Soruyorum Düşünüzün Rengini
Birazdan biriyle buluşacağım, epeydir mektuplaştığım ve bu sayede biraz olsun tanıdığım biriyle ilk kez görüşmüş olacağım. Bu çağda bu teknoloji varken birbirimize gözükmemizin nedenleri vardı elbette. Bir dolu paylaşım sitesi, ulaşım şekli olmasına rağmen, böyle olsun isteyen bir kadına rastlamış olmak bile beni heyecanlandırıyordu. Şimdi size bu durum abartılı bir romantizm olarak gelmiş olabilir, hatta içinizden abuk şakalardan biriyle karşılaşacak bu şapşal diye düşünenler de çıkabilir. İleriye gidip onun bir kadın değil gizli bir eşcinsel hayranım olduğunda ısrar edeniniz bile olacaktır.
Düşünüyorum; pespaye çoğunluğun içinde parıldayan pembe entarisiyle bana gülen bir Çingene olduğunu mesela, kalın çerçeveli gözlüğünden utanan ama çaresizlikten yapması gereken bir dolu şeyi ile kardeş bu ayrıntıya takılmayan kıvırcık esmer dilber olsun isterse.
Düşlüyorum; beni sevmenin yüz çeşidiyle şımartan o türküdeki gibi güzel değil kendini sevdiren bir kumral olmasını ya da okumaktan gözü erken bozulmuş bir entelektüel afet olmasını düşlüyorum.
Yazdıkları geliyor aklıma, yine eriyorum. Avuçlarında bir baharı keşfetmeyi arzuluyorum. Yanakların ne de beyaz demeyi, ellerin umduğumdan daha masum demeyi umut ediyorum. Ona ‘böyle hoş bakıyor olman benim için büyük şans’ demek istiyorum. Bu tip cümleler sonrası elmacık kemiklerinin kızarmasını izlemek ve iyi ki demek istiyorum. Yazdıkları geliyor aklıma, yine titriyorum.
İçini bu denli billur anlatabilen bir kadın okumamıştım daha önce. Hem bir yumruk gibi sizi darmadağın edebilen hem de köpük banyosunda yüzdürebilen yumuşaklığı bir arada kullanabildiği kalemi ile harikalar yaratıyordu. Her gelen mektupta aynı duyguya kapılıyordum. Hiç bitmesin, sürekli okuyayım istiyordum.
Hiç görmediği birini sırf yazdıklarından, mektuplarından bu denli çok tanıyabilmek nasıl mümkün oldu bilemiyorum. Tanışmamızdaki tesadüflerin doğurduğu bir gizem hep vardı üzerimizde. Hep bir anlaşılmazlık, şaşkınlık hâkimdi ilişkimizin gidişatına. Birbirimizin göğsüne yaslanıp yıldızları seyretmek istememiz bundan. Suratımıza düşecek ilk çınar yaprağından korunak yapmaya söz verdik birbirimize. Sevdamızın tazeliği için, umutlarımızın hep yeşil kalması için bir korunak olacaktı bu. Ağaç kovuğu kadar sıcak, ana kucağı kadar şefkatli bir masal evi olacaktı. Huzur içinde onun uzun saçlarını tarayabileceğim bir sandal gibi salınacaktı aşkımızın dalgalarında. Belki bir ağaç ev, belki bir balkon hamağı olacaktı. Şişirirken bademcikleri helak eden bir bot belki, ıssız bir ada, gizemli bir orman ya da…
Böylesi marjinal iki insanın bu buluşması için yer önermenizi isteyeceğim sizden, lütfen aşağıdaki boşluğa kurşun kalemle yazınız.
Kadıköy Balon Cafe geldi ilk aklıma, gökyüzüne yükselip boğaz manzaralı, esintili bir buluşma hayal ettim. Dalga geçeceği hissine kapılıp bundan hemen vazgeçtim. Zorlama ritüellere o da benim gibi soğuk bakanlardandı.
İçten, kendiliğinden keşfedilmiş, yapay olmayan daha gerçek bir yer olmalıydı. Tutuşan gönüllerimize uygun, şarkılarımızı rahatça söyleyebileceğimiz, mümkünse ağaçlıklı, ferah, deniz gören bir portakal bahçesi olsa yeterdi yani.
