- 581 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KORKU ÜLKESİ TÜRKİYE
Korku Ülkesi Türkiye
Güzel ülkemiz, 1970’li yıllarda daha güvenliydi. Millet olarak pek çok değerlerimizi hem koruyabiliyor, hem sahip çıkabiliyor ve hem de rahatça yaşayabiliyorduk. Ne oldu da birden bire insanlarımız birbirine tahammül edemez oldu? Ne oldu da birbirimize düşman olduk veya edildik?
Makalelerimin bir kısmında Türk insanının imanı ve ahlaki yapısı üzerine pek çok oyunların oynandığından bahsetmiştim. Asırlar boyu bu millet dinine, bayrağına, kültürüne ve toprağına bağlı olarak yaşadı. Sağlam ahlak yapısı sayesinde dünyaya hükmeden millet olarak tarihteki şerefli yerini aldı. Ama Türkler üzerine oynanan oyunlar o kadar can acıtır olmuştur ki; kendi kimliğimizi bir tarafa bırakma noktasına getirildik. Başkalaştık adeta. Bu olumsuz (bana göre) gelişmeleri günümüz aydınları ilericilik, medeniyet ve Avrupalılaşma olarak milletimize yutturdular. İnsanlarımız, bu oynanan oyunların bir kültür emperyalizminin ürünü olduğunu uzun bir süre anlayamadı.
Milletlerin ahlaki değerleri ve aile yaşantıları kendilerine has özellikler taşır. Bu bakımdan milletlerin inançları, kültürleri ve yaşantıları birbirinden çok farklıdır. Bir milletin bir başka millete benzemeye çalışması; yani onların yaşam ve inanç biçimlerini kendinde uygulamaya çalışması; bir başkasının elbisesini giyinip, kendine yakıştırmaya benzer. Büyük bir özentiyle giyinilen bu yabancı elbiseler çok sırıtkan (aykırı) bir görünüm arz eder.
Başkalaşarak bugünlere kadar gelmiş bir milletin varlığına tarih hiçbir zaman şahitlik etmemiştir. Milletlerin tarihinde, soyun sürdürülebilmesi için ille de başkalaşmak diye bir mantalite mevcut değildir. Her millet, kendi özünden hareket ederek asırlar boyu varlığını sürdürmüş ve bugünlere gelebilmiştir.
Ülkemizin yaşadığı şu son günlerde, o kadar yürek yakan olaylar meydana geliyor ki, adeta insanlığımızdan utanıyoruz. Ülkemiz, bir taraftan PKK Terör Örgütü ile mücadele ederken; iç huzurumuzu kasıtlı olarak bozmaya çalışan bir takım organize suç örgütlerinin eylemleriyle de mücadele etmek zorunda kalıyor. İşlenen suçları üst üste koysak çeşitlilik bakımından herhalde 100’ün üzerinde işlenmiş suç listesi elde ederiz.
Suçların bir anda patlamasının elbette birtakım sebepleri vardır. Bana göre suç oranlarının sürekli yükseliş göstermesinin sebebi ülkemizde cezaların yetersiz olması; hatta deyim yerindeyse suçluyu ödüllendirecek nitelikte olmasıdır. Düşünün! Hırsız, soymak için bir evi hedef olarak seçer ve o eve gider. Ev sahibi hırsızın geldiğini gördüğünde kalkıp, ona müdahale edemez. Neden? Çünkü hırsızın yatak odasına girmesini beklemek zorundadır! Ev sahibi, hırsıza salonda veya odaların birinde müdahale ederse ev sahibi yasalara aykırı hareket etmiş olur. Bu durumda hırsız haklı duruma geçer. Bu kanun, akılları dumura uğratacak bir kanun değil midir? Bu kanun hırsızı cesaretlendirecek bir kanun değil midir?
