SİYAH KİM?
MEHTAP 24.05.01 08:15
Bugün işteki ilk günüm. Heyecanlıyım. Yeni insanlarla tanışacağım. Tanışacağım insanlar yeni olmayacak; çünkü ben zaten insanları tanıyorum. Bugün en zor gelen şey kardeşimden ayrılmaktı. Onu öyle bırakmak çok zordu. Ona asla acımıyorum; ama yalnız kalmasını istemezdim. Şimdi sabahtan akşama kadar tek başına kalacak ve ne kadar yalnız, şansız olduğunu düşünecek. O kazayı bir türlü çıkaramadı aklından. Geceleri kabuslarla uyanıyor, çığlıklar atıyor; ama şanssız değil. O her ne kadar kabul etmese de yalnız değil. Belki daha kötü bir hayat yaşamaya mahkum oldu; ama yaşıyor. Mahkum olmak; idam edilmekten daha iyidir. Tek mahkum olan o değildi aslında. O üzülmesin diye biz de mahkum olmuştuk. Yıllardır kimseyle adam akıllı görüşmüyoruz, onun yapamadığı birçok şeyi biz de yapmıyoruz. En büyük zevkimdi deniz kenarında kahvaltı yapmak; ama yıllardır yapmıyorum. Benim böyle bir lüksüm yok. Kardeşim denizin kokusunu bile unutmuşken, ona uzaktan bakmak zorundayken ben deniz kenarında keyif yapamam.
Düşünüyorum da denizdeki balıklar bizden daha özgür, daha mutlu. Onlar mutlu. Denizleri yanlarında. Balıkların tek sorunu, tek derdi ne biliyor musun? Çoğu insanın yapmaya cesaret edemediği, saçmalık dediği şeyin peşinden koşmak: İsteklerin, arzuların, ideallerin, özgürlüğün, sevdiklerinin…Denizde binlerce yiyecek var balıklar için. Aç kalmazlar asla, onları yiyerek çok uzun zaman yaşayabilirler; ama onlar oltadaki yemi ister. Alması zor olan yeni isterler. O yemin daha güzel olduğuna inanırlar, onu daha çok severler ve onu isterler. Onu almak için uğraşırlar, çabalarlar, hedeflerler…Hedeflerinin yem değil; ölüm olduğunu bilirler; ama yine de mücadele ederler, bırakmazlar…Başka şeyler yiyerek yaşayabilecekleri halde onlar hedefleri, sevdikleri peşinde koşarak ölürler. Ölüm onlar için istediğini elde etmektir. Balıklar mutludurlar; çünkü uğruna savaştıkları şey için ölürler. Ama biz bunu bile yapamıyoruz. Bi< sevdiklerimiz uğruna savaşmıyoruz bile. Bir tembelliktir çökmüş üstümüze, sevgiye bir adım atmaya bile üşenir olmuşuz.sevmeye üşenir olmuşuz. Yaşama üşenir olmuşuz. Zaten sevgiye adım atmayan, hatta emeklemeyenler nasıl olur da “hayat yoku”nda koşabileceklerini zannederler ki! Sevmekten bile çekinenler “insan” için “insanlık” için nasıl savaşırlar ki! Bunları niye mi söylüyorum? Çünkü bugün kardeşime ondan bıktığımı söyledim. Sinirle, bir sakatla uğraşmak istemediğimi söyledim. Söyledim işte. Sinirle dedim ya! Ağzımdan çıktı işte…Sinirle söyledim dedim ya! Ama dedim işte. Kendimden utanıyorum. Utanılmayı bile hak etmeyen sözler söylediğim için kendimden utanıyorum. Bunları düşünürken farkında olmadan dolmuşa binip en arka koltuğa oturmuşum bile. Düşünmemek, düşünememek için insanları izliyorum umursamazlıkla. Sonra dikkat kesiliyorum. İnsanları izlemeyi seviyorum.
