SU ve RÜZGAR...
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Özenle yaptırdığınız boya-badananın bir gün içinde mahvolduğunu görünce ne hissedersiniz?.. Kahrolursunuz herhalde… Giden paraya mı yanarsınız, verilen emeğe mi?..
Efendim bilenler bilir, azıcık biriktirmeyle ve de çokça borçlanmayla bir ev satın almıştım… Bahçeli küçük bir ev… Biraz daha kemer sıkıp, içine girmeden çatısını aktaralım, boya- badanasını yenileyelim istedik… Öyle de yaptık… Zifte benzer bir maddeyle çatı boydan boya kaplandı. Kiremitlerin eskileri yenilendi… Duvarlar önce alçıyla sıvanıp, sonra üzerine saten boya sürüldü… Gönlümüze göre olmuştu evimiz… İçinde sadece yaşayacağımız mutluluklar, mutsuzluklar eksikti… Bir sabah eşim bir hayret nidasıyla yanına çağırdı beni. Yatak odasının kapı kenarına gelen duvarı, tavandan yere doğru kesintisiz S’ler çizerek çatlamıştı… “Allah Allah!” dedik kendi kendimize: “Neden oldu acaba?”… “Başka odalarda da var mı?” telaşıyla çatlak avına çıktık maaile, yani oğlum da katıldı bize… Koridor, küçük oda, çocuğun odası, salon, hol derken bizlerden yükselen seslerin, “Aaa, Hii…Ovv…” gibi garip sesler olduğunu söylersem manzaranın vahametini kolayca anlarsınız sanırım…
O gün üzüntüyle geçti ve de “Neden, niçin” sorularına cevap aramakla… Küçük çaplı bir araştırmayla komşularımızın da aynı dertten muzdarip olduklarını öğrendik… Efendim, bu binalar alçı sıva tutmazmış, saten boya da… Hatta plastik boya bile çatlarmış… Yok inşaat sırasında deniz kumu kullanılmış, yok zemin gevşekmiş binalar sürekli kayıyormuş, yok bahçelerden, çatılardan gelen su sızıntıları bu çatlaklara neden oluyormuş – bence en doğru neden bu – mış mış da mış mış…
Kabus bitti mi sanki. Nerde!.. Geçenlerde bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Rüzgar da ıslıkla ona eşlik ediyor… Şehirden uzakta, tepede bir yerdeyiz ya. Ev, ev değil, sanki perilerin şatosu!.. Bütün korku filmlerindeki efektler de mevcut… Neden sonra bir sessizlik… Ardından bu sessizliği de bozan bir ses: Tıp…Tıp…Tıp… Giderek hızlanıyor:Tıptıptıp… Yoksa!.. Korktuğum başıma geldi: Çatı akıyor… Ne demişti çatıyı aktaran usta: “Abi sen merak etme, değil su, tozun zerresi bile giremez bu çatıdan içeri…” Güler misin, ağlar mısın?.. Neyse, leğen, kap-kacak koyup atlattık o geceyi… Birkaç gün sonra gelip, yeniden onardılar çatıyı…
Şimdi mi?.. Artık dert etmiyorum. Hatta oğlumla işin keyfini çıkarmaya bile başladık. Yan yana divana uzanıyor, gözümüzü duvarlara dikip, kabarıp dökülen sıva şekillerine anlamlar vermeye çalışıyoruz…
“Bak oğlum” diyorum. “Şurada elinde balon tutan bir çocuk var”
“Hayır!” diye cevap veriyor bana, “Bulut o, bulut!..”
“Görüyorsun incecik bir su sızıntısı, duvarlarımıza ne resimler çiziyor. Bence yeryüzünün en büyük mimarı:Su… Hiçbir engel tanımıyor, yıkıyor, geçiyor, gönlünce biçimlendiriyor…”
“Rüzgar da öyle baba, hatırlasana Gölcük’teki ağaçların dalları sürekli aynı yönden esen rüzgarın etkisiyle hep yana doğru yatmıştı. Hatta peri bacalarının oluşumunda yağmurun olduğu kadar, rüzgarın da etkisi vardı…”
“Haklısın rüzgar da öyle… Su ve rüzgar yeryüzünün iki büyük mimarı… İstedikleri şekilleri veriyorlar evlere, dağlara, kayalara, ağaçlara…”
“Birden, “sen de bana şekil veriyorsun baba!..” dedi oğlum…
Ne söyleyeceğimi bilemedim. Öylece kalakaldım…
Sevinmeyle üzülme arasındaki bir çizgide öylece kalakaldım…