- 3731 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KUTSAL TOPRAKLARI NECİP FAZIL'CA ZİYARET
KUTSAL TOPRAKLARI NECİP FAZIL’CA ZİYARET
Şu sıralarda “Kutsal Topraklarda Osmanlı İzleri” konulu bir araştırma içerisindeyim. Bu çerçevede N. Fazıl’ın “Hac Hatıraları” adlı Büyük Doğu Yayınlarından çıkan bir esere ihtiyaç duydum. Dostum Yılmaz Güney Bey yetişti imdadıma.
Üstad eserinde meseleyi öyle bir anlatmış ki, okurken insanın adeta yağları eriyor. Okudukça Ramazanın letafetiyle iftar sofralarındaki lezzeti alıyorsunuz. Meleklerle beraber adeta melekût semalarında uçuyor ve kendinizden geçiyorsunuz.
1973 Yılında o mukaddes toprakları ziyaret eden N. Fazıl, Cidde havaalanına inişindeki duygularını şöyle dile getirmiş: “Cidde’nin çelik bir levha gibi düz ve parlak hava alanına, bir nâr-ı Beyza-beyaz ateş- düzlüğüne ayak basarcasına sağ ayağımı kondurdum.
Ne demek?
Peygamber ikliminin kapı eşiğine ayak atıyordum ve bütün melekelerim yerinde olduğu halde kendimde değildim. Dağlar, tepeler ve kayalar, bana Peygamber ikliminden mahrem manalar fısıldıyor ve içimi haşyetle dolduruyor. maddeye katiyen kutsiyet kondurmaksızın , O’nun nazarına değmiş,O’nun iklimini şekillendirmiş olmak imtiyazı bakımından yerlere kapanasım ve kumları öpe öpe Mekke’ye uzanasım geliyor.”
Cidde’yi Peygamber ikliminin kapı eşiği olarak telakki eden Necip Fazıl’a karşı, Medine-i Münevvere havaalanına indiği halde gönlünde ve zihninde bu manadan eser olmayanlara ne buyurulur?
Esseyyid Ahmet Zühdi’nin, “Elmecmuatü’z-Zühdiyye Fi’l-Ahkâmu’d-Diniyye” adlı eserini kaynak gösteren Üstad, Mekke ve Medine şehirleri hususunda şu yargıya varmaktadır:
“Peygamber kabrinin yeri, dünyanın her noktasından ve arş ve kürsüden de üstündür. Müthiş! Kâbe ise mukaddes kabir hariç tutulmak şartıyla Medine’den üstündür.(Yani Kâbe, mukaddes kabirden üstün değildir. Müthiş!) Mekke ile Medine’den hangisinin üstün olduğu ihtilaflı, fakat bu iki belde, bütün dünya şehirlerinden üstün. Bu bilgiler önceden malumum olarak Nurlu Medine’ye girer girmez ne hissetmem gerektiğini takdirinize bırakırım.”
Bu noktada Üstad’ın, o iklime gitmeden önce bilgilenip bir altyapı oluşturduğunu anlıyoruz. Bu keyfiyet de, bize bir gerçeği öğretiyor. Kutsal topraklara bilinçli gitmek. Haremeyn’in tarihî ve dînî dokusunu özümsemek. İşin mana boyutunu, madde boyutundan daha ziyade önemsemek. Nereye, niçin ve nasıl gidilmesi gerektiğinin özünü kavramak. Kimin huzuruna nasıl çıkılacağını, kime nasıl misafir olunacağını, nerede, ne zaman, ne yapılacağını bilmek.
“Ey insanlık ehramının zirve taşı…Seni kelimelere ısmarlamak, durgun suda mehtabı balık kepçesiyle yakalamaya davranmak gibidir” diyen N. Fazıl’ın, Allah Rasülü’nün huzuruna çıkışındaki hissiyatı ise, kelimenin tam anlamıyla bir cezbe halini andırıyor.