Birkaç gündür “Taş Atan Çocuklar Yasası” ülke gündemine taş gibi oturdu. Bu konuyu ilgiyle takip ediyordum; acaba sonu nereye dayanacak diye. İşte, merakla beklediğim o gün, bugün kendini gösterdi. Cem Garipoğlu’nun, Münevver Karabulut cinayeti ile ilgili olarak; katil kişi, taş atan çocuklar yasasından faydalanıp, cezasının 1/3’ünü çekip, çıkabilecek! Taş Atan Çocuklar yasası kimler için ve niçin çıkartılmıştı, hatırlayalım! Bu yasa, PKK Terör Örgütü’nün para karşılığı örgütlediği çocukları kapsıyordu, öyle değil mi? Devletimiz, bu çocukları tutup, eğitecekti. Devletine ve milletine faydalı bireyler haline getirecekti! Şimdi, Cem Garipoğlu’nun işlediği suç ile bunun ne alakası var, bunu anlamış değilim! Sorun yaş ise; o zaman işlenen suçları niteliği bakımından birbirinden ayırt etmek gerekmez miydi? Cem Garipoğlu, Münevver Karabulut’a taş atarak, kazara mı öldürdü? Bu konu tamamen işlevsel olarak kendi içinde değerlendirilmeliydi, ama maalesef öyle olmadı, olamadı.
Bir başka olay: Yine hatırlanacağı üzere, bir otobüs Molotof kokteyl atılarak yakılmıştı. O olayda Serap isminde bir kızımız yanarak can vermişti. Bugün bu olayın failleri tutuklanıp, yargılanıyor. Bu cani kişilerde Taş Atan Çocuklar Yasası’ndan faydalanıp, cezalarının 1/3’ünü çekip, salıverilecekler! Serap’ın annesi feryat ediyordu: “Allah’ım! Yüreğim yanıyor! Bu nasıl adalet…” Serap’ın ağabeyi de şöyle feryat ediyordu: “Bu acıyı bedenen yüreğimde hissediyorum. Yüreğim cayır cayır yanıyor. Bu nasıl bir ülke, bu nasıl bir adalet. Kardeşimi yakanlar, an-nelerine gidip, ben geldim anne diyecekler, ama kardeşim Serap, anne ben geldim diyemeyecek. Adalet…”
Organ mafyalarının alıp götürdüğü minicik yavrularımız, parçalar halinde nehirlerden toplanıyor! Aileler, çocuklarının geleceğinden endişeli! Aileler, çocuklarını okullara bile gönderirken yürekleri titriyor. Okul çevresini kuşatan uyuşturucu çeteleri, yavrularımızı tehdit ediyor. Yavrularımızın geleceği birkaç gram esrara eş değer görülüyor. Yakalananlar, maalesef hak ettikleri cezaya çarptırılmıyor; arz-ı endam ederek aramızda dolaşmaya devam ediyorlar. Uluslararası fuhuş çeteleri, ithal fahişeleri ülkemize getirip, pazarlıyorlar. Müşteriler, hayretle görüyoruz ki; elit insanlar! Büyük Önderimiz Kemal Atatürk’ün istirahat ettiği, bazı zamanlar önemli kararlar aldığı Savanora ne utanç vericidir ki; fuhuş gemisi haline getirildi. Kimler tarafından ve hangi amaçlarla bu hale getirildiği bilinmektedir.
Bir okul hademesinin bir erkek öğrenciye tuvalette tecavüz ettiği iddiası ülke gündemine bomba gibi düşmüştü. Sanık, bu suçu işlemediğini söylemişse de bir süre tutuklu kalmış, daha sonra çocuğun annesi vicdanının rahat etmediğini ileri sürüp (bu nasıl vicdan ise) akılları yerinden oynatacak bir itirafta bulundu. Kadın diyordu ki: “Hademe kişi suçsuz! Oğluma üç yaşından beri dedesi ve dayısı tecavüz ediyordu” Yukarıda da söylediğim gibi, bazı hadiseler bizi insanlığımızdan utandırıyor! Bu olaya ne demek lazım veya nasıl yorumlamak lazım? Bu kadın, suçu bir hademeye atmakla oğlunun yıllarca tecavüze maruz kalmasına sebep olmuştur. O nasıl bir dededir ki üç yaşındaki torununa tecavüz edebiliyor? O nasıl bir dayıdır ki yeğenine üç yaşından beri tecavüz edebiliyor? O nasıl bir annedir ki bu iğrençliğe yıllarca seyirci kalabilmiş? Bunların yaptığı insanlığa sığmaz. Hatta hayvanları dahi utandıracak bir suç şeklidir. Yüce Rab, bu hayvani varlıkların şerrinden cümlemizi korusun.
