- 1052 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ŞİİR VE GELENEK
Şiirimiz 21. asra üç ayrı kaynaktan beslenerek girdi. Bunlardan ilki ve en eski olanı “Halk Şiiri” geleneğidir. Eski şiir örneklerimize bakıyoruz, bunların tamamı halkın kendi duygularından doğan irticalen söylenen mısralar…İlk şekilleriyle saz eşliğinde terennüm edilerek söylenen bu şiirler, zamanla hususîleşerek, koşma, ağıt, ninni, mani şeklinde ortaya çıkmış, daha sonra Halk Şairleri tarafından “Koşma” tarzında geliştirilerek bir millî vezin şeklini almıştır. Bu tarzı günümüzde devam ettirenler çoğunluktadır. Halk Aşıkları, bu tarzı sazlarıyla besleyerek yaşatma çabası içerisindeler. Ayrıca, saz çalıp söylemeden de bu şiirimizin örneklerini verenler hayli fazladır. Zaman zaman çok da kaliteli şiirler görmekteyiz.
Bizim şairlerimizin önemli bir kısmı halk şiirinde iç mutluluğu çevresiyle bölüşmek isterken sazı aracı yapmışlardır. Şamanlar da İslâm öncesinde Türk topluluğu için aynı şeyleri söylüyordu. Onlar da kopuzlarını bağırlarına çekip hikmetli sözlerle kul ile yaratıcı arasında köprü oluyorlardı. Sözün gücü ilk insandan bu yana niteliğinden hiçbir şey kaybetmeden devam edegelmiştir. Bu gücü, şair kendine güven duygusuna dönüştürerek ruhî bir rahatlığa ulaşmaktadır. Halk muhayyilesinin sağdığı bu geniş imkânı başarıyla kullananlar yalnızca kendilerinin ve kendi dönemlerinin değil, daha sonraki dönemin insanlarının da müşterek dili ve gönlü olmuşlardır.
T.S.Eliot, “Gelenek çizgisinde olan eser gerçekten bir sanat eseri ise, aynı medeniyet içerisinde yaratılmış bütün eserlerin oluşturduğu organik bütün içinde yer alacaktır”, der. Ona göre, geleneğe bağlı olan bir şair, yalnız çevresel olan insan tecrübesinin değil, geçici olanın da şuurundadır. Bizim ana şiir damarımız oluşu bakımından, halk şiiri tamamıyla sözü edilen bu tür bir geleneğin imkânlarını kullanmaktadır. Halkın bir anlamda iç müziği olan bu şiir, onun rahatlamasını sağlayan bir gevşetici ilaç gibidir, bir sığınma aracıdır. Bunun yanında, şiirin bir de ahenkli sese dönüştürülmesi vardır; bunlar da türkülerimizdir.
Şiirin ilk etkisini sağlayabilmek için insanın kulağına ninni şeklinde sunulması, şaşırtıcı bir uzlaşmayı sağlar. Bu uzlaşma önce söyleyenin kendisinde oluşur. Gönlü ile aklı arasında. Sonra, başkalarının gönlüne ve aklına uzanır. Bizde bu öyle bir çarpıcı güzellik kazanmıştır ki, anne şefkatini dilinin ve gönlünün birleştiği manilerde çocuklarına aktarmış ve orada bu ninniye dönüşmüştür…Ninni, çocuğun o saf zeka coğrafyasına düşen ilk insan sözüdür. Yumuşak bir söz ve kuşatıcı bir ahenkle kucaklar bebeğin dünyasını…Anne şefkatinin o sınırsız heyecanı içerisinde yavrusunun yüzüne bakar ve inilti halinde mırıldanır: “Ninni bebeğim uyusun,/ Uyusun da büyüsün!” Çocuğun üç temel ilacı uyumak, yemek ve sevilmektir. Ananın çocuğunun bu temel içgüdüsünü ninniye dönüştürmesi bir sosyal realitenin ifşasıdır. Büyüme idealine adanmış çocuğun, şefkat, beslenme ve uyumaktan başka talebi olmaz. Ninniler bunun davetiyesidir. Okunmaktan çok işitilmek için varolan şiir ilk etkili gücünü bu bebeklerde gösterir ve oradaki yolculuğu ölümünün sonuna kadar uzanarak ağıtla noktalanır…
Toplumun parçalanmış hayatını kendi iç dinamiklerine kavuşturmak için hayatımızın her safhasına yerleşen şiirin, türkü olsun, ninni olsun, ağıt olsun bir sosyal fonksiyonunun varlığı onun gücünü de arttırmaktadır. Binlerce yıldır, bunun böyle süregelmesi, hayatın mistik şeması içinde şiirin gelenekten nasıl beslendiğini göstermesi bakımından önemlidir…
Şiirimizin bir önemli alanı da tasavvuf şiiridir. Tekke şiiri de denilen bu tarz, hem Halk hem de Divan Şiiri’nden etkilenmiştir. Bu şiirde, günümüzde yenileşme eğilimi pek görülmez ama modern tarzda söyleyenlere de rastlanılmaktadır. Bu şiir, türkülerin bir anlamda metafizik ürperti kazanarak ilâhîleşmesidir. Bakın mesela, Karacaoğlan’ın “İncecikten bir kar yağar, / Tozar elif elif diye, / Deli gönül abdal olmuş, / Gezer elif elif diye” türküsü bu tarzın küçük bir örneğidir. Okunan ilâhilerin çoğunda sözün heyecandan sıyrılıp teslimiyete yönelmesi, onu türkü’den ayırmaktadır. Değilse, iç form bakımından aynı esasları kullandıklarını söyleyebiliriz.