Aranızda gülümseyenler olduğunu hissediyorum, ‘adama bak daha ne olacaktı yani’ dediğinizi duyarak. Bazılarınızın da ilk günden bedavacı olduğunu belli edecek acemi âşık demenize alınmıyorum. Çok duydum bu tip tepkileri, zenginliğin markalarla belirlendiği dünyaya bugün girmedim. Lüksün her türlüsünü yaşamış olmanın, o dünyadaki bir dolu mutsuz olduğunu bilmenin huzuru ile bakıyorum hayata. Durgunum, dinginim ne istediğimi de bildiğimi sanmak moral veriyor bana. Küçük paylaşımların bedenimize verdiği hazla yetinmenin güzelliğine inanan bir kadın bulmuş olmanın heyecanı sarmışken benliğimi, böylesi birkaç densiz yaklaşımı takmayacağım elbette kafama. Gülüp geçeceğim parmağımla işaret ederek, birkaç kez gidip geldiğim yolları gösterirken o haz düşkünlerine. Alın diyeceğim bu dünya sizin olsun, bana o küçük bahçe ve içinde yetişecek birkaç çiçek yeterde artar bir ömür boyu. Alın otobanlarınız sizin olsun, alın gidin arabalarınızı son sürat, alın son model gereçlerinizi, alın gidin istediğiniz köşkün cumbalarına, için dilediğiniz pahalı içkiyi böğürerek kusana değin…
Sizden tek ricam arkadaşım geldiğinde bizi yalnız bırakmanız.
Batı Karadeniz’in hemen başlarındaki o mor menekşeleriyle ünlü longozun sessizliğini özlemiş iki sevgili adayını rahatsız etmeyin lütfen. İnternetten longozun ne olduğuna bakanlarınız vardır şu an. Oysa sözlüklerden bakmanızı önereceğim size. Kitapların kokusu, dokusu unutulmamalı. Onlar her mevsim başka kokar, her yıl deri değiştirirler. Elinize aldığınızda başınızda ışıklı hareler peydahlanır, sizi en mutlu günlerinize götürme garantili seyahat acenteleridir kitaplar.
Çok klasik bir sorudur ya ‘peki seni nasıl tanıyacağım’; biz çiçekleri dalında seven iki insan olarak, saksı çiçeği ile buluşmaya gelmeyi tercih ettik. Hiç gülmeyin sabahtan beri kucağımda taşıdığım kauçuğun, gülümser gibi keyifli salınışlarını görseniz ne iyi etmişsin derdiniz. Elbette devasa bir saksı değildi bu, küçücük dört yaprağı ile çok sempatikti hatta. O da aynı boy bir kauçuk getirecek ve buluştuğumuzda çiçeklerimizi değiştirecektik. Çiçeğin cinsini ben seçmiştim ama bu değiş tokuş önerisini onundu. Çok sıcak bir fikirdi tıpkı kendi gibi.
Uzun tartışmalar sonrası buluşma yerimizi netleştirmiştik. Onun doğduğu evin önünde, çocukluğunun geçtiği mahallede buluşacaktık. Birkaç bina dışında tüm sureti değişmiş sokağında görecektim onu ilk kez. Anlatım yeteneği sayesinde gözümde canlanan okul duvarının eski hali ile şimdiki arasındaki farkları konuşacaktık belki önce. Ben gözlerine bakmaya korkan yanımla, ‘öpsene oğlum kızı’ diyen haylazlığım arasında gidip gelirken, titreyen ellerimle ona aldığım hediyeyi uzatacağım. Sanırım ilk kez el ele tutuşmamız da tam o an gerçekleşecek. Tedirginliğimi fark eden iç sesim gürleyecek.
—Sen adam olmazsın, ne bu ergen hallerin yahu.
Bu tonlama beni uzun yıllar önceye götürüyor. Lise zamanlarımda doğum günüm için bizde toplandığımız bir güne. İlk aşkımın sadece elini tutmakla ölecek gibi olmanın o doyulmaz tadının yaşandığı yıllara yani. Çay demlemek için mutfağa gittiğimde peşimden gelen o güzel kızın hayali karşımda işte. Sırtını dayayıp duvara bana bakıyor. Ben onun bu ‘beni öp lütfen’ bakışını on yıl sonra anlayacak kadar safım o zamanlar.