“İçimde bu manalardan bir çağlayan, mukaddes ravzayı halkalayıcı parlak, sarı parmaklığın bir buçuk m. Yakınında, yine içimden çığlığı basmaktayım: Essalâmü aleyke yâ Rasülallah!..Burada, bu Arş ve Kürsüden faziletli yerde, toprak altında, yüzü Kâbe istikametinde, hayy(diri) olarak her şeyi ve beni seyrettiğini bildiğim Allah’ın Sevgilisi ve benim aşk sermayemin topyekun sahibi yatıyordu. Bana öyle geldi ki, o kalabalık içinde, bomboş bir düzlükteyim…Ne eşya, ne insan… O, yere uzanmış, sağ elini sağ yanağına dayamış, beyaz aydınlığa “sön” emrini veren siyah aydınlık gözleri ve bir hayal edilemez güzelliğiyle bana bakıyor. Çıldıracak gibi oldum; fakat kimse gözlerimden boşanan soğuk yaşlardan başka bir şey göremedi…İçimden yalvarıyordum:
Peygamberim, Peygamberim, yüzü-suyu hürmetine hayat kazandığım Sevgili Peygamberim!..Seni seven Allah’tan iste: Bana ve müminlere sıhhat ve kuvvet versin!...Kıyamet gününe kadar bâki dininin zaferini, ya da zafere doğru yol buluşunu dünya gözüyle görmeden ruhumu kabzetmesin. Duamız bu; bunu istiyor ve bu duanın kabulü için muazzam ruhaniyetine yapışıyoruz! Dile Allah’tan, sana “sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım” diyen Allah’tan dile!...
(Halifelerin huzurlarında da) ben yine içimden çırpındım, yırtındım, kavruldum; ve can çekişen bir insan toniyle: Essalâmü aleyke yâ Halifeti Rasülüllah!.. Diye inledim durdum.Girdiğimiz kapıya (Cebrail kapısı) geldik. Ayakkabılarımızı nasıl bulup, nasıl giyebildiğimizi, nasıl yürüyebilip, nasıl istikamet tutabildiğimizi bilmeden otelimizin maroken koltuklarına çöktük.”
Gündüz ziyaretindeki bu cezbe halinden sonra, akşamın karanlığında da, aynı mana atmosferinde yaşayan Üstad’ın duyguları satırlara şöyle yansıyor: “Gece…Medine’nin semasında, içinde yıldızları öğüten bir huniden boşalırcasına bir nuranilik…Necip Fazıl!.. Meğer bu günü görmek için dünyaya gelmişsin!..Secdeye kapan ve hamdet!..”
Üstad artık bu iklimde, mana atmosferinin zirvesini yaşamakta ve bu olguyu, “Bu günü görmek için dünyaya gelmişsin” diye nitelendirmektedir. Hamd ve şükür makamında olduğunu düşünmektedir.
Medine’de onbin sahabenin mezarlarının bulunduğu kabristana (Cennetü’l-Bâki) vardığında ise, adeta şok geçirecek ve duygularını şöyle ifade edecektir: “ (Kabristan) Korkunç! Süngerleşmiş taşların sırıttığı bir tarla, bir taş tarlası. Hz. Ayişe’den Hz. Osman’a kadar her lahit karşısında onların hayat demeye değer ömürlerinden çizgiler, renkler ve sesler alarak dua ahengine ağladım,ağladım,ağladım. Bana bu hassasiyeti aşılamakta, delil Arap Bedevi’nin yapmacıksız gönülden sesi yardımcı oldu.”
