- 1155 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
KIRMIZI KONAK
Mahallenin tam ortasında ikizkenar üçgen şeklinde koca bir alan. Bütün bayramlar burada kutlanır, törenler, etkinlikler bu boşlukta düzenlenirdi.
Sürekli basılmaktan, ayak izlerinden bir tutam otun yeşermediği; kışın kara çamurun, yazın pudra gibi tozun paçalara sıvanıp kaldığı toprak parçası.
Dini bayramlarda günler önceden gösteri çadırları, salıncaklar, atlıkarıncalar, dönme dolaplar kurulurdu. Çoluk çocuk her fırsatta buraya koşardık.
Seyyar satıcılar da yerini almış olurdu, kendine özgü seslenişlerle. “Haşlama buz iç, soğuk dem, soğuk dem” denen meyan kökü suyu, şerbet, limonata, turşu suyu, lahmacun, dondurma, karsambaç, “duzlu kemunlu nohut” diye bildiğimiz tuz ve kimyon serpilmiş haşlanmış nohut, leblebi tozu, macun, kangal, yayla sakızı, pamuk şeker, bici bici, meşhur Tarsus şalgamı, hambeles, belben, gazoz, simit, yağlı yavan, elmalı horozlu düdüklü bülbüllü şekerler… Açıkta olmaları gözü okşar, iştahı kabartırdı.
Bütün oyuncaklar renkli, hareketli, eğlenceliydi. Bisikletle bir tur atmak yirmi beş kuruştu. Salıncak on, dönme dolaplar on beş, çarpışan arabalar, uçan sandalyeler yirmi kuruş. Fiyatıyla birlikte zevki de artar, gözümüzde büyürdü.
Keyfimizi bozan, bakmayı istemediğimiz bölümler de olurdu. Beş halka yirmi beş kuruşa alınır, tezgâh üzerinde dizili sigaralara geçirilmeye çalışılırdı. Bir de silahla atış yapılan çadırlar vardı, bayram yerinin tadını kaçıran.
Bisikletler iki ya da üç tekerlekli, büyüklü küçüklüydü. Boyumuza uygun olanı alır, parasını öder, bir tur atıp, bırakırdık.
Rüyalarımızı süsleyen bu koca oyuncaklar Saadet Teyze’nin sokak kapısının önünde, duvar kenarında dizili olurdu.
Biz çocuklar, hatta büyükler bile Deli Saadet derdi, ama arkasından…
Bayram yerinin sivri köşesinin karşısında, üç yol ağzındaydı evi. İki katlı, kırmızı boyalıydı. İlçedeki diğer evler çivit mavisi, türbe yeşili ya da hükümet sarısı rengindeydi. Bir tek bu ev sokağın başından kıpkırmızı bakardı. “Bayram yerindeki kırmızı konak” diye anlatılırdı yol soranlara.
Bir de çarşı girişinde vardı buna benzer vişneçürüğü, üç katlı, ince uzun bir yapı. Ona “kırmızı sefertası ev” derlerdi, konak sayılmazdı.
Hemen her gün pencerede olurdu Saadet teyze. Karagöz’le Hacivat’ın evini ve çenesiz karısını hatırlatırdı… İşi gücü gelene geçene bağırmak, çocuklara kızmak, kocasına beddua etmekti. Adam işe gidince olurdu bunlar. Tek korktuğu kişi oydu… Bütün gün pencerede vara yoğa yağar gürlerdi.
Bayramlarda da bisikletçilerle, çocuklarla kavgası hiç bitmezdi. “Kapının önüne koydunuz.” “Duvara dayadınız.” “Gürültü yaptınız.” diye. Taş duvarın yaldızı dökülecek sanki gölgesinde oturmamıza bile izin vermezdi…
Yolda yürürken de kıpır kıpırdı dudakları, sürekli kendi kendine mırıldanıp dururdu. Birileri bakıyorsa hemen yükseltirdi sesini…
Annesini çocuk yaşta kaybetmiş, üvey ana elinde büyümüştü. Deli adı üvey annesinden geliyordu, büyüklerden duymuştuk… Ne olduğunu anlamadan Kara Ahmet’le evlendirmiş Saadet’i… Eski kabadayılardan, şişman, kaba saba, kapkara bir adamdı. Kimseyle doğru dürüst konuştuğunu, ahbaplık ettiğini görmemiştik…
Evlendiğinde 15- 16 yaşlarında “ceylan gibi” bir kız olduğunu anlatır dururdu. “Ömrümü özeğimi tüketti Kara Ahmet!” derdi. Üstelik yaşlıydı. Ne iş yaptığını da kimse bilmezdi ama iyi kazandığı belliydi.
Hiç çocuğu olmadı. Güzel bir kedi yavrusu buldu, nerden bulduysa. Boynunda kırmızı kurdelesi, alacalı parlak tüylü, güzel bir hayvandı. Bütün sevgisini ona verdi. Hatta sevdiği tek varlıktı. Kucağından bırakmazdı.
Kocası evden çıkar çıkmaz kedisiyle pencereye oturur, gelene geçene dert yanardı. Sürekli beddua ederdi.
