HEPİMİZ MEHMETDİK
HEPİMİZ MEHMETDİK
Vatan tehdit altında, düşman var gücüyle yandaş toplama telaşındaydı. Her yerde fısıltı gibi konuşmalar, dudaklar “Allah göstermesin”lerle doluydu. Küçük değildim artık, o zaman da küçük olmayı hiç de istemezdim doğrusu. Gelen haberlere göre boğazda başlatılacak bir çıkartmayla düşman tüm topraklarımıza kadar ilerlemeyi düşlüyor, “taş üstünde taş, omuz üstünde baş koymayacağız” diye vaatlerde bulunuyordu yanında çatışmayı göze alan yandaşlarına.
Hayatta kalıp sığıntı gibi yaşamanın, şahadet şerbeti içip vatanın kurtulmasına katkıda bulunmak yanında değersizliğini öğrenmiştik çocuk yaşta. Vatan vardı, bayrak vardı, ezan vardı, namus vardı. Teferruatları düşünmeye gerek yoktu. Yollar uzun, kar- kış, yoksulluk hepsi vardı ama çok şükür ki yüreklerimizi ısıtan, adımlarımızı sıklaştıran ve açlığımızı unutturan bir aşk vardı içimizde. Vatan aşkı…
Çetrefilli yolları geçtik sonunda Çanakkale’ye ulaştık. Gönüllü olarak Sivas’tan çıkan 80 kişiydik. Ama Çanakkale’ye ulaşana kadar sayımız 160 ı bulmuştu. 160 demek en az 320 yürek dolusu da dua demekti cepheye ulaşan. Gerçi savaşta bir ana bütün cephenin anası gibi yürekten dua ederdi her birimize, işte bu duaları 320 ile çarpmıştık Çanakkale’ye ayak bastığımızda. Çok genç yaştaki gönüllülerde vardı aramızda. Komutanların gözlerinden yaşlar süzülmüştü bizi gördüklerinde. En yetişkinimiz 18 ine değmemişti henüz en küçüğümüz 9 yaşında kadardı. Evinde ki en büyük erkek oydu ve annesi gönderirken başı dimdik gözünde buğulu bir bakışla yollamıştı Kemal’i. Eli silah tutacak kadar büyük olanlara ,ki bende bunların arasındaydım çok şükür, birkaç atış denemesinden sonra cepheye gönderdiler. Kemal ve daha 11 ine değmemişleri de geri görevde bıraktılar. Onların üzülüşlerini ve ağlayışlarını anlatamam…
Gecenin geç saatleriydi gökyüzünde parlayan yıldızlardan daha parlaktı mermilerin ışıltısı. Tekbirler, naralar insan bunları duydukça daha çok aşka geliyor, vatanın güzelliği 1 iken 1000 oluyordu. Aldığımız canlar ve yere düşerken gördüğümüz yiğitler vardı. Tamamen kana bulanmış toprakta bizim kanımızla düşmanın kanı karışıyordu. Yer üstünde, vücuda bağımlıyken düşmanca çarpışan kanlar yer altında kardeşçe sarılıyor gibiydiler. Mühimmat harbiye harcayacak kadar çok olmadığından süngülerle karşılıyorduk düşmanları. Bir, iki derken saymayı unutuyorduk söndürdüğümüz hayatları. Savaşırken her şeyi unutuyordu insan Allah’tan başka. Ne ailen geliyordu aklına ne akraban… Silahlar susup da siperlere döndüğümüzde düşüyorlardı birer birer tekrardan yüreklerimize. Hele Kemal’in dağıttığı kumpanyalarımızı yerken analarımızın mis kokusu burnumuza değer, yediğimiz kuru ekmekler bile en nefis yemeklere dönüşürdü o zaman.
Yaralılar çadırlara taşınırken aklıma nasıl bir yara alacağıma dair meraklı düşünceler geçiyordu. Telaşlanıp uzaklaştırıyordum kötü düşüncelerimi kendimden. Yaralanamazdım. Bir asker bir askerdi sonuçta. Vatan kanlı bir pusudaydı ve düşman hiç uyumuyordu.
Gecesi gündüz kadar ışıltılı olan bir akşamdı. Haberci nazırı düşman saf değiştirip arkamızdan dolaştığını haber verdi. Normalde biz böyle şeyleri duymazdık ama o anda komutanların yakınlarında olduğum için kulak kabartmıştım. Duymamla içimi telaş kaplaması bir oldu. Çünkü arkadan dolanmaları demek Kemal gibi yiğitlerin konuşlandığı yerden geçmek demekti ve onlarda silah yoktu. Komutanım diye celallenmiş bir sesle haykırdım. Bizim küçük askerler dedim arkasını getiremedim. Kafa işaretiyle beni yanına çağırdı, elini omzuma koydu Allah yardımcımız olsun Sivaslı dedi… Bir koşuşturmayla eline tüfeğini alan gerisin geriye koşmaya başladı. Çoğu beklide neden döndüğümüzü bilmiyordu. Bende ağlamaktan konuşacak gücü bulamıyordum. Derken yanımdan Rüstem Çavuş geçti ve benim ağladığımı fark edince "kızları askere aldıklarını bilmezdim" dedi. "Neden döndüğümüzü biliyorum" dedim. Sustu. Gözlerini yumup hızlı adımlarla yanımdan ön saflara doğru süzüldü. Acaba çok mu geç kalmıştık haberi almakta. Gözümde yaş dudaklarımda babamdan öğrendiğim ne kadar dua varsa hepsini okuyordum. Silah sesleri gelmeye başladığında neredeyse varmıştık. Artık sürünerek ilerliyorduk. Kafir kurşunlar karargahımızın duvarlarında sönüyordu.