“Mekke sert çehreli ve çatık kaşlı, Medine ise güler yüzlü ve tatlı bakışlı. Mekke’de celal, Medinedeyse cemal tecellisi.Asliyle mübarek Mekke belli başlı bir zamana kadar Allah Rasülüne dirsek çevirmiş bir yer: Medine ise başından beri O’na kucak açmış bölge… Celal ve cemal tecellileri bu noktalardan geliyor” tesbitini yapan N. Fazıl, Hac farizasının bilinçli yapılmadığı noktasında da üzüntüsünü şöyle izah ediyor:
“Bir buçuk milyon (hacıyı) keyfiyet imbiğinden geçirecek olursanız şişenin dibinde bin kişiden fazlası yer alamaz. Yani memleketlerinin binde biriyle gelen hacıların da ancak binde biri Hac ruh ve idrakine sahip…999 kere sıfır, müsavi sıfır…
Allah sıfırlarımızı (9) lara kalbeylesin… Demek ki Hac, asıl büyük davranışı manada, mananın kavranışında arayan bir keyfiyet…Bu kadarını anlamak, işin yarısını kavramaktır. Ondan sonra haccın iç fiillerindeki manalar başlıyor.
Üstad’ın Mekke’ye girişindeki hisleri de, aynı mana derinliği içerisinde ve şöyledir:
“...Keremli Mekke’ye –bilemem ne tarafından ve bilemem nesıl bir huşu içinde- girdik… Hiçbir yere bakmadan başımı çepçevre gezdirip “Beytullah”ı, Allah’ın evini arıyorum. Hiçbir şey görünmüyor.
O zamana kadar da benim,Kâbe’nin çepçevre ve boylu boyunca “Mescidü’l-Haram” tarafından perdeli, “Mescidü’l-Haram”ın ise çukurca bir yerde ve yüksek binalarla peçeli olduğuna dair bir bilgim yok…Sanıyordum ki, Keremli Mekke’ye girer girmez ilk göreceğim, dünyanın en büyük ve haşmetli mabedi olan “Mescidü’l-Haram” ve onun ortasında, başı göklerde “Beyt-i Muazzam”, Muazzam Ev’dir.”
Onu görür görmez mıhlanıp kaldım; tekbir, tehlil ve yol boyunca devam eden “Lebbeyk” lerden sonra ellerimi açtım ve ne kadar muradım varsa huzuruna döktüm…Kâbe’nin her rüknünden (köşesinden) ileriye doğru insan kıyması boşaltan bir et makinesi denilebilir tavaf yerine
… İmam-ı Rabbani Hazretlerine göre Kâbe, eşya ve maddenin tükenip, ruh ve mananın başladığı, ufuk noktası işaretidir. Bütün istikametler ona perçinlidir ve Kâbe bu dünyanın ötelere bağlı serhat kapısıdır. Bütün madde alemi onun maddesinde, bütün mana alemi de onun manasında erime halindedir.”
…”Rükn-ü Hacer-i Esved” ve “Rükn-ü Yemani” çizgisiyle Zemzem arası 99 peygamber…”Makam-ı İbrahim” ve Safa kapısı arasında, Nuh, Hud, Salih ve Şuayb peygamberler…Safa ve Merve geçidinde 70 Nebi…Kâbe’yi bu yakıcı manalar karşısında akıl ve şuur ötesi bir vecd ile ziyaret ve tavaf etmek yerine, ona lafta mukaddes kupkuru bir şekil gözüyle bakan ve huzurunda her türlü lâubaliliği işleyen gafillere ne demeli?”
N. Fazıl ile Mekke’den Arafat’a doğru yola çıkarsak, Hira Dağı önüne geldiğimizde, o muazzam dağı, şu muazzam tasviriyle canlandırdığına şahit oluruz: “Cebel-i Nur… Her çizgisi bir heybet yazısı, “Allahü Ekber” sesinin sanki dondurulmuş heykeli…” Hakikaten harika bir tasvir değil mi?
O’nun Arafat tasviri ise, tam bir edebi şahaser niteliğindedir ve şöyledir: “…Arafat bir meydan… Bütün insanlığı toplanmaya ellerini semalara kaldırmaya ve aziz ve rahim olan Allah’tan af istemeye çağıran, her rengiyle, her çizgisiyle bu manadan haber veren bir meydan…Mahşer meydanından bir remz.