Caddelerde dolaşmak büyük bir cesaret istiyor artık. Her an bir çöp ku-tusundan bir bomba patlayabilir! Otobüste, trende her an karşımıza bir suç makinesi çıkabilir! Çarşıda, pazarda her an çantamızı veya cüzda-nımızı bir kapkaççı alıp kaçabilir, aman dikkat! Ya da kendi halinizde yolda yürürken, bir balici karşınıza çıkabilir, para ve sigara isteyebilir, aman dikkat! Bu konuda başımdan geçen ilginç bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum: 15 Haziran 2006 tarihinde eski Millet Meclisi önünden Yenimahalle dolmuşlarının hareket ettiği durağa gidiyordum. Önümde üç bali çeken gencin bir adamı hırpaladığını gördüm. Adam şaşkındı ve ne yapması gerektiğini kestiremiyordu. Gençler, adamın cebine ellerini sokuyor, bir şeyler arıyorlardı. Ben, yavaş adımlarla gençlere yaklaştım. Gençler, adamdan bir paket sigara ile bir miktar para aldılar; adam arkasına bakmadan gitti. Gençler bana yöneldiler. Benden sigara ve para istediler. Ben gençlerden birinin yüzünü okşayıp sevdim ve dedim ki: “Sen ne güzel bir delikanlısın. Pırıl pırılsın. Neden böyle çirkin şeyleri kendine yakıştırıyorsun? Ben sana sigara da alırım, harçlıkta veririm, ama bu yaptığınız çok çirkin. Aslan gibi gençlersiniz. Neden gidip çalışmıyorsunuz? Neden insanlara musallat oluyorsunuz?” Genç bana dedi ki: “Sen çok iyi bir adamsın. Hiç kimse bize böyle davranmıyor. Hiç kimse bize iş vermiyor. Bizim ailemiz yok. Biz, Yenimahalle köprüsü altında sabahlıyoruz. Bazen yürüyerek terminale gidiyoruz ve orada sabahlıyoruz. Bazen de hastanelerde sabahlıyoruz. Ne yapalım, elimizden tutanımız yok” Çocuklara bir paket sigara verip, oradan ayrıldım. Olaydan çıkartılması gereken pek çok dersin olduğunu düşündüm. Bu konuları ele alan “Gençlik Projesi” adlı makalemi yazıp, okuyucusu ile paylaştım.
Ülkemiz, suçların özgürce işlendiği bir ülke haline gelmiştir. Gördüğümüz şudur ki; maalesef yasalar caydırıcı değil, suç oranlarını artırıcı niteliktedir. Bu yasaların, AB uyum yasaları adı altında çıkartıldığını da biliyoruz. Ama bu yasalar, ülkemizin sağlıksız ve güvenliksiz bir ülke haline gelmesine sebep oluyor. Bize bu yasaları dayatan ülkeye bir bakalım: ABD, yıllarca idam cezası uygulayan bir ülkedir. Demek ki ABD, ülkesi için bazı suçlar için idamı şart görmüş. Çin, bildim bileli idam cezası uygulayan bir ülkedir. Demek ki bu ülke de ülkesinin birliği ve dirliği açısından, suçların artmasını önlemek amacıyla idam cezası uyguluyor. İran’a bakalım: İran, Şeriat yasalarıyla yönetilen bir ülkedir; ancak idam cezasını ülkesinin selameti açısından şart görüyor ve uyguluyor. Ben, ülkemizde her cezaya idam hükmü getirilsin demiyorum. Devletimizin ve milletimizin bekasına kast edecek ihanet niteliği taşıyan suçlar için bu cezanın uygulanmasının gerekliliğine inanıyorum.
Bir toplumda suçlar neden çoğalır? Bana göre bunun maneviyatla ciddi şekilde bağlantısı vardır. Düşündüğümüzde, yüreğinde Allah sevgisi taşıyan bir kişi, Allah’ı incitmekten ve onun gazabını üzerine çekmekten korkar. Allah’a karşı büyük bir saygısızlık yaptığını düşünür ve bahsi geçen suçların hiç birisini işlemeye yüreği (vicdanı) el vermez. Bu bakımdan, insanların polisi daima vicdanları olmalıdır. Şayet, insanların yüreklerinden bu inancı çeşitli projelerle söküp alırsanız, o toplum ruhen ve ahlaken çöker. Dolayısı ile her türlü rezaletin ve vicdansızlığın cirit attığı kokuşmuş bir toplum ortaya çıkar.
