- 938 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İçkici Köyün Haramileri
Onlar, dokuz genç kişiymiş. Yaşları on altı, on yediymiş…
Birisi, ambardan bir tas turşu alıp getirmiş. Birisi, tulumdaki peynirden bir dilim kesip getirmiş. Birisi yumurta çalmış folluktan, birisi ekmek kapmış fırından, birisi kavurma araklamış zuladan, birisi de kısır horozu kapıp kaçırmış. İki kişi de bir küp şarap taşımış…
Çıkmışlar köyün doğu yakasındaki çıplak tepeye. Sermişler yer sofrasını ulu ağacın dibine. Getirdiklerini de dizmişler bez sofranın üzerine. Kaşık varmış, bıçak varmış, kalaylı bakır tasla emaye maşrapa da varmış. Bir küp şarap da yalnız ağacın dibinde yan gelip yatmaktaymış.
Hazırlıklar tamam olunca sofranın başına halka olup toplanmışlar. Bacakları birbirine yapışık, ince elleri yanlarında sarkık; öylece yüz yüze bakışmışlar. Gözleriyle konuşup anlaşmışlar önce. Sonra çökmüşler çayır çimene, oturmuşlar, rahatlamışlar.
Birisi çatal ve kaşıkları paylaştırmış. Birisi almış bıçağı, peyniri dilim dilim yapmış. Birisi cebinden fıstık, leblebi çıkarmış. Etsiz, butsuz ayyaş horoz da Hüsmen’in kucağında kalmış.
Hüsmen:
“Ulan, bu ne olacak?” diye sitem etmiş, içmek için sabırsızlıkla bekleyen arkadaşlarına. “Sızmıştı duvar dibinde, kaptık getirdik! Oğlum, kim kesecek bunu? Derisini kim yüzecek, bokunu, bağırsağını kim temizleyecek? Herkes oturdu götü üstüne; pişirmek için ateş lazım ama odun kim getirecek?”
Genç Süleyman, elini şöyle bir sallamış; “bırak ulan!” demiş genç Hüsmen’e, “kaktırma şindi horozunun boklu götüne! Sal gitsin sarhoş ibne!”
Kucağındaki horozu atmış genç Hüsmen. Ayyaş horoz gündüzden içmiş, belli; kaçıp gitmek, içkici gençlere meze olmaktan kurtulmak istemiş ama ayakları dolaşmış biri birine ve iki adım gidemeden düşüvermiş az öteye.
“Ee…” demiş genç Muro. “testiye yakın olan kim?”
İnce Raci:
“Tefo…” demiş.
“Öyleyse bugün sakimiz o. Lan Tefo!” demiş Veliko, “doldur şarabı kalaylı sürahiye. Ulan uzatın maşrapaları siz de! İçelim siktiri dünyanın şerefine…”
Onlar, on genç kişiymiş. Yaşları on yedi, on sekizmiş. Başlamışlar lıkır lıkır içmeye. Boşaldıkça, “doldur saki” demeye…
Mevsim bahar olurmuş ama kır çiçekleri açmazmış.
Sonra yaz gelirmiş ama güneş saklanırmış karanlığın ardına, ısıtmazmış.
Sonbaharı sorma!
Uçup gidecekler bu diyardan ama yolunu bulamayan göçmen kuşlar, ağlanır sızlanırmış.
Dünya, böyle tuhaf bir dünyaymış…
Önce birer maşrapa içmişler. Yer sofrasına ne dizmişlerse birer ikişer meze etmişler. Peşinden birer maşrapa daha içince yanakları kızarmış gençlerin, biraz da güzelleşmişler. Türkü söylemeye başlamışlar hep bir ağızdan. Efkâr ayyuka çıktığında silah patlatmak, dağları inletmek lazım ama bellerinde silahları olmadığı için ara sıra nara patlatmışlar da dağları öyle yankılatmışlar.
