Leylak Çağrışımları
Leylak Çağrışımları
Nisan başlarıydı. Anılarda yerini almaya hazırlanan niceleri gibi bir başlangıçtı Yazışmaları, leylâk vakitlerinin coşkusuyla bezeliydi. Sevgileri, içsel yolculuklarının ele avuca sığmayan tutkulu varsıllığında ilerliyordu.
İlk sesleniş ‘Merhaba!’ydı. Kısa cümlelerle hâl hatır sormalar, yerini uzun satırlara bırakmıştı. Biteviye sözcüklerle birbirlerine çağıldamalarının ardı arkası kesilmiyordu. Baharın pembemsi uçarılıklarıyla aşkın kanatlarında yeniden mutlanıyorlardı.
Telefonda konuşurken heyecanla aynı anda söze başlamalarındaki çocuksu telaşları ne güzeldi! Yeryüzünde zamanın durduğunu hissediyor, o anın bitmemesini diliyorlardı. Uslarına, bir araya gelecekleri o ilk günün bitimindeki ayrılık geliyordu. Bu duruma nasıl dayanacaklarının hüzün sarmalları, ruhlarına dolanıyordu. Hiç hesapta olmayan bir gönül yolculuğu gene başlıyordu işte. Uykusuz geçecek geceler bir de gurbet, zorlu yaşantılarına yeni kaygıları ekliyordu. Şekersiz ancak bol nefesli bir çayı yudumlarcasına her yazışmada her konuşmada çoğalıyorlardı.
İlk günlerdeki yazışmalarını anımsıyordu:
‘‘Sevgili kalem arkadaşım, öncelikle sanal kirlilik içerisinde bana güvenip yüreğinizdekileri paylaştığınız için teşekkür ederim. Uçsuz bucaksız bu sanal denizin kıyısına vurmuş belki de bir sürü şişenin içerisinde beni seçmeniz ve adeta cin misali dışarı çıkarmanız ne hoş. Umarım bu cin, kalem arkadaşlığınıza, sanal dünyanıza lâyıkıyla eşlik eder ve belki de size şans getiren bir cin olur.
Satırlarınızdan çıkardığım kadarıyla yüreğinde hüzün gizleyen birisiniz. Hüzün benim için dünyanın en güzel duygusu. Ağlamak değil o, mızmızlık yapmak hiç değil, teslim olmak, kabullenmek de değil belki, en masum en soylu ‘protest’ duygu. Her insanda olduğunu da sanmıyorum. Kalbi kırmızıdan öte rengârenk olan insanlarda rastlıyorum tek tük, bir de her şeyiyle şairce yaşamaya çalışanlarda... Tren yolculuklarımın birinde, bir şairle tanışmıştım. Havadan sudan derken sıra şiirlere gelmişti. O, şiir okudukça, ben ruhumu yıkamakla meşguldüm. Bana bir dize okudu sonra... (*) ‘‘BİTMEZ TÜKENMEZ DERLER AŞKI ÇEKENİN DERDİ, SEN DE Mİ YARALISIN, GÖZLERİN ELE VERDİ!’’
Gülümsemiştim. Yakalandın oğlum dedim içimden. ‘Hüzün, belki sonu hüsran olan bir AŞK’ın geriye bıraktığı ve hiç silinmeyen duygudur.’ desem hüzne haksızlık olur. Evet, ‘Aşk hüznü tetikliyor galiba, ama bu hüznün özü de uçsuz bucaksız bir sevgiden besleniyor.’’ desem bilmem ne dersiniz? Neyi niçin severseniz sevin, ne kadar severseniz sevin, içinde hüzün yoksa yalan, vallahi yalan!’’
‘‘Hüzündaşım;’’ demişti o gün: ‘‘buldum işte, hüzündaşım benim!’’ Büyük bir mutluluğun koynundaydılar. Kalemin ucu yeni şiirlere açılmıştı artık. Her yerde ve birçok kişide birbirlerinin yansımalarını seziyor, güfteler yazarak besteliyorlardı. Satırlarda buluşuyor, geçmiş anıların olumsuzluklarından arınıyorlardı.
‘‘Yıllar var İstanbul’a gelmeyeli. Bilinmeyenden korkulur ya... Her gelişimde korkutmuştur beni İstanbul. Doğrusunu isterseniz onlarca geliş gidişimde İstanbul’u tadabildiğim kadar tatmadım değil. Ama, çok yıllar önce o zamanki Topkapı Garajı’nda yaşadığım hüzün dolu birkaç saatin dışında yaşadığınız kentte ne mutluluğa, ne acıya ilişkin içimi çektiğim bir anım var. Kuş misali gelip gitmelerle ve bir gaga ölçüsü tatmalarla İstanbul’u yaşamak olası mı? İstanbul, yurdumun en şımarık, en mızmız kenti desem haksızlık mı etmiş olurum? Derdim şehir şovenliği yapmak değil ama Ankara, bir sınıf dolusu kent içinde sanki biraz daha alçakgönüllü, biraz daha uslu, hatta ağırbaşlı.’’
İki ayrı kentte bir sevdayı taşımanın zorluklarına yenilmeyeceklerdi. Birbirlerine verdikleri sözlerde buldukları güç, zaman içinde yerini koyu bir hasrete bırakmıştı. Salt ses ve sözlerdeki buluşmalarının efkârını, kurdukları çilingir sofralarında dağıtmaya çalışıyorlardı. Böylesi zorlu bir sevdanın hasretini o çilingir nasıl açabilirdi ki?