Aslında biz böyle bir toplumuyduk? Biraz gerilere gidip, tarihin sayfalarını birer birer çevirdiğimizde bu toplumsal yapının bizimle hiçbir ilgisinin olmadığını rahatlıkla görebiliriz. Osmanlı döneminden üç örnek verebiliriz. Büyük Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim, Mısır seferi sırasında bir üzüm bağında ordusuna mola verir. Askerler, üzüm bağına gelip, üzüm yemeye başlarlar. Bunu gören bir asker durumu derhal Yavuz’a bildirir. Yavuz, hiddetle yerinden kalkıp, olay yerine gelir. Gördükleri, kendisine anlatılan gibi değildir. Askerleri, üzüm salkımlarının yerine akça takıyorlardı. Yedikleri üzümlerin bedellerini bu şekilde ödü-yorlardı. Yavuz, bu olayı bildirene dönüp şöyle söyledi: “Vallahi, asker-lerim üzümlerinin bedellerini ödememiş olsaydı, bu seferden vazgeçerdim” Buradan çıkartılacak çok önemli dersler vardır. Yavuz, haram batağına batmış bir ordu ile sefer yapamazdı. Çünkü Yavuz’un yaptığı sefer aslında cihat idi. Cihat’a giden yolda asla harama bulaşmamak esas kabul edilirdi. Bir başka örnek; Çağ açıp, çağ kapatan Padişah olarak tarihteki onurlu yerini alan Fatih Sultan Mehmet, tebdili kıyafetle çarşı-pazar dolaşır. Bir esnafa uğrayarak bir kalıp sabun ister. Esnaf, padişahı tanımaz ve der ki; “Ben sabah siftahımı yaptım. Henüz siftah yapamayan esnaf arkadaşlarımız var. Gidin, onlardan alışveriş yapın” Bir örnek daha verelim; Osmanlı dönemi esnafları, vakit namazlarını kılmaya giderlerken, hiçbir zaman dükkânlarını kilitlemezlerdi. Bu durum bir papazın dikkatini çeker ve der ki: “Neden dükkânlar ardına kadar açık?” Yanındaki der ki: “Türkler böyledir. Onlarda hırsızlık asla olmaz. Onların inançları buna engeldir”
Şu güzelliğe bakın! Şu insanlığa bir bakın! Elbette bu örnekte de pek çok ders çıkartılabilir. Toplum olarak, insanlar birbirlerinin hak ve hukukuna harfiyen riayet etmişler. Kul hakkı, haram ve helal hiçbir zaman birbirine karıştırılmamış. Bu güzel ahlak yapısıyla yüzyıllara hükmeden, dünyaya yön veren ecdadımızın mayası işte böyle yoğrulmuştur.
İslam ahlak anlayışında ve toplum düzeninde çok basit gibi görünen bir konu daha vardır. Bunu insanlarımızın hemen hepsi günlük hayatında mutlaka uygular, ama manasını ve faziletini pek düşünmez. Müslümanlar, bir işe başladıklarında besmele çeker. Bir kişi ile karşılaştığında da “Selamünaleyküm” der. Bu kelimenin, aslında bu duanın anlamı; “Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerine olsun” demektir. Besmelenin insanlara verdiği mesaj ise; “Benden size zarar gelmez” Bu durumda birbiriyle karşılaşan yabancı veya tanıdık kişiler bu selamlaşma sayesinde birbirinden emin bir şekilde işlerine veya yollarına devam ederler.
Geriye dönüp baktığımızda; öz değerlerimizden fersah fersah uzaklaştğımızı görebiliriz. İşte bize düşen görev, kaybettiğimiz o güzel ve yüce değerlere tekrar sahip olmaktır. Onu yakalayabilmek için Avrupalının ipine değil, kendi özümüzden kopup gelen değerlere bağlanmalıyız. Çünkü özümüz bize asla ihanet etmez. Çünkü özümüz bize yalan söyleyemez. Özümüz kendimiz demektir. Bunu çok iyi tahlil eden Cennet mekân Mehmet Akif Ersoy şöyle demiştir: “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar…”
Halit Durucan
Emekli, yazar
[email protected]
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.