TATLI SU FRENKLERİ
Osmanlı Devleti’nin belli bir dönemden sonra yönünü Batı’ya çevirmesi “yenileşme, çağdaşlaşma, Avrupalılaşma, Batılılaşma” gibi kavramlarla adlandırılmıştır. Bu sürece giriş tarihi olarak farklı görüşler ortaya atılmışsa da Tanzimat Fermanı’nın (1839) ilan edildiği yüzyılda Osmanlı Devleti’nin bütün resmi temsil yeteneğine sahip kurumlarıyla değişimin içine girdiği ortak kabul görür.
Sadece askeri ve siyasi alanda değil bilimsel ve sanatsal alanda da büyük başarılar göstermiş Osmanlı İmparatorluğu, zamanla sahip olduğu büyük birikimi daha da geliştirip büyümek yerine içten içe tükenmeye başlamıştır. Başka bir tarafta ise asırlar boyu karanlık bir çağ yaşamış Avrupa, aydınlık arayışları sonucunda var olan birikimlerden yararlanma, gelişme ve büyüme sürecine girmiştir. Bu durum öyle bir hâl almıştır ki asırlarca dünyaya yön vermiş Osmanlı, eski görkemli günlerini arar olmuş, o günlere dönebilmek için artık birçok alanda kendisinden ileride olan Avrupa’yı örnek almak, öncelik askeri ve siyasi alanda olmak üzere çeşitli değişiklik ve yeniliklere gitmek zorunda kalmıştır. Bu yolda elbette toplumun yapısında ve yaşayışında da değişiklikler meydana gelmiştir.
Yakın Doğu ülkelerine yerleşmiş, yerli halkla evlenerek soyu karışmış Avrupalılar; özellikle Osmanlı’nın dağılma döneminde İstanbul, İzmir, Antalya, Beyrut gibi şehirlere yerleşip ticaretle uğraşmışlardır. “Levanten” diye adlandırılan ve Batılılaşma sürecinde Osmanlı halkı (gerek gayrimüslim azınlıklar gerekse Batılılaşmak isteyen Müslüman Türkler) tarafından örnek alınan, giyim kuşamlarıyla, davranışlarıyla taklit edilen bu kişilere bir isim daha verilmiştir: Tatlı su Frengi… Tabire dikkat edilirse içinde bir ironi gizlidir; bu kişilere “Frenk” denmemiştir, “tatlı su Frengi” denmiştir, “asıl”dan uzak, birer “kopya, taklit” gibi...
Modernleşme çabasına giren Osmanlı halkı, Avrupalıları yüksek medeniyete taşıyan unsurları anlayıp özümseyerek, medeniyet yolunda ilerlemek için bu unsurlardan yararlanacağı yerde, doğrudan Avrupalıların “kendisini” örnek alıp onları taklit etmeye başlayınca ortaya “alafranga beyler, hanımlar” çıkıvermiş; Avrupalı gibi görünmeye özenen, züppe tavırlı kişilere de “tatlı su Frenkleri” denmeye başlanmıştır.
Toplumsal yaşayıştaki değişiklikler, çarpıklıklar, özellikle de ne Avrupalı ne de Osmanlı olan, halkına yabancılaşmış, yozlaşmış kişiler, edebî eserlerimize de sıkça konu olmuştur.
Biz burada Tanzimat’la birlikte edebiyatımıza girmiş bir tür olan romanlarımızdaki “yanlış Batılılaşma” konusuna bir göz atacağız. Bu konunun özellikle ön plana çıktığı romanlarımızdan biri Ahmet Mithat Efendi’nin “Felatun Bey’le Râkım Efendi”sidir. Ekonomi kuramlarını ilk inceleyen düşünürlerimizden biri olmasının yanı sıra kalemini halka okuma alışkanlığı kazandırmak, onu eğitmek için kullanmış yazarımız Ahmet Mithat Efendi (1844–1912), toplumdaki bu yarayı görmüş; yazılarında, eserlerinde bu konuyu vurgulamıştır. Felatun Bey’le Râkım Efendi (1875) romanında yazar, Batılılaşmayı doğru anlamış Râkım Efendi ile yanlış anlamış Felatun Bey’i karşımıza çıkarır, bunlar arasındaki farkları gözler önüne serer. Râkım, zorlu şartlara rağmen kendisini eğitmiş, mantık, fıkıh, kimya, coğrafya, tarih bilen, Farsça ve Fransızca konuşabilen, çalışkan, terbiyeli, ahlaklı ve başarılı bir gençtir. Felatun ise, yanlış Batılılaşmanın beraberinde getirdiği tüketim ekonomisine kendisini kaptırmış, müsrif bir mirasyedidir. “Alafranga meşrep” babası tarafından yarım yamalak bir eğitim verilmiş, eğlenceye, “alafranga” tarz yaşama düşkün, tembel bir adam olarak yetiştirilmiştir. Rüştiyeye boş boş gidip gelmiş, kitap kapağı açmamış; ama kendini “Eflatun” kadar akıllı zanneden “Felatun” için Batılı olmak demek; çok şık giyinmek, Beyoğlu’nda eğlenmek ve gösteriş yapmak demektir. Kendisi de bunu fazlasıyla yerine getirir. Romanda bir yandan Râkım’ın yükselişini, bir yandan ise Felatun’un içine düştüğü gülünç durumları, başarısızlığını görürüz.