Önce dere boyundaki dallarda tünekleşen suskun kuşlar duymuş bunları. Birisi dikmiş başını, açmış kulaklarını. Bakmış ki, onları görmüş orada. Bir sürü genç insan, ulu meşenin altında, düğün bayram havasında. Hoşuna gitmiş. Çulu, çaputu atmış üzerinden, açmış gözlerini, kendisine gelmiş. “Hey” diye seslenmiş öteki kuşlara. “Uyanın be! Yaz gitti, güz geldi. Güz gidecek, kış gelecek. Soğuklardan tir tir titrerken ananızın örekesine buz düşecek. Ee?” Sonra başka bir şey dememiş ve uçup tepedeki koca meşeye gelmiş. Peşinden başka bir kuş… Onun peşinden başka bir kuş… Peşi peşine bütün kuşlar, uçup gelmişler ve ulu meşenin tepesinde öbeklenmişler.
Kafaları çakır olmuş genç insanlar saz çalıp türküler çığırmakta, yeniden yaşam sevinci bulmuş kuşlar da onlarla birlikte çığrışmaktaymış. Bu sefer de Istrancalar’daki dağlar bir başka yankılanmaktaymış.
Ekilmemiş tarlalar biçilip hasat edilmişmiş. Olmayan mahsulle ambarlar şişirilmişmiş. Kim korkar kara kışın gazabından; isyankâr babalar böyle demişmiş…
Üçüncü maşrapalarını içiyorlarmış, vur patlasın, çal oynasın diyorlarmış ki, anlamsız bir hüzün çökmüş içlerine. Hepsi susuvermiş birden. Sofradan birer adım geriye çekilip başlarını öne eğmişler ve dertlenip birer sigara tellemişler; püf püf edip siktiri dünyanın içine tüttürmüşler.
Mevsim güzmüş o zaman ve akşam da olmak üzereymiş. “Olsun” demişler, “dert mi? Ay çıkar evinden, aydınlanırız. Bulut geçerse önüne ateş yakarız. Yasak hemşerim derse arsız devletin yalaka koruyucusu, tutar domuz bağı yaparız…”
“İnsan boğmak yasak!” demiş birisi.
“Yağlı ilmek yasak!” demiş öteki.
“Karın deşmek yasak!”
“Kelle kesmek yasak!”
“Azap yasak!” diye bağırmış kuşların gür seslisi.
Onlar on bir genç kişiymiş. Yaşları on dokuz, yirmiymiş. Önce içmişler, sohbet etmişler. Sonra saz çalıp türkü söylemişler.
Hüzünlenip sustuklarında, birer cigara telleyip düttürü dünyaya tüttürürken birisi aşağı yamaçtan çıkıp yanlarına gelmiş. O biri, çok yaşlı biriymiş. Darmadağın ak saçları ta omuzlarında, kirli sakalları da göğsünün orada, giysileri yırtık pırtıkmış. Çarıksız ayaklarında çaput sarılıymış. Kambur sırtında bezden bir torba, kir bağlamış elinde ucu topuzlu bir asa taşımaktaymış. Görünce donup kalmışlar. Tüttürdükleri sigaraları yere salıp üstüne basmışlar; hemen de ayağa kalkmışlar.
Birisi yanındakine, kim bu diye sormuş gözleriyle. Öteki de bilmem demiş aynı sessiz ifadeyle. Sonra hepsi birbirine bakmış ve aynı soruyu sormuş endişeli biçimde. Hepsi de aynı cevabı vermiş aynı çaresizlikle.
Adam, anlamış tabii. Çukurlarına kaçmış küçük gözleriyle gülümsemiş; “korkmayın, korkmayın!” demiş, yumuşacık sesiyle. “Hele oturun bakalım. Oturun da konuşalım...”
Bir kişilik yer açmışlar yer sofrasının başında, oturmuş o da içkici gençlerin arasına. Biraz nefeslendikten sonra:
“Senin adın ne?” demiş, sakilik yapan genç kişiye.
Saki:
“Tevfik…” demiş, saygılı bir şekilde.
Misafir.
“Maşrapayla içmem, bir tas doldur bakalım bana da…”
Çabucak bir tas doldurup vermişler derviş adama. Adam, bir tas şarabı bir dikişte içmiş ve “oh” demiş. Bir de dişsiz ağzını açıp geğirmiş. Boşalttığı tası yeniden uzatmış saki olana. Başıyla işaret etmiş, bir daha demiş. İçkici gençler, kaçamak gözlerle birbirlerine bakarken şaşkınlık içindeymiş.
Ulan in midir cin midir?
Deli Dumrul mudur dedem Korkut’un bahsettiği, can isteyen Azrail midir?