Gece olması onlara da avantaj vermişti bize de. İçerden ışık süzülmüyordu. Mumları, şamdanları söndürmüştü yiğitler. Ateşlerine karşılık vermeye başladığımızda bir süre tutuklu kaldılar, nerden geldiğimizi anlayamamış olmanın şaşkınlığı olsa gerek. Karargahın kapısını kırıp içeri girdiklerini gördük bir kaçımız. O anı anlatamam sekiz kişiydik aynı adımla kalkıp emirsiz koşmaya başladık. İki kayıpla altı kişi girebildik küçük askerlerimizin yanına. Ellerine aldıkları kepçeyle, kaşıkla, tavayla çarpışmaya çalışıyorlardı. Kafir askerlerde alay eder gibi karşılarına geçmiş gülüyorlar, namluyu bir birine bir diğerine çevirip hangisinde sıra acaba diyorlardı. Bizim girmemizle onlarında telaşlanıp tüfeklerini ateşlemeleri bir oldu. Hepsini kurtaramadık ne yazık ki ama içerdekilerin de çıkmasına izin vermedik. Çatışma sabaha karşı bitti ve çekildiler.
O saatten sonra bizde yaralılara bakmak için koşuşturmaya başladık. Tıbbiyeliler geldi. Ben hemen içeri girdim.Leşler arasında kalmış şehitlerimizi dışarı çıkardık tek tek. Yaralılarda sedyelerle siper yapılan bir tepenin ardında tedaviye edilmeye başladılar. Ordaydı… Ağır bir kurşun yarası vardı… Kafirin kurşunu boynundan geçmişti. Bezlerle yaraya bastırıyordu tabip. Konuşmak istiyor gibi gözleri birini arıyordu. Komutanımız yaklaştı, yere çöktü, alnındaki kanları eliyle sildi ve öptü. Söyle yiğidim dedi. Kemal o kadar mutlu bakıyordu ki komutanın yüzüne. Bende dedi heyecanla “bende öldürdüm” o an elinde sımsıkı tuttuğu bıçağı bırakıverdi yere. “komutanım bende öldürdüm, Ali’nin üstüne çökmüştü kafir üstüne atlayıp göğsüne sapladım” dedi. Komutan bir kez daha öptü alnından ve tekrarla Şehidim dedi. “EŞHEDÜ EN LA İLAHE İLLAH VE EŞHEDÜ ENNE MUHAMMDEN ABDÜHÜ VE RESULÜ” Kemal’inde dudaklarından dökülen son kelime bu oldu…
Taarruz devam etti. Mermiler, toplar, süngüler… Yollarda cesetler doluyor savaşa ara verip biz şehitlerimizi onlar leşlerini topluyorlardı. Hepimiz meydandaydık Mehmetlerle Tomlar. Yaralılara su veriyor yaralılarımızı kendi mevzilerimize doğru taşıyorduk. Ağlamaklı ve su diye yalvaran yaralı bir düşman askeri vardı ilerde, şehidimin üstüne duruyordu. İçimi nefretin daha üstü bir duydu varsa işte o kapladı. Hemen kaldırım pis vücudunu kenara atmak istedim, yapamadım. Çekiyordum omuzlarından gelmiyordu. Sanki alttan da onu çeken bir şey vardı. “ya Allah” deyip bir daha asıldım. Acı bir inilti döküldü dudaklarından. Karnında şehidimin süngüsü varmış, ben çekince yarası açıldı oluk gibi kanı akmaya başladı toprağa. Yardım et diyordu kesin dillerini anlamıyordum ama gözlerdeki yalvarma her dilde aynıydı. Bende ana kuzusuyum oda. Doğduğu toprakları o seçmemişti. Zaten ölecekti, mataramdan ona su içirdim. Yanımızdan onların büyük askerlerinden biri geçiyormuş, omzumu sıvazladı, dillerince teşekkür etti, ben şehidimi sırtladım uzaklaştım yanlarından…
Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı. Cepheye geldiğimiz tarihi bilmiyordum ancak gemilerin gerinsin geriye gittikleri tarih belliydi. 18 mart 1915. Zafer sevincimiz anlatılamayacak kadar büyüktü. Akan her damla kan yerine ulaşmış, anaların duaları karşılıksız kalmamıştı. Çanakkale güzel yurdumun kapısıydı ve biz o kapının önene etten duvar örmüştük. İmkânlar dâhilin de çoğumuz evlerimize döndük. Tarihin bir sayfasını daha bizim lehimize doldurup, çevirmiştik.
Artık iyileşme vaktiydi. Vatan düşmanı püskürtmüştü ama çok zayıf düşmüştü. Çalışmak yükselmek canımız pahasına koruduğumuz vatanımızı bizden sonrakilere yaşamaya değer bir yer olarak bırakmak gerekiyordu. Babalarının, dedelerinin, büyük büyük amcalarının; düşmanlar, namuslarına, dinlerine, dillerine el uzatmasınlar diye kara toprağa düşmekte tereddüt yaşamadığı bu her damlası şehitlerin kanlarıyla sulanmış vatanı eminim onlarda bizim gibi sevip sahip çıkacaklardı…
Belki adımızı bilmeyecekler, belki Kemal gibi can teslim ederken tebessüm edebilen aslan parçasını hatırlamayacaklardı ama olsun. Biz zaten Ahmet kahraman oldu, Ali vatanı korudu, Sivaslı şu kadar can aldı desinler diye cepheye koşar adım gitmemiştik. Hepimiz Mehmet’tik hepimiz Türkiyeliydik… Belki şahadet şerbeti içenlerden olamadık ama her toprağa düşenle şehit olup, her şehit için yeniden doğduk… NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE…
... BUZMAVİM...