Burada önemli olan bir husus, bizim ilk mısraımızın şiir tarzında ortaya çıktığı günden bu yana, yalnızca Tekke Şiiri diyebileceğimiz bu Tasavvuf Şiiri muhteva bakımından kendi geleneğini oluşturmuş ve bunda, bugüne kadar herhangi bir çözülme olmamıştır. Türklerin Müslümanlığı kabul etmesinden sonraki dönemlerde başlayıp gelişen bu şiir ekolü, halkın ruhundaki ürpertiyi iyi deşifre edebildiği için sade vatandaş tarafından da, aydın tarafından da anlaşılıp kabul görmüştür. Yunus bu alanda her iki kesimin ortak değeri olarak asırlardır etkisini ve gücünü bunun için korumakta ve kendi etki alanını genişleterek bu alana yönelen şairlere de ilham kaynağı olmaktadır.
Divan Şiirini bu gelenek anlayışı içinde ikinci besleyici unsur olarak düşünüyoruz. O, özel bir tarz olarak bir dönem etkili olmuş ve şimdi edebiyat alanımızdan çekilmiştir. Buna rağmen, onun kalın hatlarının bizim şiirimizin iç disiplinine girmesi gerekir. Attila İlhan, “Divan şiirini bilmeyen, oradan beslenmeyen şairin kendi şiirini oluştursa da Türk şiirinde kalıcı bir yer edinmesinin mümkün olmadığını” söyler. Bu yaklaşım doğrudur. Divan şiirini bilmek, onu şiirine olduğu gibi aktarmak demek değildir. 7 asra yakın bir süre bizim edebiyatımızın ana omurgasını oluşturmuş bir şiiri sırf dilinden ötürü atamayız. Bu şiirden ses, imaj, ve muhteva bakımından faydalanan günümüz şairi Türk şiirine çok şey kazandırabilecektir.
Divan şiiri kendi döneminde, entelektüel hazzı kendi disiplini içerisinde topluma yayan bir çalışma alanıydı. Bu görüşü eleştirenler bulunacaktır. Bunların çoğunluğunun da halk şiirine sırtını dönmüş insanlar olması düşündürücüdür. Yani Divan Şiiri’ne, “Zümre Edebiyatı” diyeceksin, bu defa, hiç olmazsa, kendi millî tarzın olan Halk Şiirine de sırtını döneceksin. Bu, bir yerde halkın geçmişiyle ilintisini sağlayan iplerin koparılması demektir. Zaten bunları savunanlar da yenileşme hevesinde olan insanlardır.
Böyle bir ön yargıya rağmen bu şiiri, günümüz şiirinin altyapı kültürü olmaktan çıkarırsanız, bu şiirin beslendiği kanallardan birisini tıkamış olursunuz. Şiir farklı düşünceleri kendi ikliminin renkliliği olarak görür ama ideolojik saplantıları bünyesinde tutmaz. Bunun sebebi de bu tür şiirlerin geleneksel bir öze sahip olmamaları, günlük taleplerin ürünleri şeklinde ortaya çıkmalarıdır. O talep bitince, bu şiir de ayaklarını yerden kesmekte ve boşlukta kalmaktadır. Divan şiirinin kendi disiplini böyle bir hevese imkân vermediği için ondan beslenen şiirin günlük telaşı olmaz!.. Sezai Karakoç, serbest tarzda yazılan küçük aşk şiirlerini gazelin süreği olarak görür ve “Gizli bir aruz, gerçek şiiri içten besleyen, ses mimarisi, tarihin ölmez mirasıdır”, diyerek, bunu başaranların kalıcı eserlere imza atabileceklerini söyler.