Dolmuşa takım elbiseli bir adam biniyor, elinde kalın, siyah çanta, kravat muntazam bağlanmış, ayakkabılar gıcır gıcır, ellerde tek bir çatlak bile yok, gözler derine değil; önüne bakıyor, parayı uzatıyor şoföre; sesi tok. E böyle bir beyefendiye yer vermemek olmaz. Önde oturan dağınık saçlı, sıska çocuk adama yer veriyor ve adam oturuyor. Tabii ki bu beyefendiliği tamamlayacak son duruşu da gerçekleştiriyor ve bacak bacak üstüne atarak etrafı küçümseyen bakışlarla bakıyor oraya buraya. Adamın rengi belli oldu; insanlıktan uzaklığın rengi; siyah… Dolmuş duruyor ve orta yaşlı bir kadın biniyor. Kadın parayı uzatırken konuşmaya korkar bir tavırla sessiz sessiz çıkartıyor harfleri ağzından. Sanki kendi incinmişliklerini ört bas etmek ister gibi incitmeden söylüyor, sakince: “Bir kişi uzatır mısınız?” Ayaklarındaki terlik koptu kopacak, nasırlı olan ellerini anlatmaya bile gerek yok. Basma bir etek giymiş üstünde küçük renkli çiçekleri olan. Çiçekli giymiş; ama dışı çiçekli; içini gidin bir de ona sorun. Giysisi çiçekli, hayatı çileli. Elinde bir de çanta var, belli temizliğe gidiyor. Bizim beyefendi ona tiksintiyle bakıyor. Bense hemen kalkıp yer veriyorum. Bu esnada da yüzüne bakma fırsatı elde ediyorum. Tabii ki bu kadını tamamlayacak sonra fırça vuruşunu da yüzünde görüyorum; mor bir göz. Kadının rengi de belli oldu; düşmüşlüğün rengi; siyah…Sonra bir adam oturuyor, inşaat işçisi . ellerinde nasır tutacak yer bile kalmamış, paramparça olmuş elleri. Yüzü kapkara, üstü başı yırtık pırtık. Gözlerine bakıyorum gözleriyse derinlere…Gözlerinde pus var, acı var, derinlik var. Adamın rengi de belli oldu; derinliğin rengi; siyah…
Derken dolmuştan iniyorum. Kardeşime söylediklerim geldi aklıma. İçinde beyin bulunmayan kafamın boşluğu…Ben kötü bir insanım. Benim rengim de belli oldu; kötünün rengi; siyah…
SEVDA 24.10.2005 8:15
Güneş bütün parlaklığıyla, sıcaklığıyla gökteki yerini almış. O ortaya çıktı ya bütün yıldızlar dağılmış. Hayat bu. Güçlü olanlar parlar. Güneş büyük, güçlü; herkes onu istiyor, ona muhtaçlar. Ama yıldızları kimse istemez ki! Nasıl olsa yıldızlar küçükler, güneş kadar parlamıyorlar, onun kadar güçlü de değiller. Yıldızları niye istesinler ki! Güneşin bütün görkemi ile ısınmak varken, yıldızların küçük parıltılarını ne yapsınlar. Hayat gibi. Güçlüler sevilir, güçsüzler istenmez. Ne kadar çalışsalar da parıldamak için uğraşıp dursalar da güneş doğduğu anda istifalarını basmaya mecburdurlar. Güçsüzler sevilmez, hele de sakatlar hiç sevilmez. Çünkü onlar güçsüzlerden de güçsüzdür. Bunu bugün ablamın ağzından dökülen “bıktım” kelimesinden de öğrendim. Aslında biliyordum zaten; ama hatırlamaya ihtiyacım vardım…Keşke o kazada sakat kalacağım yere hafızamı kaybetseymişim. Salak yaşamak bile sakat yaşamaktan iyidir.
Sadece kafamı hareket ettirebiliyorum. Ellerim, ayaklarım, gövdem, hiçbir yerim benim isteğimle hareket etmiyor. Balkona sabah çıkıyorum; akşama kadar. Tuvalete gitmek bile benim için lüks. Başkalarına mecburum, bu yüzden de güçsüzüm. Ama güçlüler başkalarını kendilerine muhtaç ettirirler; ablam gibi. Ben çok iyi bir insandım, insanları severdim, yaşamı severdim. Ama değiştim. Başkaları nereden anlayacak ki! Onlar sadece konuşurlar. “Hayat güzel, yaşıyorsun, ölmedin ya, kendini sev”. Salaklar…Onlar nereden bilecekler yaşamın kıyısında olmayı. Her gün hayatı kucaklamak için uğraşırken o seni bırakıp başkasına sarılır, baş rolün sana vaat edildiği bir filmde figüran olursan, her sabah “yaşam güzeldir, iyi ki yaşıyorum” diye kalkıp “keşke ölseydim” diye bitirirsin, her gün gökkuşağı gözünün önünden geçerken sen siyaha bakarsın, siyaha bakmaya bile razıyken kendini kör olmuş bulursun, sana nasihat verenler tarafından acındığını fark edersin, sevmekten, sevgiden habersiz yaşayan insanlar sana hayatı sevmeyi öğütler, artık hayatı seveceğim diye haykırırken ilk sözcükten sonra lâl olursun…Yine de hayatı sev.
Ben her gün balkondan dışarıya bakıyorum. Sadece bakıyorum. Denizi görüyorum, masmavi; insanlar toplanmış etrafında; balık tutan insanlar, konuşan insanlar, denizin keyfini çıkartan insanlar. Denize sadece “bakıyorum”. Sonra kafamı kaldırıyorum, “Mavinin birinde mutlu olamadım, belki diğerinde olurum.” ümidiyle gökyüzüne bakıyorum. Güvercinler uçuyor, martılar uçuyor. Tam o esnada bir tanesi içimden geçenleri anlamışçasına dizime konuyor, sanki onu sevmemi bekliyor. Elimi uzatmaya çalışıyorum olmuyor, sinirlenip kuşa bağırıyorum. Kuş bilmiyor ki, ben sevemiyorum. Sonra uçup giden kuşa sadece “bakıyorum”. Karşımda çok işlek bir cadde var. İnsanlar dolup taşıyor. Hepsi birbirinden farklı giyinmiş, hepsi farklı şeylerden konuşuyor, farklı detaylara dikkat ediyor, yaşamda farklı renkler taşıyor. Gözüm bir çocuğa takılıyor, çocuk bana bakıyor. Bir elinde üç tane kırmızı balon…Üçünü de gökyüzüne salıyor. Bana bakıyor, gülümsüyor ve el sallıyor. Ben sinirli sinili bakıyorum. Çocuk küsüp gidiyor. Çocuk bilmiyor ki, ben el sallayamıyorum. Çocuğa sadece “bakıyorum”.
