- 923 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
HOPPA NİNE
Hoppala hoppala yaparak severdi torunlarını. Çocukların diline Hoppa nine diye yerleşti.
Her zaman temiz, özenliydi. Güzel yemekler yapardı. Kahverengi desenlerin kaplandığı, beyaz şeffaf ellerinin titremesi, gözüne inen perde bile çalışmasına engel değildi.
Sabah erken uyanırdı. Hiç kimse onu uyurken görmemişti. Evde köşesi vardı. İki kerevetin kesiştiği yer. Bacaklarını toplar otururdu. Uzun yıllar var, ayaklarını sarkıtmayalı.
Gözleri az görürdü ama gözlük kullanmazdı. Doktora gitme alışkanlığı olmadığından olsa. Her derde deva ilâçlar hazırlardı. Bitkiler, otlar, meyve ve sebze onun hünerli elleriyle şifa olurdu hastalara.
Ev içinde ufak tefek işler ona kalırdı. Kızı çocuklarının, kendisinin elbiselerini dikerdi. Ayaklı singer dikiş makinesi hep açık dururdu. Dolap şeklinde olmadığından bacakları meydandaydı. Sık sık tozunu alırdı Hoppa nine. Makine sadece dini bayramlarda kapalı olur, kullanılmazdı. Üzerinde Çaput pazarından alınmış kadife seccade örtüsüyle.
Evde her zaman artık kumaş parçaları bulunurdu. Renkli, düz, desenli, kareli, çiçekli. Hoppa nine bunları minik kare, üçgen, dikdörtgen şeklinde keserdi. Beyaz bir bohçası vardı, köşesinde kanaviçe işlemesi olan. Kahverengi sepet içinde kırmızı mor çiçekler, yeşil yapraklar. Yıllardır durur. “On bir yaşındayken işledim. İnsanoğlu, şu bez parçası kadar bile kalıcı değil dünyada.” derdi. Dalar giderdi o günlere.
İşlemesine dokundukça, Hoppa ninenin teni hissedilirdi.
Bohça, yastık yüzleri, yorgan kapakları, elbise örtüsü bir örnek olurdu. Kanaviçe, sarma, ara danteli, beyaz iş, Türk işi, Çin iğnesi, mekik oyası… Çeyiz sandığında saklardı, lavanta, fesleğen keseleri arasında. Böyle ince işleri yapamayalı yıllar olmuştu.
Kızının dikişinden kalanlarla oyalanıyordu. Namazını kıldığı seccade, yatağının üzerindeki örtüyü yapmıştı. Geline, kıza, torunlara da yapıyordu, beğenirseniz kullanırsınız diyerek. Özenliydi her işinde. Yamaları düzgün keser, renkleri uydurmaya çalışırdı. Herkes onun gibi ince çalışmazdı. “Hoppa ninem bir başka.” derlerdi.
Bütün eşyalarının ayrı bir değeri, anısı vardır. Eskise de kıyamaz atmaya. Yaz günleri kahve pişirdiği ispirto ocağı. Kışın içinde pirina yaktığı küçük bakır mangalı. Kullanmadığı zamanlar beyaz işlemeli örtülerine sarılı, mutfağın bir köşesinde dururdu.
Dolma, sarma, börek yaparken, mantı dökerken yardım ederdi kızına. Muhacir tarhanası yapardı her yıl, bütün çocuklarına dağıtırdı.
Herkes işe, okula gidip kızıyla yalnız kaldıklarında bohçasını alır, köşesine otururdu. Kumaş parçalarını dizer, renkleri, desenleri uydurarak dikmeye çalışırdı. İğneye iplik takacağı zaman mutfağa seslenirdi. Kolay takması için ince tel almışlardı, artık onunla da beceremiyordu. Kimseyi yormak, uğraştırmak istemez, çekinerek söylerdi.
Radyoda Rumeli türküleri çıkınca evliliğinin ilk yıllarına uzanırdı düşleri. Ege’nin öbür yakasına, Arnavutluk’a, Koniça’ya… Çocuk yaşta evlendiği kocasına… Sokaktan çağırmışlardı istemeye geldikleri gün. On iki on üç yaşlarında var yoktu…
Gelinlik kız gibi görünmüş ele güne, evlenip ellere karışmıştı. Ev, bahçe, tarla, hayvanların bakımı, her işe yetişiyordu. Senesine varmadan topaç gibi bir oğlu olur. O günü, kocasının askere gidişini hatırladı. Günler, aylar, yıllar geçtikçe artan sıkıntıları, çoğalan yükü. Yine sızladı yüreği, oğlu aklına gelince. 5-6 yaşlarında ayrıldığı bebesi…
Kızının sesiyle irkildi birden, yanı başındaydı. Duymamıştı. “ Akşama peynirli börek yapalım ha, ne dersin?” Çocuklar çok severdi Hoppa ninenin böreğini. Un, yağ varsa evde, üç beş çeşit yemek yaptığı günleri düşündü. Oğlunun babası geldi aklına. Yokluk, özlem, bekleyiş. Dönmemişti askerden. İstanbul’da kalmıştı. Giden kolay dönemezdi, savaş yıllarıydı ama kötü kadının birine tutulmuş, onunla yaşıyor diye duyulmuştu.
