- 969 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
Tuzla Kavurursun Sanki İçini…
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Gece olur, ışıklar söner, dar bakışlar dolaşır odaları…
Açık renk duvarlarında, tavandan sarkan ışığı yakmak istersin, bir ara duraklarsın, elin gitmez ışığı yakan anahtara doğru, biraz daha karanlıkta dolandırmak istersin gözlerini kısarsın…
Dar zamanlarına atarsın hayatın içine doğru kendini…
Bir düşünce pervanesi döner gözlerinin önünden, rüyalarından korkarcasına açık tutarsın göz kapaklarını, yalnızlığın bütün gizemini içine saklarsın
ve
korkuların kol gezdiği gece yalnızlıkları odana doluşur, öksürmek bile istemezsin ve karanlık kuşları gibi geceyi görmeye uğraşırsın…
Her baş bir yastık içindir…
Oysa,
huzuru aradığın an, başını yastığa gömdüğün andır, diyerek kasarsın kendini…
Ne ileriye bakmaya, ne de geriye dönüp anılara gömülmeye cesaretim yoktu…
Geceleri uçar yalnızlık kuşları dersin ki, baş edemediğin sevdanın hazin kollarında usulca bulursun kendini…
Usulca nefes almaya çalışırsın, ürkmezsin, bakışlarını ve kendini zavallılaştırarak bütün hıncını yine sevdadan çıkartırcasına hıçkırmak istersin…
Her günün uzun boyu gecenin uzamış karanlığına atar yalnızlık çerçevelerindeki bedenleri…
Belki kimsesizliğine haykırmak istersin, belki de sana diklenen sevgine, acınası cümleler söylemek istersin ki onu da acıtmak istemeden…
Karanlıkların kol gezdiği sessizlikte, özlemlerini kovalarsın hışırtısız dönüşlerindeki beden ağırlığını yatağının bir ucundan diğer ucuna atarken…
Kendi ağırlığın kendinde nefrete döner…
Beden ağırlığının baş gösterdiği zamanlar yalnızlıklaştığın zamanlardır…
Peşine takıldığın cümleleri kovalayan diğer cümlelerin hızı bastırır geçer gider birbiri peşi sıra…
Ben yoksullaştım bu hayatın duygusal ağırlığı karşısında dediğinde ise pişmanlıkların seni tekrarı olmayan yaşanmışlıklarının arayışına koşturur…
Gelip geçen zamanların ve de yılların ardında kalan bedeninin acısını da yine bedenine yüklediğinde
bir kez daha, bir kezine daha vurulursun, bağışlanmaz hatalarınla…
Senden kalan unutamadıklarımdır dediğin gözlere özlem duyarak haykırdığın bu cümle alır götürür
seni çölün yalnızlık duygusuna savurur atar…
Ben kimdim, sen kimdin, hayatımızı masum düşüncelere bağlamış iki canlı yürek, hayatın bütün çivilerini karşılıklı sökeceğiz dediğimiz, birbirine koltuk olduğumuz iki can…
Ne bedeller ödenmişti bu beraberlikle yaşayabilmek için…
Sen gözlerimdeki bakışlarımın sahibisin dediğimiz dudaklarımız birbirimiz için titrerdi…
Dudaklarımızın masum titreyişlerindeki sebep, yüreğimizin sevgi kilitlenmeleri ile cebelleşmesindendi…
Ne doya doya sevmeye zamanımız oldu, ne de kana kana ağlamaya imkânımız oldu…
Her şey başladığının şekliyle terse döndü…
Hayatın bütün kıskançlıkları zavallı sevginin üzerindeydi
Ve
biz her zorluğun karşısında ağlamalara sığınan bedenlerdik…