Ulan, derviş olmasın sakın!
Derviş şarap içer mi?
Ulan, ermiş olmasın sakın
Ermiş şarap içer mi?
Birisi cesaretini toplayıp sormuş.
“Dede sen kimsin böyle?”
İhtiyar adam:
“Ben deliyim.” demiş. Ama adamın ağzında diş olmadığı için söylediği pek anlamsız bir şeymiş.
“Veli’ymiş, Veli’ymiş.” demiş, gençlerden adı Osmanof olan. “Veli dedemiz Sofular köyünden gelmiş. Orada içki yasak ya, içmek için buraya gelmiş.” maşrapasını havaya kaldırıp “ hadi şerefe Veli dede!” demiş.
Deli dede:
“Dur bakalım,” demiş, şerefe diyen gence. “neyin şerefine? Sevinç’in şerefine mi? Ya da hangi şerefsizin şerefine?”
Anlatmış genç adam, tanrı misafiri dedeye:
Bir kızı severmiş. Adı da Sevinç’miş. Sevinç de onu severmiş. Evleneceklermiş. Üç odalı evleri olacakmış. Tavukları, köpekleri, kedileri olacakmış. Kınalı kuzuları, ceylana benzer oğlakları, küçük sıpaları, tayları olacakmış. İnekleri sağacakmışlar, öküzleri koşacakmışlar; bağda, bahçede çalışacakmışlar. Tam beş tane çocuk yapacakmışlar. Çocuklar mutlu çocuk olacakmış. Hep gülecek hiç ağlamayacakmış. Ama başka biriyle evlenmiş Sevinç. Evlendiği kişi de yaşlı bir zenginmiş. Derdi buymuş ve şimdi bu sebepten içermiş…
Deli dede onu dinlemiş ama cevabi bir söz etmemiş. Sonra dönmüş ötekine, bir de ona bakmış.
O da anlatmış:
Babası hiç çalışmaz, hep içermiş. Sarhoş olunca anasını dövermiş. Yemek tuzlu der dövermiş, tuzsuz olmuş deyip dövermiş. Yağsız yemek mi olur yal gibi deyip başından aşağı dökermiş. Yıkansa, paklansa dövermiş, kirli kalıp koksa gene dövermiş. Sonra bıkmış, usanmış kadın. Bağırsa duymaz, küfür işitse utanmaz, dayak yese ağlamaz, öyle arlanmaz olmuş. Çünkü sonunda o da kocası gibi içkici olmuş. Sonra sonra karı koca birlikte içmeye başlamışlar. Her yeri bok götürmüş temizlemez olmuşlar. Çoluk çocuğu unutmuşlar. İşi, gücü de bırakmışlar.
Ambarlar fıçı fıçı şarap doluymuş ya, horoz şarap içmiş su yerine. İçe içe kısır olmuş. Tavuklar şarap içmiş su yerine, yumurtlamaz olmuş. Yumurta yok, civciv yok; sonunda soyları kurur olmuş.
İçkici inekler süt vermezmiş kendilerine. Sarhoş öküzler çift sürmezmiş hayat devam etsin diye. Kedi, altını tutamamaya başlamış; Ööteye, beriye sıçar, işermiş. Köpek sızar bir kenarda, sürüyü gütmezmiş.
Kümestekileri tilki yermiş, kuzuları kurt dişlermiş, işler gün günden kötüleşirmiş. Bütün bunların sebebi anasıymış babasına göre. Babası bir gün bıçağı almış, anasını kesmiş. Dayısı da kızmış buna, kör bıçakla onu keseni kesmiş. Anasız babasız kalan kardeşlerini de organ mafyası halletmiş. Tek başına kalmış da şimdi o ne yapsın! Bu sebepte içmekteymiş…
Sonra öteki anlatmış:
İşi, gücü yokmuş. Bütün gün haylaz haylaz geziyormuş. Çalışmayı çok istiyormuş ama tarlaları üç kuruşa sattıkları Yahudiler ona iş vermiyormuş. Aylaklıktan bunalıyormuş ve o sebepten içiyormuş…
Sonra da öteki...