“Kara yere giresin emi Kara Ahmet. Gençliğimi tükettin, gül yüzümü soldurdun” diye açardı ağzını… “Deli Saadet başladı gene.” derdi konu komşu. Yoldan geçenler başını kaldırmaya çekinirdi şerrinden. Kimse kapısını çalmaz, oturmaya bayramlaşmaya gitmezdi. Kendisi de fazla gezmezdi.
Ara sıra Kerim amcalarda görürdük. Kamyon ve tır şoförüydü Kerim amcayla oğulları. Sık sık uzun yola giderler, günlerce dönmezlerdi. Evde erkek olmadığını bildiği zamanlar uğrar. Yine kocasına, esnafa, seyyar satıcılara bir dolu beddua sıralardı. Bütün sohbeti buydu.
Analığı da payını alırdı bu arada. Kötü kaderini, alın yazısını üvey ana ve kocasına bağlardı. İkisinden de yıllardır dayak yediğini, vücudunun çürüdüğünü, soluksuz anlatırdı. Konuşurken sürekli dizlerini, alnını döver, başını sağa sola sallardı.
“Eşek anırtmaz, çerçi bağırtmaz” bütün satıcıların mallarını yoklamadan geçirmezdi kapıdan. Her şeyi eline alır, inceler, altına üstüne, enine boyuna bakar; sıkı pazarlık yapar, çoğunlukla hiçbir şey almadan bırakırdı geriye. Kızsalar da seslerini çıkarmazdı satıcılar, bilirlerdi huyunu. Zorunlu kalmadıkça oradan geçmez, görmezden gelirlerdi Saadet’i.
Biz çocuklar çok çekinirdik. İş buyuracak diye ödümüz kopardı. Bayram günleri hariç, evinin önünde dolanmazdık. Hiçbir şey bulamazsa, bahçesinin otlarını yoldururdu. Hışmına uğramamak için kuzu kuzu yapardık. Birer şekerleme tutuştururdu elimize, saatler sonra. Kırmızı beyaz çizgili mevlit şekeri, fındıklı akide ya da sade lokum olurdu bunlar. Biraz uzaklaşınca yemez atardık, okunmuştur(!) diyerek.
Belediye otobüsüne binince, durak olmamasına rağmen “son durak kırmızı konak” deyip, evinin kapısında inerdi. Para da vermezdi. “Belediyeye elektrik, su parası, vergi ödüyorum” derdi.
Sokak kapısından girince, erimiş kuyruk yağında kavrulmuş nane kokusunun karşıladığı evlerdendi bu konak. Saadet bunu başörtüsünden, etek ucuna kadar sıvanır, gittiği yerlere taşırdı… Mahallede lokma tatlısı, cevizli kadayıf, tarçınlı irmik, un helvası kokusu sevilirdi… Şeffaf parlak kâğıtlı misafir şekerleri aklını çelerdi çocukların…
Kocası öldükten sonra “muradıma erdim” havasında, gezip dolaşmaya başladı. Minik desenli, kahve-gri renkli elbiselerin yerini, iri çiçekli cırlak sarılar, pembeler aldı… Üvey anayı da toprağa verince yüklüce mal mülk kaldığı duyuldu.
Kedisinin ölümüne onlardan çok üzülmüştü.
Sürmesi eksik olmayan kara gözlerinden yaş bir “kaderim” derken akardı, bir de kedisi aklına gelince.
“Gencim, güzelim, zenginim” diyerek yiğitler(!) sıraya girecek sandı ama Kara Ahmet’ten cesuru çıkmadı.
Bir gün bayram yerinde oyun oynarken bağırdığını duyduk, yoldan geçen Meftun amcaya:
“Allah belanı versin, boyun bosun devrilsin Meftun! Gözünün ışığı sönsün emi! Hani bana nikâh kıyacaktın?”
Başını bile kaldırmadan hızla uzaklaşmıştı Meftun amca. Hâlbuki mahallenin belalılarındandı. Hastanede ambülâns şoförüydü. Her gece eve içkili gelip, karısını dövdüğü, çocuklarına bağırdığı söylenirdi komşu kapılarında. Ertesi gün de gönlünü almak için altın takılar, elbiselik kumaşlar getirdiğini anlatırdı karısı. Yedi çocuğu vardı. Çok geçmeden mahalleden taşınıp gittiler…
Saadet teyze mirasa konunca, kırmızı konağın yerine alt kat işyeri üstü konut, iki katlı bir ev yaptırdı… Dükkânı bir kasap kiraladı… Eli yüzü düzgün, üstü başı temiz, iyi insandı ama ev sahibiyle yıldızı hiç barışmadı… Yıllarca birbirlerini yiyip durdular… Adamın elinden bir kaza çıkmadan boşalttı dükkânı, ikisi de kurtuldu…
Yeni kiracısı erkek berberiydi... Yeniden düzenleyip, ışıl ışıl yaptı dükkânı… Saygılı, hoşsohbet, efendi biriydi… Onunla da hırgür, dırdır eksik olmadı…
En sonunda gazetelerin üçüncü sayfasında gördük Saadet Teyze’yi.
Berber kiracısı usturayla kör etmişti bir gözünü, ışığını söndürmüştü.
Fazilet Ünsal ELİAÇIK
ŞEHİR /MAYIS 2010