KEŞKE DELİRSEK
KEŞKE DELİRSEK
“Şu anda hayal edemeyeceğim, benim inançlarıma meydan okurcasına cesur, harika bir bahçedeyim. Ağaçlar yeşil rengi üzerine nutuk çekercesine kendinden, güzelliğinden emin. Burada olmayan böcek yok gibi. Ama buradaki böcekler dünyadakiler gibi birbirlerinin yapraklarından, yemeklerinden; yani hayatlarından çalmanın derdinde değil… Birbirlerine yemek götürmek, birbirlerinin yokluklarında “var olmak” için çalışıyorlar. Biraz ileride bir ev var. Çatısında asker gibi sıraya dizilmiş kiremitler ve hazır oldaki askerlerle dalga geçercesine üzerlerinde oynayan güvercinler… Güvercinlerin tüyleri bembeyaz. Sanki hiç günah işlememişler, ‘haksızlık’ yapmamışlar… Çok iyiler…
İyi olmak bir ödül mü? Büyüklerimiz der ya: “Kötülüğe iyilikle karşılık verin!”. Olmaz. Kötülüğe iyilikle karşılık verilmez. Nietzsche birden lafımı keserek araya giriyor: “Size kötülük yapanları iyilik yaptıklarına inandırın. Utandırın onları!”. Ben de bu görüşe katılıyorum; ama utanmak insanlara özgü bir duygudur. Duyguları olmayan iki ayaklılardan utanmalarını nasıl bekleriz? Bu güzelliklerin arasında, bu hayalleri süsleyen cennet bahçesinde bile böyle şeyler düşünebiliyorum.”
Birden uyandı. Gördüklerinin, cevapsız iç konuşmalarının, güzelliklerin ve hesap sormaların rüya olduğunu anladı. Rüyasında bile gerçekle yüzleşmenin derdindeydi. “Var olmayan” bir hayal dünyasında bile sahip olduklarının ya da olamadıklarının peşindeydi. Kendisine borçluydu hayat. Bu borç karşılığında varlığını ipotek ettirmişti hayat. Ama bırakın varlığının derdine düşmeyi yokluğunun imkansızlığının sorumluluğunu bile umursamıyordu. Gerçek denilen, adalet denilen şey gerçekten var mıydı? Ona göre gerçek, hayatla şampiyonluk maçına çıkıp onu nakavt edecek kadar kendine güvenmeyen, “Ya insanların içinde ağzım burnum dağılırsa”nın tasasına düşmüş korkağın tekiydi.
Halının bordo, sarı ve kırmızı çiçekli ortasındaki desenine hipnoz olmuşçasına dikkatli ve aklında değilmişçesine umursamaz bakışlarla bakıyordu. Aslında yoktu; sadece boşluğa bakıyordu. Var olmayanları görmeye çalışıyordu. Yok olanlarda benliğinin ayak izlerini bulmuştu. Evet, bundan yirmi yıl önce burada yaşam vardı. Bunu sevgi kalıntılarından, özlem harabelerinden ve ilgiye ‘su’suzluğundan anlıyordu. “Susuyordu artık yavaş yavaş…” Yıllar sonra tekrardan sevgiye susuyordu, insanlara susuyordu ve en önemlisi ailesine susuyordu yavaş yavaş… Şimdi otuz iki yaşında olgunlaştı, büyüdü, durgunlaştı. Şimdi haykırmıyor eskisi kadar, isyan etmiyor anlam aramaya çalışmıyor. Vazgeçmeyi öğrendi, hiçliği öğrendi. Artık karşısındaki dağa bağırmıyor. Hayatı “susuyordu artık yavaş yavaş”.
