- 1158 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Sarı Gelin’i Sevmek
“Sarı gelin ki bir sarı çiçektir”
Sarı Çiçek yaylasından bir sarı gelin geçti. Ben o gelini çok sevdim. Sarışın bir aya benziyordu güldüğünde. Ağladığında yıldızlarca saçılıyordu kederi gökyüzüne. Etekleri değdikçe yayla toprağının esmer yüzüne yüreği kanıyordu geçmiş yazlar için. Geniş bir alana dikip yaprak yeşili gözlerini içindeki ırmaklara benzer gözyaşlarını akıttı göğsünün yangın yerine. “Burada amcam çadır kurardı.” dedi. “Nerede şimdi amcam, hani onun kara çadırı? Nereye gittin amca? Bir daha bu yaylaya konmayacak mısın?”
Sarı Gelin, dermiş tanıdığı herkes ona çok eski mevsimlerde. İçerisinde sarışın gölgelerin oynaştığı açık kumral saçlarından, beyaz teninden alırmış bu güzel adı. Şimdilerde sarı değil, beyaz gölgeler dans etmekte saçlarında. Kısacık kesilmekte zamanın acımasız akışına kapılan sarı sırma saçlar. Oysa eskiden beline kadar inermiş gür ve parlak edasıyla. Zaman zaman evin içinde açık kaldığında başı “Ben de sosyete oldum.” deyip dalga geçer kendisiyle saçlarının modern kesimine de bakarak.
Eski bir tanıdığı bir gün annemin zaman değirmeninde öğütülen saçlarını görünce “Ah be Sarı Gelin, ne oldu senin sarı sırmadan saçlarına? Rüzgâr mı çaldı?” demiş. Bu soruyu bana tekrar ettiğinde içim burkulmuştu. Bu kendisi ak, bahtı kara Anadolu kadınının serin yaylalarda geçen ilk gençlik yıllarının hüzünlü kokusu burnumun direğini sızlatmış, gözlerimin pınarlarını ıslatmıştı.
Birkaç yıl öncesine kadar annemin kuaförü bendim. Elime makası alıp şen şakrak keserdim onun aklı, kumrallı çok sevdiğim saçlarını. Genellikle “küt kesim” denen modeli uygulardım acemi dokunuşlarımla. Artık kendisi kesiyor, bilmiyorum ki neden? Ya bana zorluk olduğunu düşündü bu işin ya da hep aynı modelden, hep aynı ustadan bıktı. Kısacık kesmekte buldu çareyi kendi saçlarını.
Deli dolu bir kadındır annem. Ne zaman ne diyeceğini, ne zaman ne yapacağını kestirmek zordur onun. Bu yüzden çoğu kez korkutur beni. Karşısında hop oturup hop kalkarım. Hele bir de densizin biriyle yan yana gelirse patlamaya hazır bomba gibidir. Ne hatır tanır ne gönül bilir. Yeter ki yalan yanlış söz edilmesin yanında. Hemen ortaya koyar konu hakkında bildiklerini ya da o anda aklının kenarından köşesinden geçenleri. “Ne yaptın sen anne?” diye sorsan “Ne yapayım o da abuk sabuk laf etmesin benim yanımda. Bilirsin sevmem ben eğriliği…” der. Doğru sözden asla şaşmaz, şaşmamasına ya keşke patlamaya hazır bir bomba da olmasaydı…
Cömert bir kadındır o. Biz ona “Patron” deriz. “Ağa kızı” deriz. Patronluğu hem cömertliğinden hem de ağabeyimin işlettiği kıraathanenin formalitede de olsa sahibi oluşundan gelir. Ağa kızı olduğu da doğrudur. Dedem rahmetli, köyün köklü ve zengin ailelerinden birine mensuptu, mal varlığı da bir hayli kabarıktı. Bu yüzden annemin cömertliği zengin bir evde büyümesine bağlanabilir pekâlâ… Daha çok küçük bir çocukken evdekilerden gizli, fakir arkadaşlarına yiyecek götürürmüş. Mahallesindeki ihtiyaç sahibi kişiler ne zaman başları sıkışsa ona başvururlar bugün de...