Çıkmadık candan umut kesilmez. Yakasını kurtarabilse… Gelir elbet. Kocasını zorla tuttuklarını düşünür, kendini buna inandırırdı Hoppa nine. Oysa orada çoluk çocuğa karışmıştır. Teskereyi alınca dönmeyi düşünmüş. Döner de dönmesine, ölüsü gelir memleketine. Terk edileceğini anlayan kadın, eline geçirdiği ekmek bıçağıyla…
Savaş, yokluk, çocuk; genç yaşta dul kalmak daha bir koyar içine. Yeni yetme fidan gibi, köyün kızlarından farkı yoktur. Kısmet çıkar çıkmasına, çocuğunu istemez damat adayı. Çok düşünür. Gönlü kayar, razı gelir evlenmeye. Zamanla yumuşar diyerek, ferahlatır yüreğini. Acı gelse de, içi dağlansa da eski kocanın baba ocağına gönderir oğlunu. İnattır kocası; Nuh der, peygamber demez, geri adım atmaz. O günden sonra göremez evladının yüzünü. Uzak memleket, yolda, belde rastlamaz izine bir daha. Çocuğuna hasret geçer günleri.
Mübadele yıllarıdır, Türkiye yolu görünür. Geride bıraktığı evladını göremeden çıkarlar baba ocağından. Evini son bir defa derler toparlar. Gelenlere ayıp olmasın, bizler gibi kıymetini bilsinler, hayrını görsünler deyip uğraşır, didinir. Tertemiz sakız gibi yıkar her şeyi, yeni gelin evi gibi bırakır. Ayrılmak zor gelir evinden, bahçesinden, Koniça’dan, minik simitçi oğlunun hayalinden…
Yapamamışlar İstanbul’da. Büyük şehir bize göre değil deyip Milas’a geçmişler. Topraksız olmazdı, ne yiyip içerlerdi İstanbul’da.
Ne zaman bir simit yese, oğlunun kokusunu duyar, burun kemiği sızlar. Küçücük yaşında simit satar, para kazanır. Minicik elinde paraları, bir halka simitle döner akşamları. Fırıncının bahşişi o tek simide dokunmadan, her akşam anacığına getirir, birlikte yerler. O simidin kokusunu, tadını ne İstanbul’da, ne de şimdi yaşadığı Milas’ta bulabilmişti.
Hoş tutar hısım akrabayı. Çocukla çocuk, büyükle büyük olur. “Ölü evine giden ağlar, düğün evine giden oynar.” der. Oyalı yazmasının kenarına iliştirir bir tutam kadife çiçeği, geçer halay başına…
Hafızası iyiydi Hoppa ninenin, asırlık çınar gibi devirmişti yılları. Kendini daha çok limon ağacına benzetirdi, pencereden bakarken gördüğü. Kış günü meyve veren limon ağacı gibi hissederdi. Asırlık ömrünün son yirmi beş yılı. Neler geçerdi aklından, dikişe dalınca. Kızının sesi geliyordu mutfaktan. Rumeli türküleri söyleyen sanatçıya eşlik ediyordu. “Tuna Boyları”nı ne güzel söylerdi.
Çoluk çocuk yollara dökülünce iki kadın evde baş başa kalır. Sofra toplanıp, bulaşık yıkanır. Fazla bekletilmez kap kacak kirlisi, evin bereketi kaçmasın diye.