Ayağa kalktı. Yeşil çizgili pijamasının altını çıkardı. Kendisine uğur getirdiğine inandığı, arkası taşlı, dar siyak pantolonunu giydi. Ama pantolonun beli olmadı, içine sığmıyordu. “Keşke daha zayıf olsaydım.” diye düşündü. Keşke… Keşke intikam almasını en çok seven kelimedir. Bunu hatırladı. İntikamı hatırladı. Her şeyin zıddıyla var olduğunu, ama aynı zamanda zıddıyla kardeş kardeş geçinemeyeceğini hatırladı. İçinde bu kadar kin varken sevgiyi elinde çiçeklerle karşılayamazdı. Bu benliğine hakaret olurdu. Günde iki saatten dört idman yaparak eğittiği ve eğdiği kalbine haksızlık etmiş olurdu. Bu kadar emek boşa mı çıksındı? Haksızlık ona göre bir şey değildi. Kalbimi eğmişti; çünkü şu dizeleri eğmeden önce kazımıştı kalbine: “Kırılmamak için bükül/Düz olmak için eğril!”* O artık eksikti; yamuktu ve düzgün ‘dört’gen, dört köşe olmayı ona geometri değil; hayatmetri dersi öğretmişti.
Suç işlemişti. Kabahati büyüktü: Sevemiyordu. Çünkü suç dedikleri şeyin saçmalığının ‘üzerine’ çıkmaya çalışırken toplum dedikleri şey baskısının ‘altında’ ezip parçalamıştı onu. Yok etmişti. O ise yokluğa bir gün var olabilme hevesiyle katlanmıştı; ama onu seven kimse çıkmayınca hevesi kursağına bile gidemeden dişlerinin arasında sıkışıp kalmıştı.onu oradan çıkarmak için getirilen en “ince”, en “hassas” kürdan bile kendini koruduğu dişlerin arkasında çıkmasını sağlayamamıştı. O da haklıydı aslında. Yıllardır alışmıştı doğanın tek enerji kaynağı olan güneşin en sıcak ışınlarıyla, insanların kendilerini arındırmak için kullandıkları vazgeçilmezleri suyla ve havanın karar veremeyip dördüncü eşi olarak evlendiği oksijenin kuması karbondioksit hanımla filizlenmek için fotosentez yapmaya.
Şimdi ise bir “hayvanmışçasına” oksijensiz solunuma zorlanıyordu. Mitokondrisinden ayrıştırılıp sonra eda koşmaya zorlanıyordu. Bunları hatırlamıştı. Daha doğrusu anımsamıştı; çünkü hatırlamak için yaşlı, unutmak içinse serinkanlıydı.Her şeyi unutmayı denedi; ama olmadı.
Vazgeçmenin eşiğine gelmişken acının soluğunu hissetti. Acının soluğunun sıcaklığını ensesinde hissetti. Arkasına döndü boğazını sıkmak için kendi canını sıkan varlığın. Döndü, sıktı ve dağıldı; patladı. Arkadaşlarımızla eğlenmek amacıyla doğum günümüzde içine un koyup habersizce patlattığımız balonlar misali. Üzerine dökülenlerin beyazlığı onu irkitti. Beyazdan hep korkardı zaten. Beyaz iyi demekti, saf demekti. İyilerden korkulması gerekirdi. İyinin duygusu olmaz; “iyi” insan değildir. İnsan duygularıyla var olur. Ağlamasıyla, gözyaşlarıyla tatlandırır hayat tenceresinde önüne konulan bir tabak “kabullenmeyi”. Duygular insanı insan yapar ve duygularını kontrol altına alan insan değildir. Robot kelimesi tarifi için daha uygundur. Kötüden korkmayın; onun içi dışı birdir. Çoğunluklada farklı olduğu için kötüdür. Çünkü biz baklavanın yanında yoğurt sevmeyiz genelde. Kötünün kötü olduğunu bilirsin ve ona göre davranırsın. Ama iyi rengini belli etmez. Bütün renkleri