Gelin olduğunda annemi bir dilek ağacı gibi bezemişler. Uzun boyludur benim annem. Pek yakışmış allı yeşilli gelin kıyafetleri güzel boyuna. Bu yaz orta yaşlı bir toprak kadını köydeki evimizde ziyarete geldi bizi. Anneme:
“Hamide aba!” dedi. “Seni gelin ettiklerinde ben, beş yaşındaydım. Attan indin, koşup yanına geldim. Tekbirler arasında salına salına yürüyordun. Gelin olduğun evin önünde durdun. Aşağılardan sana baktım. Bezenmiş başını görmekte zorlandım. ‘Ne uzun, ne güzel gelin bu.’ dedim içimden. Eteğini çekiştirdim. Eğilip bana baktın. ‘Aman!’ dedim. ‘Ne güzel gözleri var.’ Hatırlıyor musun? Eteğini nasıl çekiştirdiğimi?”
Annem “Hayır!” dedi. “Fakat doğru, ben gelin olduğumda sen çok küçüktün.” Kadın devam etti:
“Eve gidince babama ‘Ben büyüdüğümde beni de böyle süsleyin, gelin edin. Oldu mu?’ dedim. Rahmetli babam güldü. ‘İnşallah kızım, inşallah!’ dedi. Ablamla ikimiz o zamanlar günümüzün çoğunu sizin evde geçirirdik. Seni seyretmekten hiç yorulmazdım. Hamide abam be! Sanki sen daha uzundun önceden.”
Annem hüzünle gülümsedi. “Doğru kızımız.” dedi. “Yaş geçtikçe küçülüyor insan. Hem sen küçüktün ya! Daha uzun görünmüşümdür senin gözlerine.”
Kadın dudaklarını büzdü kederli bir hâl ile.
“İbrahim ağabey, çok severdi seni.” dedi. “Bir kış günü sen sudan geliyordun. O da evinizin önündeydi. Seni görünce yerden karları toplayıp sana atmaya başladı. Sonra sen de güğümleri yere bırakıp başladın onunla kartopu oynamaya. Kayınvaliden seslendi size. ‘Girin içeri, ayıp!’ dedi. Siz de sessizce içeri girdiniz. Güğümleri elinden almıştı İbrahim ağabeyim. O yaz askere gidecekti. Barajda boğulduğu haberini alınca yasa büründük hep.”
Annemin gözleri buğulandı. Çok eski mevsimlere göç etmişti hafızası o anda. “Daha sakalları bile terlememişti öldüğünde. Çok temiz kalpliydi.” dedi. “Armağan bir yaşındaydı. Hediye’ye üç aylık hamileydim. Üç dört yıl sonra teyzemin oğluna verdiler beni. İşte ömür dediğin bir garip yol.”
Cesurdur annem, en yiğit askerler kadar cesur... Benim korkak olduğum görüşündedir hep. “Tavşan soyundan mısın be mübarek!” der bana. Gerçekten de insan bir parça annesine benzemez mi? Çoğu kez susarım ben, geri adım atarım. Ortalık karıştığında yeter ki sular durulsun, diye vermeyeceğim ödün çok azdır. Kavga gürültü oldu mu bir yerde, başım götürmez. Ya kaçarım oradan ya da pabuç bırakırım gürültünün sahibine; yeter ki sussun, isterim. Fakat annem öyle mi ya? Döveni dövenlerden, sövene sövenlerden… Alttan alayım, sessiz kalayım; yok onda.
Gençliğinde meşhur bir kabadayı evlerine konuk gelmiş. Ağabeyini tehdit ettiğinden, onun da çok korktuğundan dem vurmuş tam da annem bir ihtiyaç için bulunduğu odaya girdiğinde. “Benim ağabeyim sana pabuç bırakmaz, yalan söyleme!” demiş annem. “Ben bile senden korkmam kaldı ki ağabeyim korksun senden. Sen alışmışsın atıp tutarak köylüleri korkutmaya. Ölümse ölüm. Ne konuşup duruyorsun oturduğun yerde.” Adam sinirlenip silahına davranmış. Bizimkinde korkudan, endişeden eser yok.