Çalışıp da ne yapacaksın. Çuvalla paran olsa nasıl taşıyacaksın. Hayat içmekten ve sevişmekten ibaret… İçeceksin şarabı, düzeceksin karıyı… Demlenmesi bu sebeptenmiş. Şarap var ama köyde karı, kız kalmamış, şimdi o ne yapacakmış...
Küçüklere göre veli dede, büyüklere göre deli dede; sıra sıra hepsini dinlemiş. Hepsi kendince bir sebep söylemiş. Sonunda sıra şarap dolduran sakiye gelmiş. Ermiş dede, derviş dede, veli dede, deli dede… Adı, sanı her ne ise; asasını az havaya kaldırmış, topuzlu tarafını ona doğru uzatmış;
“ya sen?” demiş.
Tevfik:
“Ben de anlatırım ama biraz uzun olur. Zamanın var mı?”
Dede:
“Zaman düz bir çizgi evlat! Başı, sonu olmayan… Akşam olur, sonra sabah olur. Sabah olur, gene akşam olur. Bugünden sonra yarın olur, yarından sonra öbür gün olur. Öbür günden sonra… Zaman ne zaman başladı, var mı bilen? Ne zaman bitecek, var mı bilen? Zaman dedin… Hele anlat bakalım!”
“İyi,” demiş genç Tevfik. “bak şimdi! Seyret…” Bir tasa şarap doldurmuş testiden, kan kırmızısı. Şarap dolu tası az öteye götürüp çimenlik yere bırakmış. O anda lapırtı kopmuş. Kanat çırpmaları, yaprak hışırtıları, bağırtılar, kavgaya benzer çığlıklar… Ulu ağacın tepesinde onları seyreden kuşlar, sapları kurumuş kurtlu elmalar gibi peşi peşine yere dökülmüşler. Şarap tasının başında amansız bir kargaşa… Dakka sürmemiş içip bitirmişler şarabı. “gördün mü?”
Dede, görmüş tabii. Kör değil ki! Görmüş ama ne tepki vermiş, ne de laf etmiş. Elindeki tastan içerken delikanlıyı dinlemeye devam etmiş. Tevfik de anlatmaya devam etmiş. O anlatırken genç arkadaşları da dinlemekteymiş.
“Birisi, bir beymiş bir zamanlar. Küçük bir beyliğin yiğit bir beyi... Duydun mu sen onu? Bilir misin? Nerden bileceksin! Neyse… Zaman eski bir zamanmış. Koyun, kuzu güderlermiş, şarap yerine kımız içerlermiş. Zaman öyle bir zaman… İyi at binerler, iyi kılıç çekerlermiş. Zaman öyle bir zaman… Erkekler yiğit mi yiğit; Allah var yukarıda, iyi savaş ederlermiş. At sürüp uzak yerlere gitmişler. Ekmediklerini kesmişler, biçmişler; otlaklarını, topraklarını genişletmişler. Fethettikleri yerdekileri de kendilerine tabi edip kabileyi kalabalık etmişler. Duydun mu? Biliyor musun? Neyse, uzun hikâye… Küçük beylik devlet olmuş sonunda. Bey de padişah olmuş. Bir zaman sonra da o küçük devlet büyük devlet olmuş. Padişah da cihan padişahı olmuş… Koca dünyaya üç yıl, beş yıl hükmedebilirsin. Ama bin yıl hükmedebilir misin? İnsanlar hayvan mı? Bir gün birlik olurlar, isyan ederler. Keser döner, sap döner; o zaman ananın körünü görürsün…
Cihan padişahının yenilmiş askerleri Anadolu topraklarına doğru kaçınca asırlar boyu yabancılarla evlenen ve damarlarında tek damla Türk kanı kalmayan padişahların, Karaman’dan kaldırıp balkanlara sürdüğü son Selçuklu atalarımız korumasız, kollamasız kalınca gördükleri baskı ve işkenceden ne yapacaklarını şaşırmış. Koşmuşlar öküzlerini ağaç arabalara, onlar da imparatorluğun kaçtığı tarafa doğru kaçmaya başlamış. Kaçmayı başaran yaşamış, yakalananın anası da bacısı da kan ağlamış…”
“Ulan Tefo!” demiş, hafiye Selim. “kim bu dede, biliyor muyuz? Bilmiyoruz. Aramıza sızmış ajan filan olmasın! Koca koca padişahlara kanı bozuk diyorsun. Mavi bakışlının canla, başla kurduğu cumhuriyeti yıkmak isteyen yalancı padişahın tebdili kıyafetli ispiyoncu adamı olmasın sakın!”