‘‘Dün gece çok geç yattığınızı sanıyorum. Size ninni söylemem için çok geç. Palandöken’den Kaz Dağları’na, Ilgaz’dan Hopa Dağı’na, Toroslar’a varıncaya dek en güzel kır çiçeklerini toplamış kuşlarım ve pencerenizin önüne dizmişler. Bugün nereye giderseniz gidin, üstünüze başınıza çiçek yağacağını söylediler bana… İnanın benim bir katkım yok. Günaydının böylesi güzel olanı için onları kutlamaktan başka elimden gelen bir şey de yok. Genelde rakı içen ben, dün bir şişe şarap içmeyi yeğledim. Şişe bitmiş. Genelde hemen hiç sarhoş olmam, bakmayın nöbetçi kaldığıma ara sıra. Ama ne yalan söyleyeyim, bu kez iki kadeh çarptı beni. Şimdi başım ağrıyor. Ah bu kalecik karası! Ne vardı sana uyacak? Bir gün şarap içmek gelirse içinizden, bir şişe kalecik karası alın ve oturtun beni karşınıza olur mu? Ben dün öyle yaptım, belki sarhoşluğumun nedeni de bu. Size Ankara’dan kucak dolusu sevgiler gönderiyorum, bir de geç kalmış ninnilerimi: Mahzun kuş / kanadının kırıldığı yerde / sen ağladın / ben boğuldum /güneşe bile / yağmur yağdı o gece/ ah çocuk yüreklim / kim dedi /göçmen kuşlara özen diye / yüreğin bu kadar kalabalıkken / bu yalnızlık niye / şimdi tut ellerimi / ninnimi dinle usulca / mavi-yeşil bir ninni / sen uyu / ben dinleneyim.
Can diyordu içinden, yüreğinde bir can büyütürcesine, can! Her sevda böyle başlardı belki, zamanla seslenişler çoğalır, uzar ya da kısalır, kısaldıkça anlamı artardı. Kendi yazdığı satırları anımsadı:
‘‘Can, kalemin bir ucundan, ben diğerinden sen tuttun demiştim ve öylece kavilleşmiştik biliyorsun. Ama ben sözümde duramadım. Kalemin ucundan tutmuyorum zira sarılıyorum, sarılıyorum kör gibi, sağır gibi, o kalem sadece bizim der gibi sarılıyorum. Bu bir büyü. Alıp başını gitmesin, nazarlara gelmesin, sonu gelmez bir ilkbahar olsun tepemde ve sen petunyalar gibi, menekşeler, hanımelileri gibi vakitli vakitsiz aç, hiç solmamacasına. İnadına her şeyin güzel ve iyi olması adına. Bu baharın sarhoşluğu körkütük olmaya değer...’’
-Nehir Hanım?
Bahçede seyre daldığı leylâk ağacının anılarıyla çıktığı yolculuktan, kapı aralığından duyduğu sesle irkildi. Belki de… Onca yazışma, büyülü bir sevda ve bu aşka adadığı ömre karşın, bir kez bile göremediği sevgilisi miydi gelen? Koynunda taşıdığı fotoğrafa bakmak istedi. Belki de yıllar onu hiç değiştirmemişti ve kolaylıkla tanıyabilirdi. Oysa kendi adını bile anımsamakta güçlük çekiyor, geleni gideni birbirinden ayırt edemiyordu.
Titreyen elleriyle, baktığı fotoğrafın üzerine yağan gözyaşlarını siliyordu.
Bakışlarını yeniden leylâk ağacına çevirdi. Onu hiç görmemişti ve/ama bir ömre sığdırmıştı. Bu acıyla yüzleşmekten duyduğu korkuyla şimdi bir yazışmalarını daha anımsıyordu:
‘‘Hiç görmeden, hiç duymadan, hiç tanımadan dervişçesine teslim olmak var mı kitaplarda! Hangi kütüphane o kitabı esir tutar da kimseler bilmez? Hangi denizci hangi filikada unutmuş, periye duyduğu aşka dair anılarını? Bin yalnızlık saklandı ahşap aralarına, bin ayrılık gizliden ağladı, lâkin hangi ahşap arası şahit oldu; bir menekşenin bir kanaryayı alnından öptüğüne? Hangi sevişme bu kadar törensel, hangi buluşma bu kadar içtendi? Hangi çocuk şiir satar bu akşam? Hangi şarkı giyotinsiz, hangi mey merhametliyse oraya gideceğim.’’
-Nehir Hanım, bugün nasılsınız? Size biraz üzücü bir haberimiz var. Huzurevi Ankara’ya taşınıyor. Sizin bu konudaki düşüncenizi almak istiyoruz. İstanbul ya da Ankara’da bizim bilmediğimiz bir yakınınız, bir akrabanız var mı? Güzel. O zaman hazırlanmanıza yardımcı olacağız. Bize güvenin Ankara’daki huzurevi buradaki koşullardan çok daha iyi. Hiç kaygılanmayın. Hemşire Hanım, Nehir Hanım’a yardımcı olun. Bu gece Mavi Trenle Ankara’ya yolculuğumuz başlayacak. Trende görüşmek üzere.
Titreyen ellerinde tuttuğu fotoğrafa akan yaşları hızla silerken o an tek düşündüğü yeni dünyasında bir leylâk ağacının olup olmayacağıydı…
* * *
(*)Sahibini anımsayamadığım, arayıp bulamadığım saygıdeğer bir şairin beni çok etkileyen ve belleğimden hiç silinmeyen dizeleri...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.