- 626 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Asuman
Cevat sandalyesinde kaykılıp:
‘’Gelir birazdan’’ dedi, ‘’Çarşı vakti geldi.’’
Endişeyle sokağın başına baktım. Ya gelmezse?
Geçen hafta ona pasajda rastladığımdan beri uyurgezer gibiydim. Dikkatimi toparlayamıyor, sürekli bir şeyleri kırıp döküyordum. Sonunda mağazanın yöneticisi İrfan Bey bana bir hafta izin vermişti, tabi ücretsiz. Aldırmamıştım. Rahat rahat onu hayal edebilirdim.
Dün Cevat bana neyim olduğunu sorduğunda lafı ağzımda gevelemiştim. O da anlamıştı. Damdan düşer gibi:
‘’Asuman mı?’’ diye sormuştu.
‘’O da kim?’’ demiştim.
Tarif etmişti: Uzun boylu, sarışın, hafifçe etine dolgun. Gözleri elaydı. Oydu, adını da bulmuştum. Birden şüphelenmiştim.
‘’Sen nereden tanıyorsun Asuman’ı?’’
Gülmüştü.
‘’Onu herkes tanıyor. Mahalleye yeni taşındı ama duymayan, sözünü etmeyen kalmadı. Her gün çarşıya iner, biz de tekmil kahvenin sokağa bakan masalarına diziliriz. Pek bir havalı, burnu havadadır. Hiç birimizin yüzüne bakmaz. Ama haspa biz laf atınca da sesini çıkarmaz. Belli ki hoşuna gidiyor.’’
Kahvedekilerin ağızlarından salyalar aka aka onu seyretmesi, seyretmekle yetinmeyip laf atmaları, onun da bunlara cevap verememesi canımı sıkmıştı. Yine de her şeyden önce onu bir kez daha görmeliydim. Cevat’a:
‘’Yarın ben de kahveye geleyim mi?’’ diye sormuştum.
‘’Tabi ki gel. Beraber seyrederiz Asuman’ın 21 Mart zafer alayını.’’
‘’21 Mart zafer alayı da nedir?’’
‘’Boşver, kahvedekilerin arasında bir espri.’’ demişti.
O gece rahat uyuyamış, ancak sabaha karşı sızabilmiştim. Ne olur ne olmaz diyerek çalarsaati kurmam işe yaramıştı. Herhalde çalarsaatle kahveye yetişen ilk kişiydim. Vardığımda kahve daha açılmamıştı. Sandalyelerden birine oturup beklemiştim. Kahveyi çırak açmıştı. Müdavimlerden olmayan birisinin tek başına, heyecan içinde oturmasına şaşkınla bakmış ama bir şey dememişti. Sonra kahveci Salim Efendi gelmişti. İki çayla masama oturmuş, çayları içerken sohbet etmiştik. Niye geldiğimi sormamıştı. Sonra müşteriler sökün edince Salim Efendi de izin isteyip ocağına dönmüştü.
Cevat geldiğinde, az önce geçen simitçiden aldıklarımı bitirmiştim bile. Beni görünce:
‘’Çiçek almamışsın.’’ dedi.
‘’Ne çiçeği?’’
‘’Asuman’a vermeyecek misin? Seni bizden nasıl ayırt edecek? Fırlayacaksın, eline tutuşturacaksın.’’
Aklınca dalga geçiyordu. Derdim bana fazlasıyla yettiğinden Cevat’ın üzerine gitmedim. Bir sandalye çekti, karşıma oturdu. Epey sohbet ettik. Onunla konuşmak iyi gelmişti ama hala Asuman’ı göreceğime inanamıyordum. Konuşmamız kahvedeki hareketlenmeyle kesildi. Bir anda ayağa kalkanlar, sandalyesinin yerini düzenleyenler oldu. Oyunlar durdu, kağıtlar kapatıldı. Çırak bile servisini bırakmıştı.
Başımı çevirdiğimde Asuman sokağa çoktan girmişti. Omzuna çantasını asmış, dizlerine kadar uzanan bir elbise giymiş, topuklularla boyu daha bir uzamıştı. Çarşıya gider gibi bir hali yoktu. Belki akrabalarını ziyaret edecekti, belki birisiyle buluşacaktı. Bu sonuncusunu aklıma getirmemeye çalışarak onu seyrettim. O ise ileriye bakıyor, birazdan yanından geçeceği kahveyi ve içindekileri görmezden geliyordu. Adımlarının hızını değiştirmeden yürümeye devam etti.