Etrafındakiler “Ağam, sen bakma cahillik eder. Elini kana bulama.” demişler. Vazgeçmiş kabadayı, eyleminden. Sonra da “Aman iyi ki erkek doğurmamış bunu anası. Benden bile korkusu yok! Yaman olurmuş halimiz eğer erkek olsaydı.” diye sözü tatlıya bağlamış. Annem bazı bazı “Kim korkar hain kurttan?” der. Elbette haklı…
Annemin okuma yazması yok. Torpille cahil kaldığından söz eder. Okul çağına geldiğinde amcası köy muhtarıymış. O zamanlar kızlar okula mı gider? Okul çağındaki çocukların ismi belirlenirken amcası torpil yapmış annemin adını yazmamışlar, doğal olarak annem de okuryazarlıktan olmuş. Annemin bu özelliğini ne zaman düşünsem aklıma Bahtiyar Vahapzâde’nin “Menim Anam” şiiri gelir. “Savadsızdır / Adını da yaza bilmir / Menim anam…/ Ancak mene / Say öğredip / Ay öğredip / İl öğredip / En vacibi dil öğredip / Menim anam / Bu dil ile tanımışam / Hem sevinci / Hem de gamı / Bu dil yaratmışam / Her şiirimi / Her nağmemi / Yoh men heçem / Men yalanam / Kitap kitap sözlerimin / Müellifi menim anam”
Ben lisede öğrenciyken bir okuma yazma seferberliğinde annemin adını da yazdırdık. Üç dört ay kadar kursa gitti. Okuma yazmayı çat pat öğrendi. Önceleri bir hayli söylenmişti. Fakat daha sonra okuma yazma bilmenin nimetlerine kavuşunca bırakmıştı sitem etmeyi. Şimdi evin herhangi bir köşesinde onun yazma temrinlerine rastlamak mümkündür. Boş kaldığı zamanlarda bir davetiyenin veya bir faturanın üstüne adını soyadını, sevdiklerinin isimlerini yazar durur. Kocaman kocaman harflerle yazılmış bu yazılar her birimizin dudaklarında tebessüm, gönüllerinde hüzün oluşturur.
Oldukça sinirlidir. Birden parlar, birden söner o. Öfkesi saman alevi gibidir. Önce yakar kendisini sinirlendirenleri, sonra pişman olur bazen. Hak edenleri cezalandırdığında asla pişmanlık duymaz fakat. Onda suçluyu affetmek, yapılanları unutmak, eğriliği görmezden gelmek, yanlışlığa boş vermek gibi özelliklere rastlanmaz. Kendisi doğru olduğu için herkesten doğruluk bekler. Ondan kötü not alanlar genellikle düzenbazlardır. Ve onların canlarını kendi çapında mutlaka yakar.
Dedikoduyu sevmez annem, birçok kadının aksine. Bir kişi kendisini ilgilendirmeyen bir durumdan söz ettiğinde omuz silker, burun büker. Hilesi hurdası, hesabı kitabı yoktur onun. Sözleri yontulmamıştır. Sırf bu yüzden kimine ağır gelir annemin ağzından çıkan sözler. Gerçi umurunda bile olmaz eğer haksız bulmuşsa karşısındakini onun kırılıp dökülmesi. “Padişaha bile söylerim ben söyleyeceğimi.” der bu konuda. “Aman anne bir parça ağır dur!” desen ne çare…
Sarı Çiçek yaylasının sarı saçlı gelini bu günlerde hasta… Aniden bastırdı bizi onun hastalığı. Bedeni zayıfladı, gözlerinin ışığı güçsüzleşti. Kara kışlar gibi soğuk, uzun geceler kadar karanlık, hain düşmanlarca kötü, habersiz gelen dostlardan da ani bulduk biz bu hastalığı. “Niyaz kuldan, şifa Allah’tan!” deyip bakıyoruz onun yemyeşil gözlerinin en derinliklerine. Zor günlerden geçip eski güzel günlere dönebilmek temennisiyle…
YORUMLAR
Hayatımızın hep bir köşesine sıkıştırdığımız o masum ve güzel duyguları açığa çıkaran bir sel gibi okudum bu yazıyı. Yazarın önce kalemine ve yüreğine sağlık.