- 1327 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
HASAN ÇAVUŞ'UN ANISI
1942 senesinin aralık ayı idi.Havalar soğuk gidiyordu.Hele geceleri hava ayaza çekiyor, çatılardaki karlar donup buzullaşıyordu.Kar üç gündür yağmış bütün kasabayı beyaza bürüdükten sonra bu sabah dinmişti.Şimdide kuru bir soğuk başlamıştı.Taa iliklere işleyen tuhaf bir soğuk…
Kasabanın kahvesi böyle günlerde dolup taşardı.İnsanlar yapacak iş güç bulamazlar soluğu hemen kahvede alırlardı.Yoğun cigara dumanının altında çay içerler, tavla oynarlar hatta bazen yaşlılar savaş anılarını anlatırlardı.Vakit öğle sonrasıydı.Cami yeni dağılmış camiden çıkanlar ya evlerine ya da kahveye doğru yollanmışlardı.
Hasan Çavuş topal bacağını sürüye dürüye kahveden içeri girip selam verdi.Boş sandalyelerden birini çekip oturdu bir köşeye.Kahveciye seslenip çay istedi.Kahveci Veli çayı getirip önüne koydu.Çavuş ağzına bir kesme şeker koyup çayından bir yudum aldı.Çayını içerken bir yandan da göz altından kahvedekileri süzüyordu.Kasabanın delikanlılarından Mahmut az ötedeydi.Gözü nedense ona ilişti.Tavla oynuyordu.24 yaşındaydı Mahmut.Babası Sarıkamış’ta savaşmış bir daha da geri dönmemişti.O yüzden Hasan Çavuş’u babası gibi bilirdi.Onda bir baba şefkati onda bir baba sıcaklığı bulurdu.Hasan Çavuş ne zaman bir anısını anlatmaya kalksa,Mahmut hiçbir ayrıntısını kaçırmadan dinlerdi.Hatta Hasan Çavuş’un suskun olduğu zamanlar bizzat yanına kendisi gider,ondan bir savaş hikayesi anlatmasını isterdi.Çavuş anlattıkça Mahmut kendisini o savaşın içindeymiş gibi hisseder ve hikayeyi babasından dinliyormuş gibi hüzünlenirdi.
Mahmut çavuşun kendisini süzdüğünü görünce tavlayı bırakıp yanına geldi:
_ “Bre Hasan emmi tavla oynaya oynaya bıktık.Şu savaş anılarından birini anlat da dinleyelim.”
Hasan Çavuş bir an düşündü ve kafasını usul usul kaldırıp:
_ “Anlattık ya oğul kaç kere anlattık usanmadın mı?”diye sordu.
Mahmut:
_ “Bre emmi bıkılır mı ki hiç?Her seferinde farklı bir duygu kaplar içimi.”
Çavuş derin bir soluk alıp bıraktı:
_ “Peki öyleyse”dedi.
Önce gözlerini sabit bir noktaya dikip meçhulden bir şey görüyormuş gibi öylece kaldı.O artık başka bir alemdeydi sanki.Neden sonra daldığı alemden kurtulup delikanlıya döndü:
_ “ Başımdan geçen şöyle bir anı var.Belki daha evvelde anlatmışımdır.Ben Çanakkale’de 57. Alayın emrindeydim.Anafartalar’da savaş bütün yoğunluğuyla sürüyor.Vınlayan mermiler, uçan gülleler…Hepsi birbirine karışmış ortalık toz duman.Arada kulakları tırmalayan bir feryat yükseliyor Türk siperlerinden.Allah diye bağırıyor ki neferin biri yüreği olan dayanamaz.Bir de bakıyorsun ki kolu omzbaşından gitmiş.Ya da bacağın yarısı kopmuş.Bizim asker bunu görünce tüfeğini daha hiddetli sıkıyor, sıkıyor ya mermi de yetecek gibi değil.İhtiyatlı kullanmak gerek.Arkadan sürekli emir geliyor merminizi boşa harcamayın diye.İngiliz zırhlılarınınsa hiç aldırdığı yok.Sahile kadar yanaşıp bizim siperleri topa tutmuşlar.Havada kesif bir sis var, ortalık çamur deryası.İşte böyle bir günü yaşıyorduk.Benim yanımda bir arkadaş vardı.Allah rahmet eylesin, Aydınlı Kazım derlerdi.O hengamede nereden gördüyse görmüş.Bizim siperlere yakın bir yerde yaralı bir Anzak asker kıvranıyor, sayıklıyormuş.Aydınlı Kazım gitti onu bizim sipere getirdi.Su verdi..Anzak askeri kendine gelince de onu soru yağmuruna tuttu:
_ “Sen Anzaksın ne işin var bu topraklarda İngiliz’in aklına niye uyarsın?”