Demir yumruk Veliko, ayağa fırlamış ve haykırmış; “kim tırsar onda ulan!”
“Suus!” demiş Selim. “yerin kulağı vardır…”
Veliko:
“Yoktur!”
Selim:
“Yer sağırsa yel vardır; sesi alıp uzak diyarlara taşır.”
Veliko:
“Taşırsa ne olur?”
Tırsmamış, konuşmasına devam etmiş Tevfik. “Bu köy eskiden böyle değildi, biliyor muydun? Nerden bileceksin ki! Neyse… Dedemle nenem de Bulgar topraklarından öküz arabasıyla kaçanlardanmış. Yakalanmayıp kurtulanlardanmış. Süleyman arkadaşın nenesiyle dedesi gibi, Hüsamettin’in nenesiyle dedesi gibi, Selim’in, Veli’nin… Hasan’ın, Hüseyin’inkiler gibi…
Yakılmış, yıkılmış harabe köyü aklamışlar, paklamışlar; yaşanır yapmışlar. Sonra birlik olup sürmüşler, ekmişler, biçmişler. Hayvan yetiştirip sütünü içmişler. Odun götürmüşler şehirdekilere; yağ, tuz, şeker getirmişler. Savaşlar da bitmişmiş artık. Az kazanmışlar ama az harcayarak barış içinde yaşayıp gitmişler…
Ama toprak işi, orman işi ağır; işçi yoksa işler kalır. Bu yüzden çok çocuk yapmışlar. Çok çocuklar çok çalışmış ve işler kalmamış.
Sonra çocuklar büyümüş. Büyük çocuklar evlenmiş. Dedeyle nenenin tek evi hangisine? Altı çocuktan beşi, beş çocuktan dördü, dört olandan üçü göçüp büyük şehre gitmiş. Her hanede bir evlat kalmış. Bir de yaşlanmış anayla baba…
Hanede kalana da ırgat lazım. Traktör yok toprağı sürsün. Biçer yok, ekini biçsin. Döver yok, taneyi samandan temizlesin… Onlar da babaları gibi çok çocuk yapmış.
Neyse Veli dede! Ya da felli fesli dede! İnsan gibi insan nerede kaldı ama velev ki sen insan bir dede! Biliyor musun; eski zamanlar eskide kaldı. Ama satışlar yakın tarihte başladı. Biri vardı biliyor musun? Hani astılardı… Mezarında çivili tahta üstünde yatar şimdi. O, satış tekniğinin ilk mimarıydı. Mavi bakışlı güzel adam, yüksek medeniyet seviyesine ulaşacağız demişti hani! O, yanlış belledi. Yurdu bir baştan öbür başa demirden ağlarla öreceğiz demişti. Dinlemedi. Fabrikalar kuracağız, işsizlere iş bulacağız, üretip satacağız; biz de refaha ulaşacağız demişti ama kıskandı. Hani köylü milletin efendisiydi? Hani kalkınmamız köyden başlayacaktı? Önce okuyup bilgileneceğiz. Ezmek isteyenler tarih boyunca vardı, dünya durdukça da olacak. Bilgilenince bileceğiz ve ezilmeyeceğiz; hani böyle tembihlemişti! Ama onun hoşuna gitmedi. Çünkü o, kendisi değildi ki! Mandası olduğu emperyalistin iki ayaklı maşasıydı. Seçilip başkan olunca kendisini kral sandı ve öyle davrandı.
Ama mavi bakışlının bu memleketi size emanet ediyorum dediği gençler vardı; okumuş, bilgilenmiş. Bu vatansever gençler, ayaklanıp yumruklarını havaya kaldırdı ve vatanı satanlara baş kaldırdı. Kaldırdı ama… Onların insan seven yürekleri vardı tek; düşmanınsa savaşçıları ve ateş kusanları. Darağaçları kurdular meydanlara, tek tek astılar onları. Zaman o zamandı. O zaman bu zamandır saat tik tak etti hep ama değişen bir şey olmadı. Dünyanın egemeni, gene güçlü olan hayvansı insanlardı…
Bizim köy eskiden böyle değilmiş. Sen yaşlısın, biliyor muydun? Biliyordun. Biliyordun ama hiçbir şey yapmadın. Bu sebepten suçlusun. Bir tas daha vereyim iç. İç ve uyuş. Sustukça da sus...”