Şimdi Batı tarzı şiirimizin gelenekle ilişkisine bakalım: Batılılaşma çabasına tam iki asrımızı verdik. Bu süre içerisinde ortaya çıkan nedir? Bana sorarsanız, bu alanda beklenen mesafeyi almış değiliz. Batı edebiyatı, bizim modern şiirimizi bizden saymıyor. Onlar, bu şiirin orijinallerinin kendilerinde bulunduğunu söylüyorlar. Bunda haklılık payları vardır. Çünkü, bir dönem, neredeyse, şiirlerini tercüme edip altına imzasını atanların olduğundan söz edilir…Sonra birileri bunları yeniden kendi asıl dillerine çevrilince hamakat ortaya çıktı. Bu bir geçiş dönemiydi, haydi bunu da boş geçelim. Ama yıllardır şiire terini dökenlerin, gecelerinin sessizliğine gömülen mısralarında, modernleşmeyi de gerçekleştirmiş olamadılar. Sezai Karakoç, “Yeteneği ilk uyandıran, bilinçlendiren, kımıldatan, onu harekete geçiren tarihî sosyolojik birikim, gelenektir. Bir yandan doğa, öte yandan gelenek yeteneği yerinden oynatır ve ona ilk denemeler yapma heves ve cesaretini verir”, diyor. Bu tespit, şiiri kendi seyri içinde düşünen insanlar içindir. Bizde öyle bir dönem yaşandı ki, gelenek demek, geçmişe bağlanmak, en azından oradan beslenmek ve birşeyler almaktı. Halbuki, bizde işi şiir aracılığıyla politika olanlar buna sırtlarını döndüler. Bizde yenileşme döneminin kendi gelişme çizgisini tutturamamasının ana sebebi budur. Böyle bir kaynaktan koparılmış olması ve ayaklarının yere basmamasıydı. Ritimle anlamın uzlaşmasını sağlayamayan çağdaş şairlerimiz, serbest söylemeyi sanki bir yeni çıkış yolu gibi gördüler. Gerçi serbest tarzda mükemmel şiirler oluşmadı mı? Oluştu elbette. Ne var ki, bu milletin duygu atmosferini birkaç şairle doldurmanız mümkün değildir.
Bizde, çağımızın, yaşadığımız asrın şairlerinin önemli bir kısmı, geleneğin o kuşatıcı etkisinden kurtulamadı. Serbest yazdıysa da, vezinde onu kullandıysa, anlamda geleneğin etkisinden kurtulamadı. Bunu, tamamıyla serbest yazanlarda bile görebilirsiniz. Bunun ana sebebi ise, şiirin tamamıyla orijinalliğini yerli duygu ve düşünceden almasındandır. Onun tercüme edilemeyişinin gerçek nedeni de budur…
Ruh ve beden sentezi olan insanın düşündükleri ile hissettikleri arasında zaman zaman farklılaşmalar olur. Bu farklılığı insanın lehine döndüren hep onun değerler ölçüsü olmuştur. Ruhundaki parçalanmadan dolayı kimliğini kaybedenlerin kişiliğini de kaybettiğini görürüz. Şiir çoğu zaman burada kurtarıcı rolünü üstlenir ve insan kendi başına döndüğü zaman yaşadığı ruh depreminde zararı en azla atlatabilir. Ölümlerde ağıtların önemi bunu göstermektedir. Yakınını kaybettiği için ıstırap duyan insan, ağıtlarıyla kendisini kontrole almış olur. Orada ifade edilen şeyler, gerilen iç dünyasını gevşetici rol oynar. Bu, bir nevi acılı bir masaj gibi bir şeydir. Şiiri böyle bir misyona taşıyan da onun sosyal muhayyile dediğimiz toplumsal değerlerin bütünü olan gelenekten beslenmesi gerçeğidir.
Bugün başarılı olanlara bakınız, bu üç ana kanalın imkânlarını alabildiğince şiirinde senteze götürdüklerini görürsünüz. Doğrusu da budur, buna ulaşamayan şiir bizim şiirimiz değildir!..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.