bünyesinde barındırarak beyaz olur. Önce göz kamaştırır, sonra kamaşan gözlerin önünden bir film şeridi gibi geçer gider. Hani tereyağından kıl çeker gibi değil de etekleri zil çalar gibi. Ama ön yargılı davranmak, genelleme yapmak ona göre değil. Ona göre; yağmur damlalarının içine sıkıştırılmış gibi hayatlarımız. Dışarıdan bakılınca şeffaf gözüken; ama içine girilince kesinlikle dış faktörlere teslim olamayacak kadar karışık ve ayrışmaz, açılmaz mükemmel bir kimya problemi…
Yine halıya bakarak hatim indirdiği desen hakkında fetva vermeye hazırlanırken gıcık bir şekilde ilk seferde düşündürme fırsatı tanıyan yavaş ikincide; “Açın kapıyı, bağırırım!” dercesine hızla çalan zille irkildi. Kapıya doğru yürümeye başladı. Gitmesini istemeyen ayaklarına inat hızlandırdı adımlarını. Kapıyı açtı, dürbüne bakmayacak kadar kendinden emin bir şekilde açtı ve durdu. Gözlerinde sis vardı. Belirsizlik tarafından belirsiz bir şekilde işgal edilmişti vücudu. Artık hayata karışmaya hazırlanan duyguları görev yerini terk edip gittiğinden işgal hızlanmıştı. Çok şaşırmıştı. Ağlayacaktı; ama az önce ensesinde soluğunu hissettiği acı ona acı acı şunları söyledi: “Ben seni boşuna eğitmedim. Sakın ağlama!” acıyı dinledi; ama sözünü tutamadı. Çünkü gerçekle yüzleşmişti. Onun ne kadar yüzsüz, ne kadar adi, ilgisiz, sevgisiz ve sorumsuz olduğunu gözlerinin içine bakınca anladı. Gerçek, ona inat dimdik karşısında duruyordu. Karşısında ağlayana inat kuşbakışı süzüyordu insan denen şeyi. Ağlıyordu. Çünkü hani gerçekleri savunup duruyoruz ya! Gerçeklerler dolu bir hayatın daha yaşanılır olduğunu savunuyoruz ya! Savunduğumuz gerçekleri bile kaldıramayız çoğu zaman! O da gerçekle karşılaştığı için ağlıyordu. Onu sevgisizliğe iten, on yaşına kadar sevip sonra da terke eden annesi karşısındaydı. Hesap sormak isterken kendisine yöneltildi hesap: “Borcunuz beş lira.” İrkildi. “Abla bir şeyin mi var?” Gelen kapıcıydı. Annesi ölmüştü. Nasıl gördü ki onu? Yoksa artık kafayı mı yiyordu? Delirmeye mi başlamıştı. Evet, deliriyordu; çünkü aklıyla değil kalbiyle hareket etmek istiyordu. Çünkü annesini çok seviyordu. Çünkü annesinin onu bırakıp ölmesinden nefret ediyordu. Çünkü o duygularıyla yaşamak istiyordu. Çekinmeden, sıkılmadan, utanmadan, hesap vermeden, severek ve sevilerek yaşamak istiyordu. Bu dünyaya geliş amacının bir yer işgal etmek ya da solunum yaparak karbon döngüsüne yardımcı olmak olmadığını biliyordu. Çünkü o, onu sınırlayan aklıyla değil; sevgi sınırlarının tel örgülerini kaldıran duygularıyla var olmak istiyordu. Keşke hepimiz delirebilsek…
YORUMLAR
Bütün yazılarınızı okudum ve gerçekten beğendim.Daldan dala geçişler bile hissettirmeden yapılmış.
Yanlış anlamayın ama okurken daha rahat olması için gerek diyalogları gerekse paragrafları belirginleştirirseniz daha rahat okunacağı kanısındayım.Yazının bütününe bakıldığında okumaktan vazgeçilebilir ama okumaya başlandığında zevkle okunuyor.
Başarılar dilerim.
Selamlar