İhtiyar adam kızar gibi olmuş o zaman. Sakallarından pek belli olmasa da yüzü biraz buruşmuş. O zaman dişsiz ağzıyla konuşmuş:
“Sen…” demiş ona. “içki içiyorsun ama ayyaş değilsin. Filozofsun diyeceğim ama kabul etmeyeceksin. İşini bilenler var artık çocuk, gemisini yürütenler. İnsanlık da neymiş; para için anasını bile süsleyenler. Ben kaç yaşındayımdır?”
Tevfik:
“Bilmem dede!”
Dede:
“Ben nerede yaşadım seksen sene?”
Tevfik:
“Ne bileyim dede!”
Dede:
“Doldur bakalım bir tas daha…”
Bir tas daha doldurup vermiş çok yaşlı dedeye. Gönlü çok rahatmış Tevfik’in. Çünkü yüz kırk yaşındaki dede, kaç tas şarap içmiş ama sarhoş olmamış. Sakin sakin dinlemiş; gücenmek dahi bilmemiş. O zaman bakmış sus pus olmuş genç arkadaşlarına; “ulan size ne oldu?” demiş. “Kaldırın bakayım maşrapalarınızı, şerefe diyelim dedeye. Hem de onu bize gönderene…”
Onlar yirmi yedi kişiymişler. Büyümüşle biraz, yirmi yedisine ermişler…
Zaman, su gibi akmış. Bu arada güneş batmış, karanlık basmış.
İçkici gençlerden birisi:
“Kuru dallardan toplasak da çoban ateşi yaksak.” demiş, “karanlığa aydınlık çaksak. Kara malak çalılık arkasına saklanıp zulaya yattı; karanlıktan yararlanıp şarabımızı çalarsa… Kaptığı gibi karanlıktaki bataklığa kaçarsa…” diyerek de arkadaşlarını uyarmış.
İçkici gençlerden ötekisi:
“Amına koydurma malağının!”demiş, “kim alıştırdı onu şaraba?”
“Kim alıştırdı?”
“Sen alıştırdın!”
“Ya, kır tekeyi kim alıştırdı?”
“Teke, yaşlı başlı… Küçücük malakla aynı mı?”
Çok yaşamış dede; “lütfen kavga etmeyin!” demiş, az yaşamış gençlere. “Ateş filan da yakmayın. Gündüzleri güneş vardır; hava sıcaktır. Geceleri ayazlanır. Yel çıkar anlamazsınız, ateş alevlenip yalımlaşır. Yangın yayılırsa ve temiz kalmış bu dağlar da yanıp kül yığını olursa… Birazdan ay çıkar evinden, gece gündüz gibi aydınlanır. Meraklanmayın.”
“Dede adın neydi senin?” demiş okumuşlardan genci.
“Adım dede.” demiş, dede.
“Hani Veli’ydi?” demiş içlerinden birisi.
“Veli değil evlat, deli delii!” demiş, dede.
“Deli birisi kendine deli der mi?” demiş ötekisi.
“Deliyim diyen biri deli midir sence?” demiş, dede.
Gülüşmüşler…
Dede kimmiş?
Altmış yıldır mağarada yaşayan biriymiş. Yanına kimler gelmiş, kimler gitmiş? Birileri sevgi gibi güzel şeyler getirmiş; “al bunları genç insanlara götür; sevsinler, sevinsinler” demiş. Birileri de silah getirmiş, mermi getirmiş; “ver ellerine; birbirlerini vursunlar, üzülsünler” demiş…
Ya içkiciler?
Masal bu ya, başlangıçtaki dokuz genç kişi; şimdi yüz kişi, bin kişi, yüz bin kişiymiş. Çok kişiymişler. “İçki içmeyenler ovada kan içmiyor mu?” deyip o geceden sonra dağdan inmemişler. Ya mazlum için zulümle mücadele edecekler, ya da harami olup zalimin yolunu kesecekler; öyle karar vermişler…
Şubat/2011/ Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.