Caddenin kenarında bir dilenci var. Üstünde kıyafet namına bir şey yok. Önüne açmış bir beyaz mendil, gelen geçenin para vermesini bekliyor. Saçı sakalı birbirine karışmış, ayakkabıları yırtılmış, bağcıkları açık, dileniyor…Keşke onun yerinde olabilseydim. Keşke onun gibi olabilseydim. Hareket ederdim, gezerdim, denizin yanına giderdim, simit yerdim elleriyle, doya doya gelen geçen çocuğu severdim. Sevmekle kalmaz kazandığım parayla onlara balon alırdım. Hayata sadece bakmazdım, onu yaşardım.
Sevmeyi hatırlardım…Ama bunlar asla olmayacak. Ben hayata sadece “bakacağım”. Benim kaderim, benim rengim belliydi; ümitsizliğin rengi siyah…
DİLENCİ 24.10.2005 8:15
Sokaklarda yaşarım ben. Evim sokak, anam babam bana para verenlerdir. Duyduğum ve duyabildiğim en güzel sözcük “Al kardeşim.”dir. Özlemini çektiğim tek şey sevgidir. Dert yandığım şey parasızlık değil; ailesizliktir. İnsanlar, bizlere hep tiksintiyle bakar. Acırlar, acıyınca da para verirler. Acınmak nasıl bir duygudur? Acınmak tuzlu kahve içmek gibidir, öldürülmemek için yüzüğündeki zehri içmek gibidir, ölmemek için yaşamamak gibidir. Acınmak, kusamamak gibidir. Acınmak en acı duygudur.
Ben denizin kenarında dilenirim. En işlek caddede. E, daha çok insana acınmalıyım ki daha çok para kazanayım. Ben önüme bakarım. Önümden gelip geçen ayaklara, o ayakların taşıdığı hayatlara… İnsanların yüzlerine bakarım, dik dik bakarım, benim yaşayamadıklarımı göreyim diye, insanlar nasıl yaşıyor göreyim diye…Önümden anneler geçer bir elleri çocuklarında diğer elleri en kıymetlileri, ama kaybederse ne yapacakları paralarını taşıyan çantalarında. Benim param olmaz, ben izlerim. Çocuklar geçerler önümden, ellerinde balonlar, pembe pamuk şekerleri. Mutlu çocuklar geçer. Ben mutlu olmam, ben izlerim. Ben umut etmem, ben izlerim. Bir aile geçer önümden. Baba iri yarı, görkemli; anneni başı kapalı, iyi kalpli; bir de çocuk. Konuşa konuşa giderler. Benim ailem olmaz, ben izlerim. Banka doğru gider bir çocuk önümden. Çocuk saatlerce denize bakar, hayal kurar. Ben hayal kurmam, ben izlerim. Yanındaki bankta oturan çocuk kitap okur. Dalmış gitmiş kitabın içine, gerçekleri görür. Ben gerçekleri görmem, ben izlerim.
Hayat benim hep dibimden geçer, ben izlerim. Dilendiğim caddenin karşısındaki villada bir çocuk var. Balkondan bakıyor, sakat. Birileri sürekli onunla ilgileniyor, yemek getiriyor, kitap okuyor…Keşke onun yerinde olsaydım, belki o zaman benimle de ilgilenecek birileri olurdu. Ben o zaman sadece izlemezdim. Hayat güler geçer, ben izlerim…Dilencinin rengi belli olmuştu; kaybedenlerin rengi siyah…
Sanırım hepimiz hayata öylece bakıyorduk. Bu karmaşıklığın içinde biz de bir renk olalım dedik, payımıza siyah düştü. Peki kimdi bu siyah? İnsanlıktan uzak olanlar mı, düşmüşler mi, derindekiler mi, kötüler mi, ümitsizler mi, dilenciler mi, zenginler mi, sakatlar mı, sevilmeyenler mi? Yoksa hepimiz farkında olmadan bir parça siyah mıydık?
YORUMLAR
belki hepimiz biraz siyah taşıyoruz
ama annene anlatabilirmisin siyah olduğunu...babana...dostuna...
bazen kendine bile anlatamıyorsun ...
belki gözlerin siyahı seviyor diye siyah arıyor üzerinde içinde -aklında, kalbinde-
belki de önemli olan siyaha sahip olmak değil
siyahtan kurtulmaya çalışmamak...melek değiliz ya sonuçta...
güzel yazıydı