Ocağa yemek kondu mu, kahvenin acı kokusu sarar bütün evi. Hoppa nine kavrulmuş kahve çekirdeği kokusuna bayılır, canlanır bedeni. Kimi nohut unu karıştırır, yokluk günlerinden kalma alışkanlıkla. Sevmez öylesini. Uzun saplı tavada şöyle kararınca kavurup, pirinç el değirmeninde çekilecek ki değme gitsin. Değirmen de iyi olmalı, iri kalmamalı kahveler. Bol köpüklü orta şekerli kahve gün ortası pek keyifli olur. Her mevsimin yakışığı. Hele bir de ağzı güzel laf yapan biri varsa, kahve falı şart. Fincan bir iki döndürülür, ters çevrilir tabağa. Bakan olmasa da son yudum içilince fincan hep kapanır. Görüverecekmiş gibi memleketini, Yanya’yı, geride kalan oğlunu. Bu umutla, soğuyunca göz gezdirir telvelere. Bakar, yollara, kabaran yüreğine, gagasında mektup getiren kuşlara, telgraf tellerine… Kızı hemen yıkar fincanları, “Tez çıksın niyetler, kısmet kapanmasın.” dileğiyle.
Yine kumaş parçalarına, kırkyamasına döner. İğnesini alır, ipliğin ucunu diliyle ıslatır. İğne ipliği bir yaklaştırır, bir uzaklaştırır gözüne. Denk gelirse ne ala, yoksa sabrı tükenir gibi olunca kızına seslenir. Ellerinin titremesi yıllarla birlikte artar. İpliğe düğüm atarken bile zorlanır. Yamalı bohçalarını, kırkyama örtülerini dikmekten vazgeçmez yine de. Dalar gider kumaş parçalarını dizerken, eklerken. Mutlu olur yaptıkları beğenilip kullanılınca. İşe yaradığını düşünür, kendini daha iyi hisseder, sıkıntılarını unutur. Sevmez, boş durmayı, boş duranı.
Belediye ebesi vardır mahallede, yine de Hoppa nineyi çağırırlar her doğuma. Doktor Sezai Bey’le bir doğumda tanışmıştı. Zor bir doğumdu, kanaması vardı annenin, doktor getirmişlerdi. Sezai Bey Hoppa nineyi duymuştu, çabuk ısındılar.
Nedeni anlaşıldı kanının kaynamasının, aynı memleketten gelmişti ailesi. Sık sık baba ocağını ziyaret ettiğini anlatınca, yüreği ağzına gelir Hoppa ninenin. Evladını anlatmış, yerini yurdunu, ölen kocasının ailesini. Küçük yermiş Yanya, tanırmış herkes birbirini. O günden sonra haber, mektup, fotoğraflar, hediyelerle özlem gidermişler. Kuryelik yapmış Doktor Sezai Bey. Yüksünmeden, kibirlenmeden ortak olmuş duygulara. Kimi iyi, kimi kötü haberlerle gelmiş.
Uzun sürmemiş Hoppa ninenin mutluluğu. Evlenip çocukları olduğunu öğrendiği evladının, ölüm haberini almış çok geçmeden. Bir kere daha yanmış yüreciği. Hiç görmediği torunları sele kapılmış. İki kızını kaybeden baba da evlat acısına fazla dayanamamış.
Ömrünün yarısını özlemle, diğer yarısını acıyla geçirmiş Hoppa nine. Hadi eski günlerden anlat dedikçe gözleri dolar, dalar giderdi uzaklara.
Balkanlara uzanan yollar, hayaller. Elindeki işi bırakıp bahçede ki limon ağacına baktı. Kış günü yemyeşil yapraklı, üzeri meyve yüklü ağaca baktı, kendine benzetti. Tombul bir serçe kondu dalına. Zeytin ağaçlarına döndü. “Ne kadar benziyorlar bana, sağlam, dayanıklı; bir o kadar narin, kırılgan, hassas.” Önce suyunu, sonra kahvesini yudumladı.
“Daldın yine anne.” dedi kızı kahve kokuları arasında. Lokum getirmişti, uzattı. Kızı çikolata ile içerdi. Falında hep uzun yol çıkardı, hep uzun yoldan birileri gelirdi Hoppa nineye. Artık umudunu yitireli fincanı kapatmaz olmuştu. İyi haber kuşlarını da zeytin, limon ağacında görüyordu.
Her namaz sonrası dua ederdi, ölen evladına, dünya gözüyle göremediği torunlarının ruhuna. Kendisini İstanbullu kadın için terk eden ilk kocası, oğlundan ayıran ikinci eşi gelirdi aklına. Evlatlarımın babası diyerek anardı.
Gökte en parlak, en büyük yıldız onundu. El sallardı kimi zaman Hoppa nineye.
Fazilet Ünsal Eliaçık
YORUMLAR
Fazilet ELİAÇIK
Sevgili İncidal
Sizin gibi iyi öykücünün yazılarımı beğenmesi çok güzel. Yazımın dosya hali ile siteye geçişi farklı oluyor. Düzenle kısmında çalışıyorum olmuyor. Dergiye gönderiyorum sorun olmuyor.
İlginize teşekkürler.