Anzak askeri Aydınlı Kazım’ın İngilizcesini az çok anlamış olacak ki:
_ “Biz İngilizle kardaşız.Beraberiz.Her şey de barışta savaşta….Anladın Türk anladın…
Aydınlı Kazım:
_ “Bre asker sen sömürülmüşsün.Uyanİngiliz seni sömürmüş.Senin ne işin var taa buralarda.Biz toprağımızı, bayrağımızı kurtarma gayesindeyiz.Senin gayen ne?Hadi cevap ver neden geldin buralara?
Anzak verecek cevap arar gibi bir süre düşündü.Sonra titrek bir sesle:
_ “Salın beni bırakın.Sal beni Türk bırak beni” diye ortalığı yıkmaya başladı.
Aydınlı kazım onu o karmaşanın içi,ne salıverdi.Anzak kendi siperlerine doğru koşa koşa uzaklaştı.Öldü mü kaldı mı bilinmez.O hengamede yaşaması mucize zaten.
Hasan Çavuş bir an tıkanmış gibi sustu.Boğazına bir yumruk gelip oturdu.Zorla yutkundu.Gözleri yaşardı.:
_ “Hatırlatmasaydın keşke bana o günleri be evlat.Hatırladıkça işte tam şuram sızlar.Sanki yüreğime bir avuç kor dökerler.Arkadaşlarım aklıma geldikçe içim burkulur.Hele bu yaşadığımız günleri gördükçe biz bunun için mi savaştık dediğim bile oluyor”
Çayı soğumuştu.İri bir yudum aldı:
_ “Lakin yinede” diye devam etti “Toprağının, vatanının bayrağının düşman eline geçmesi kadar kötü bir şey olamaz.Bunu bil buna göre yaşa.Allah bir daha o günleri göstermesin”
Dışarıda inceden bir kar başlamıştı heralde.Hava gittikçe soğuyordu.Aksine kahvenin içi sıcaktı.Hasan Çavuş o günleri tekrar yaşamış da sanki savaşın ortasında kalmış gibi sık sık nefes alıyordu.Gözlerinde de iki damla yaş belirmişti.Usul usul sandalyeden kalktı:
_ “Ben gideyim evlat.Eve uğrayacağım işlerim var.Oradan da ikindi camisine yetişeceğim”deyip koltuk değneklerine sarıldı.
Sonra sağlam bacağına çöke çöke kahveden çıktı.O çıktıktan sonra kahvede derin bir sessizlik başladı.Sanki şurada oturan herkes Hasan çavuş’un anlattıklarını dinlemiş, savaşın cehennemini yaşamış gibi kendi iç alemlerine gömülmüşlerdi.Dışarda yağan kar ise daha da incelmişti.Ortalıkta sadece çay kaşıklarının çıkardığı şıkırtı vardı.Birde dışarıda, topal bacağını sürüye sürüye uzaklaşan, bir inanmışlık uğruna bir yerlerde savaşmış, canı pahasına da kanı pahasına da olsa, bir karış vatan toprağını çiğnetmemek için vargücüyle direnmiş bir adamın koltuk değneklerinin tıkırtısı işitiliyordu.O topal bacak şimdi gittikçe uzaklaşıyordu.
SON