İsrafil’in işte bu meydanda, suru çalınmış da kabirlerinden fırlamış gibi bir buçuk milyon kefenli!..
Haccın ilk zarf ve kılık kıyafeti ihram farzından sonra, ikinci farzı Arafatta “Vakfe- duruş, bekleyiş, yöneliş”…İncelerin incesi manalara kaynak.Hz. Adem’in Hz. Havva ile karşılaştığı yer.İlk insan ve peygamberin, ilahi af için yalvardığı ve rahmete kavuştuğu, muradına da erdiği yer. Bütün , resul,nebi, veli ruhlarının Arefe günü hazır bulunduğu, ismini bu kelimeden alan ve muazzam Hac işine basamak olan yer…
“Rahmetim gazabımı aştı” diyen Allah’ın gözle görülür, elle tutulur şekilde “ işte sana rahmet zemini” diye gösterdiği yer…
Arafat’ta “vakfe-duruş” bir andan bütün bir güne kadardır. Allah ile yalnız kalış, kalbini yalnız Allah’a veriş, onda eriyiş, ondan isteyiş,ondan bekleyiş…Düşünün ne yakıcı, ne kavurucu bir halvet anı!...Bu anda insanın nasıl bir vecd buğusu içinde dünyadan ve alakalardan silinmesi gerektiğini anlatmaya ne hacet…
Benim,“vakfe” müddetim kısa sürdü. Uzun sürseydi kül olurdum. Arafat’ın “Mescid-i İbrahim’i pırıl pırıl…Benim ise içim alev alev…”
İşte bütün mesele burada düğümlü. “Hac Arafattır” hadisinin, en güzel tecellisinin yaşandığı bir yüce insan ve Müslüman ruhu. N. Fazıl’ın yaşadığı mana atmosferi. İşte tüm mesele, o noktayı ve o manayı yakalayabilmek…
Gerek Hacılarımızın, gerekse umreye giden kardeşlerimizin bu ulvi coğrafyaya vardıklarında, Necip Fazılca bir düşünceye sahip olmaları ve aynı şuurla, zikirle ve fikirle bu görevlerini ifa etmelerine ne kadar da çok ihtiyaç vardır. Zira orada keçi boynuzu değil, bal aramak gerek. Meselenin sırrına ermek gerek. Demet demet güller dermek gerek. Gönülleri Allah’a vermek gerek. Affın rahmetine günahları sermek gerek. Hakkı Hak bilip Hakka ittiba, bâtılı bâtıl bilip bâtıldan ictinap ile onu yermek gerek.
Arafat dönüşü, Üstad’ın bir de Kâbe-i Muazzama’ya olan bakışına değinelim. Çünkü O’nun Kâbe’nin etrafını kale gibi çeviren otel heykelleri karşısındaki üzüntüsü sonsuzdur. İlk vardığında Selam Kapısı’ndan Kâbe’ye girmek ister, ancak buna inşaat dolayısıyla muvaffak olamaz.
“Allah’ın evine tepeden bakan uzun boylu binalar..Bu vaziyet, din ölçülerince bir suç teşkil etmesede insana çok girân geliyor” diyen Üstad, işte tam da bu noktada gerçek müslümanı şu sözlerle tasvir eder: “Derin ve gerçek Müslüman, ruhsuz cesetler galerisindeki (mekanik) kımıldanışlara değil,ellerini Kâbe’ye uzatıp “Allah’ım! Ruh,ruh” diye çığlığı basandır.”
Allah’ı ve Rasülü’nü gerçekten anlamaya ilim gerek, irfan gerek. İz’an ve insaf gerek. Boşuna denmemiş: “Alimin uykusu cahilin ibadetinden hayırlıdır” diye…Üstad’ı rahmetle anıyorum. Rabbimize hamd ve şükrümüzü, en Sevgiliye de sevgimizi sunuyorum.
Mustafa Turan
Tarihçi-Yazar
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.