak. Ancak doğruyu açığa çıkarmak açısından önemli, öyküsü de yazılabilir. İslam’ın katilleri ilerideki günlerde tespit etmeyi düşünüyorum. Bunu yaparken o gün yaşanılanları belleğimde tekrar görüntüleme yeteneğimden faydalanacağım.
Astımlı bir Adana akşamında iş dönüşü yorgun olmama karşın servisten inip ağır adımlarla Zilli Dede’ye doğru yürüyorum. Kardeşime acımasızca saldıran dördüncü katilin girdiği evin kapısındayım, avlu duvarının üzerimden içerisi görünüyor. Ortalıkta kimseler yok, bir zamanlar kanlı bıçaklı olduğumuz insanların evine gireceğim, çok değişik bir duygu içindeyim. Zile basıyorum, içeriden atmış beş yetmiş yaşlarında saçı sakalı ağarmış bir ihtiyar çıktı.
-Selamın aleyküm, emmi.
-Va aleyküm selam.
-Tanrı misafiri kabul eder misin?
-Yiyenim, gel.
Yokluk evine bağdaş kurmuşlar, dağınık suratlı eve uzun zamandır el sürülmemiş. İçerisi havalandırılmadığından bodrum gibi kokuyor, genzim yanıyor. Hallerinden yamanarak yaşadıkları görünüyor, geçip yer minderinin üzerine oturuyorum.
-Emmi, adın ne?
-Emin.
-Emin Emmi, ara sıra pencereleri açıp içerileri havalandırsan çok iyi olur. Burası sağlam adamı hasta eder.
-Haklısın yiyenim.
Çilekeş bir hayat yaşayan bu insanların ömürleri yokuşa düşmüş, kahır zamanını yaşıyorlar.
-Emin Emmi, senin yanına gelme nedenim, on iki eylül öncesi yaşamlarını kaybedenlerin öykülerini yazıyorum. Sen o günleri yaşamış birisin, elbette söyleyeceklerin vardır. İstersen ismini saklı tutarım, kesinlikle konuştuklarımız, yazılmasını istemediklerin aramızda kalacak.
Kulağı ağır duyan Emin amcaya istediklerimi anlatana kadar göbeğim çatlıyor. Konuşurken yüreğimi ekşiten duvardaki fotoğraflara bakıyorum, karanlık çağın gölgesinde kalan kişiler.
-Emin Emmi, nerelisin?
-Karaisalı.
-Desene sen murtçusun..?
-Gülüşüyoruz. Bu arada yaşlı bir kadının içeri girdiğini gördüm, ayağa kalkıyorum.
-Öpeyim teyze.
-Çok yaşa oğlum. Allah acı göstermesin.
Ayağa kalkınca duvardaki resimlere de bakayım dedim. Emin Amca da ayağa kalktı.
-Oğlanların bıyıklarına bakacak olursak milliyetçi olduğunuz anlaşılıyor. Doğru mu, emmi?
-He yiyenim.
-Emin Emmi, galiba sen de oğlan çok.
-Ah yiyenim, şu ikisi oğlum. Bu da yiyenim Mustafa. Komünistler Eğitim Enstitüsünün önünde vurdular. Ateş düştüğü yeri yakıyor. Çocuklarım okurken o gavurun dölleriyle ölüm kalım savaşı verdiler. Yoksa Ruslar Türkiye’yi ilhak edecekti. Bu vatanı kurtarmak için şehit oldular. Şu çocuk da yaşıyor mu, bilemiyorum… …Köyü’nden, oğlanların arkadaşı.
-Ya, Emin Emmi. Benim mahalledeki milliyetçi gençlerden o zaman Kahraman Maraş’a gidenler olmuştu!.. Senin oğlanlardan da giden oldu mu..? Oradaki milliyetçilere yardım etmek için gittiler mi?..
-Gitmedikleri yer yoktu!.. Maraş’a gittiler mi, bilmiyorum.
Elimle İslam’ı bıçaklayan çocuğu gösteriyorum
-Emin Emmi, sağ baştaki oğlun, okuyup adam oldu mu?!..
-Ne gezer, iki kez on beşer gün işkencede kaldı!.. Mahkeme delil yetersizliğinden serbest bıraktı. Sonra da komünistler okula ayak bastırmadı.. Şimdi Denizli Mahallesi’nde oturuyor. Hayırsız çıktı, serme sefil. Oğlan halımızı hatırımızı sormaya da gelmiyor!.. Haram da ekmek yedirmedim ya, nasıl oldu anlayamadık..!? İhtiyarın gözlerinden siğim siğim yaşlar dökülüyor...
-Kurban olduğum Allah çocuk da vermedi..!? İntizarlı gibi yüzü de gülmüyor… Aldığı avradın da biriyle kaçtığını duydum!..
-Ah Emin Emmi… Senin bu oğlun, Allah bilir ya...? Analara ne ağıtlar yaktırmıştır..!? Şimdi yaptıklarını çekiyor... Sen boş ver, üzülme..!
Babasının evinde oturduğum katilin cezasını, Allah daha bu yeryuvardayken vermiş!.. Benim devlet babam, onu kader ruhsatı altında ömür boyu yoksulluğa mahkum etmiş..! Şimdi yüreği tutuklu… Bundan böyle dip anaforunda çorsuz çocuksuz ve belki de kadınsız debelenip duracak…
Düş serpin, barış güvercinleri uçsun, hayat öpsün / Göz pınarları ığıldayan ana / dolu – mu…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.