—Ne o geldin mi dediğime, böyle yanarsın işte beni dinlemezsen.
Sandığınız gibi değil, hiçbir zaman diliminde bu hallerim için pişman olmadım. Genel erkek tarifinin ülkemizdeki yansımalarına uyumsuz olmak bana aksine şeref vermiştir. Romantizme inatla inanmak, kadına gerektiği kadar ve insan olduğu için değer vermek neden utanılacak bir şey olsun ki.
—O kız neden senden uzaklaştı dersin, bir düşün istersen.
Bu kadar süre sonra çok da umurumda değil artık.
—Sen onu benim külahıma anlat.
Gider misin başımdan, birazdan nefis biri ile görüşeceğim. İnsanın pis yanı bırakmaz yakasını bilirim. Boşuna bu def etme çabam. Duracak göğsümün bir yanında ilelebet bilirim, kafa göz yararak ettiğimiz tartışmalarda hep çelmeye çalışacak beni kendinden yana. Altını çizerek, güzel örneklemelerle ikna etmeye çalışacak beni her daim. Şimdiye kadar hep böyle oldu. Ben direndim, o yılmadı. Her defasında bir kulp takıp şeytanlıklarına bana şirin gözükmeye çalıştı. Bazı anlarda yenik düştüğümü de itiraf etmeliyim. Doğruların göreceli, değişken, yenilenen şeyler olduğu düşünülünce; zaman içerisinde zayıf olduğunuz anlarda, çizginin öte yanına tatlı ziyaretler yapmak affedilemeyecek bir şey olmasa gerek.
—Hah hah hah, demek bana da yalan söylemeye başladın. Ya da zayıf olduğun anlar öteki zamanlardan çok daha fazla.
Sırdaş olduğumuzu sanıyordum. Gerçi insan ne denli gizlenirse o kadar içine düşkün oluyor. Ve bu sandığınız kadar eğlenceli bir durum değildir. Çok ağırdır baş başa kalınmış kendinizin size söyledikleri, kırar geçirir, hırpalar insanı. Birçok kez de bu posadan hoşlanacak birini bulamazsınız etrafınızda. Pelte gibi bakınırken hayata, tüm dünya üstünüzden geçer…
—Tamam, amma sulu göz oldun be, seni bugünlük rahat bırakıyorum.
Biraz daha rahatlamış olarak, adımlarında kararlılık hissedilen bir savaş kahramanı edasıyla bilmediğim bir semtte dolanıyor ve adresi arıyordum. Esnaflarla sohbet etmeyi sevdiğimden, konu konuyu açıyor yol tarifi alırken birden kendimi çakmak doldururken ya da çorba taşırken buluveriyordum. Belimde önlüğümle çay dağıttığıma yemin edebilirim. Bir dükkânın önünde ceviz ayıkladığım da doğrudur. Ustası geciktiğinden soğukta kapıda kalmış çırağım şimdi. Yediği azarları umursamayarak, işi öğrenme sevdasına küçük yaşında çocukluğunu unutmaya zorlanan o sarışın berber adayıyım.
—korkuyorsun, bu yüzden de bahaneler bulup bilerek geç kalıyorsun.
Anlaştığımızı sanıyordum. Tamam, biraz abartmış olabilirim ama bunu sevdiğimi sen de biliyorsun. İnsancıl olduğu için de anlamakta zorluk çekiyorsun. Nerdeyse gelmek üzereyim zaten. Beş dakika gecikmeden ne çıkar. Köşedeki markete sokağı soracaktım ki, aşırı bir kalabalık dikkatimi çekti. Bağrışmalar, siren sesi, feryatlara bakacak olursanız az önce bir olay olduğunu düşündürüyordu her şey.
Trafik durmuştu. Bir kadını ambulansa bindiriyorlardı. Hızla hareket etti araç, sirenin sesi yerdeki çiçeği işaret etti. Saksısı kırılmış, toprağı bir mezar gibi üstüne devrilmiş bir çiçeği görmek için kırk yıl beklemek gerekir bazen.
Saçları kaldı aklımda bir tek. Siyah kıvrımlı uzun saçları…
Ocak ortası 2010
Nadir
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.