Tevfik Fikret, Halit Ziya (Uşaklıgil) gibi sanatçılara hocalık yapmış Recaizade Mahmut Ekrem Bey (1847-1914)’in Araba Sevdası (1886) adlı romanı, Abdülaziz devrinin son zamanlarında ortaya çıkan bir modayı – araba merakını – ve kısa bir zaman içerisinde, belli ekonomik imkanlar etrafında şekillenmiş köksüz bir kitleyi anlatır. Romanın kahramanı Bihruz Bey, bir süre vezirlik yapmış, vali olarak çok dolaşmış bir paşanın oğlu olduğundan düzenli bir eğitim görmemiştir. Arapça, Farsça ve Fransızca öğrenmesi için özel hocalardan ders görmüşse de aklı bir karış havada olduğundan cahil kalmıştır. Babası öldükten sonra, yalanlar söyleyip aşk şiirleri okuyarak kendisini kandıran Fransızca hocası hariç tüm hocalarını göndermiştir. Üç merakı vardır Bihruz Beyin: Araba kullanmak, alafranga beylerin hepsinden daha süslü giyinip gezmek ve berberler, kunduracılar, terziler, garsonlarla Fransızca konuşmak. Arabasıyla moda gezinti yeri Çamlıca’da gezinir, eğlenir. Parasını tam olarak ödemediği arabası elinden alınır, düştüğü borç batağından çıkmak için, çalışıp üretmek yerine, başka mallarını satmayı çözüm görür. Bir hayal âleminde yaşayan Bihruz Bey, Fransızca hocasının yanı sıra en yakın arkadaşı Keşif Bey ve tüm çevresi tarafından kandırılır, dolandırılır.
Felatun Bey ve Bihruz Bey gibi roman karakterleriyle somutlaşan Tanzimat dönemi tatlı su Frenklerinin topluma hiçbir faydaları yoktur. Akıllı, aydın geçinen bu tiplerin kendilerine zararları vardır. Ancak bu sözde aydın, sözde modern kişilerin daha sonraki dönemlerde alafrangalık anlayışlarında gelişmeler (!) görülür. Alafrangalık; çalışmadan zenginleşmek, zenginleşip gösteriş yapmaktır. Toplumdaki aksaklıkları nükteli bir dille işleyen Hüseyin Rahmi Gürpınar (1864–1944)’ın Şıpsevdi adlı romanındaki Meftun Bey, bu tiplere güzel bir örnektir. Felatun ile Bihruz Beylerden sonraki nesli temsil eden Meftun da onlar gibi okumadan âlim geçinen, kendi kültürüne yabancılaşmış, arada kalmış biridir. Ayrıca o, alafranga yaşamak için çıkar ilişkisi kurmaktan, amaçları uğrunda en yakınlarına bile zarar vermekten çekinmez. Yazar onu tanıtırken “Fikir bakımından hoppa, bilgi derme çatma, anlayışı kıt, davranışları taklit…” gibi tasvirler kullanır. Amcasının okuması için gönderdiği Paris’te okula sadece dinleyici olarak arada bir giderken, amcasının anlamadığını fark edince okulu hepten bırakır. Hiçbir kitap okumadan, zahmetsizce bilgin olmayı arzulayan Meftun; en ünlü bilginlerin, tarihçilerin, sanatçıların adlarını ezberler, bunların eserlerinin isimlerini öğrenir, her yerde bu engin (!) bilgisini dile getirir. Türk yemeklerine, tövbe etmiştir. Türkçe eserleri, gazeteleri okuyanları ayıplar. Sürekli konuşur, söylenmesi en kolay Türkçe kelimeleri bile zorlukla söyler, araya ilgili ilgisiz Fransızca deyimler, atasözleri sıkıştırır, yorulunca veya canı sıkılınca ıslıkla opera parçaları çalar. Kendisini o kadar üstün görür ki çevresindeki kimseyi beğenmez, her şeyin alafranga yapılması için elinden el kitapçığını düşürmez. Hatta ailesine “modern” yaşam tarzını öğretmek için bir kitap yazmaya karar verir ki zaten bir gün iyi bir yazar olarak keşfedileceğinden de emindir. Ev ahalisini bir odada toplayıp dersler vermeye, çıkarları uğrunda kardeşinin, eniştesinin akıllarını çelmeye başlar. Meftun ve onun öğütleri, aileyi ve yakın çevresini hızla ahlaki bir çöküntüye sürükler. Meftun, yaşanan olumsuzluklardan bir ara belli belirsiz bir rahatsızlık duyar gibi olsa da bu hissi hemen kalbinden kovar ve alafrangalık gereği(!) tüm yaşananlara hoşgörüyle yaklaşır.
Felatun Beyler, Bihruz Beyler, Meftun Beyler... Modernleşme yolunda bir zamanların akılla buluşmamış yolcularından sadece birkaçı… Ve günümüzde -değişen tarihlere ve isimlere rağmen - hâlâ bir türlü değişmeyen düşünce tarzlarının timsalleri…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.