Kahvenin hizasına gelince yorumların sesi yükseldi. Sonra bir köşeden Asuman’a laf atıldı. Bunu başkaları izledi. Artık ona bakamıyordum. Ona asılan, laf atan kalabalığın içindeydim. Ne çıkıp gidebiliyor, ne de onları susturabiliyordum. Gözlerim yerde, Asuman’ın geçip gitmesini bekliyordum.
Birden sessizlik oldu. Başımı kaldırdım. Laf atmalar kesilmiş, kahvedekiler kendi aralarında konuşmayı bırakmış, şaşkınlıkla Asuman’a bakıyorlardı. Asuman kahve kapısının hizasına gelince aniden durmuştu. Dönmüş, kahvedekilere bakıyordu. Sonra ağır ağır yürümeye başladı. Kahvenin kapısından içeri girdi. O ilerledikçe yolu üzerindekiler gayri ihtiyari arkalarına yaslanıyorlar, ayakta olanlar da geriliyorlardı. Asuman masaların arasından geçti, gelip masamızın başında durdu. Soru soran bir bakışla Cevat’a baktı. Cevat da hemen ayağa kalkıp, yerini Asuman’a verdi. Sesini çıkarmadan yanıma oturdu.
Donmuştum. Asuman’a değil, sokağa bakıyordum. Biz konuşmuyorduk, kahvedekiler de susuyorlardı. Bir süre sonra başımı Asuman’dan yana çevirebildim. Gülümsüyordu.
Karşılık verdim. Hala konuşmuyorduk. Kulağıma eğilen Cevat’ı ancak fısıldamaya başladığında farkettim:
‘’Çay söylesene kıza!’’
Hemen elimi kaldırıp çırağı çağırmaya yeltendim ama Asuman bir el hareketiyle, dokunmadan beni durdurdu. Sonra ayağa kalktı, yine konuşmadan masaların arasından geçti ve sokağa çıktı. Köşeyi dönüp göden kaybolduğunda kahvede hala kimse konuşmuyordu.
YORUMLAR
Asuman yakmış ortalığı..
severek okudum..çok keyıfli
tebrikler.. sevgilerimle..
İlhan Kemal
İlhan Bey tüm öykülerinizi beğenerek okuyorum.
Konularınızı işlerken kullandığınız sade ve akıcı dil çok güzel.
Konu tekrarı yok ve bu sizi zevle okunan bir kalem yapıyor.
Aslında bende acemiyim ve hatalarımı bilen arkadaşlar yazdıkça düzeltmeye çalışıyorum.
Aynı paragrafta iki zaman birden kullandığınız yerler var.Bunlar öyküde bazen bozukluk yaratabiliyor.
Umarım alınmazsınız.Selam ve saygılar
İlhan Kemal
Yorumunuz için teşekkür ederim. İki zaman konusunda yazdıklarınız içinse alınacak bir şey yok; gayet yerinde bir gözlem yapmışsınız.
''Gece rahat uyuyamadım. Sabaha karşı sızmışım. Ne olur ne olmaz diyerek çalarsaati kurmam işe yaramıştı. Bu şekilde kahveye giden ilk kişi olabilirdim. Vardığımda kahve daha açılmamıştı. Sandalyelerden birine oturup beklemeye başladım. Önce çırak geldi.''
Paragraf sanırım bahsettiğiniz duruma bir örnek oluşturuyor. Şu kısa alıntıdaki zamanlara bakıyorum: -di'li geçmiş, -miş'li geçmiş, -miş'li geçmişin hikayesi, geniş zamanın hikayesi, sonra tekrar miş'li geçmişin hikayesi ve final de -di'li geçmişte.
Yaptığımın savunulacak bir tarafı yok. Tek söyleyebileceğim bir anlatıda aynı zamanı kullanmanın tek düzeliğinden hoşlanmadığım; özellikle de -miş'li geçmişin hikayesinden. Zaman tekdüzeliğinden kurtulmak için hata yapmayı göze alıyorum ve yukarıdaki paragraf gibileri metinler ortaya çıkıyor. Yapmamalıyım.
Doyurucu yorumunuz için bir daha teşekkür ederim. Saygılarımla.