Birbirimizin omuzlarına başımızı gömerek ağlamaların da güzelliğini yaşarken, ellerimiz kuvvetle tutardı birbirlerini…
Sevgiyle ağlaşmak da hazzı yüksek bir olguydu… Severken ağlamak da kaderin ta kendisiydi…
İşte önemini anlayamadığımız güzellikler belki de burada gizemini korumuştu…
Seni sevmek,
ağlamak veya gülmekle de güzeldi…
Şimdi hepsi mavi mürekkeplerle sayfalara dökülüyor ki bu da iç sızısı yaratıyor bedenimde…
Ben seni sevdim… Sevebileceğimden de çok sevdim…
Ve
bu sevmelerimle, gülebileceğimden de çok güldüm…
Ama
ağladıklarım,
ağlayabileceğimden de çok fazla oldu…
Ve
hâlâ,
ne sevmelerim,
ne de
ağlamalarımı bitirebiliyorum, affet beni sevgim… Affet…
Bir sonluk başlangıcının hesabının kaldırılması gibi bir uğraş bu…
Tek başınalıkla baş etmenin tek kalmış çözümü…
Teklik ve de yalnızlık, bir bensizlik bu sensizlikle tek kalış…
Dövüş yok,
savaş yok,
vurup kırmak bu sadece kendine acınmak,
bağrınmak,
kendinle baş başa kalıp,
dövüşememek…
Acizlik belki de,
yalnızlığın ta dibi…
Belki kimsesiz sanmak,
kendini,
bir eksiklik,
bir savruluşun ilk basamağı
ve
güven duygusunun hüsrana uğratılması gibi bir şey
ki
sadece,
peki dersin hayatın bütün dikenlerine…
Ve
yaralarını sadece sen,
sanki tedavi etmek için,
bastırırsın…
Ve de
bastırdıkça daha, daha da canın yanar,
ellerini boşluğa doğru kaldırır,
bu kadar çaresiz miyim ki dersin…
Ben seni bu kadar zorlamak istemezdim, hayat dediğinde de
artık çok geç ve de geç kalışsındır…
Tuzla kavurursun sanki içini…
İçin dışına çıkar
ve
kusmak bile istemezsin…
Zor günlerin zor zamanlarını yaşarsın,
ben sensiz ne yaparım derken…
Aslında biraz kinlenirsin…
Ve
gömersin kinlerini darlaşmış içine…
Yalnızım hayat, koyuver beni yalnızların arasına,
demek istersin…
Gittiği her yer yabancıdır ona…
Ve
her kes yabancı,
belki de o yerde kendi kendine yabancı…
Sırtında taşıdığı torbalar dolusu anı ve cümle var beyninde uçuşan…
Belki de o da her gittiği yerde herkese yabancı, her kes ona yabancı…
Artık kendi kendinden ürküyordu, her isteğinin dışında bir yabancı gibi kalıyordu…
Bazen sevginin içinde kalmış hissedersin kendini, ama zaman seni dışlamıştır ve bir bakarsın aslında hiç içine girememişsindir…
Ardına baktığın onca yılda yanıltmıştır sevgilin seni, sevmelerin ardına sığınan sevgili dışlamıştır seni...
O hesapsız yılları ardına almış, mutluluk artık gölgelerin ardında kalmış bir karartı bile değildir…
Kendini kendine savunmasız hisseder ve attığın her adımın bedelini kendine çıkararak, kör bir görüşün ardına saklanırsın. O artık kendisi bile kendini, kendinden atmak ister…
“Bana bir şey olursa üzülür müsün” der, ansızın… “Üzülür müsün? ”
Garip bir soru bu…
Biraz geçmişe pişmanlık, biraz da geleceğe kurgu düşüncesini öne atan, bir cümle…
Bir yabancı söylese güler geçersin,
ama söyleyen canına can katansa,
ömrünü adadığın insansa,
yüreğinin içindeki gizli saklınsa,
bir nefesi için tereddütsüz can vereceğinse işte o zaman gülmelerin endişeye dönüşür…
Ne oldu sana, ne olacak sorusunu bile sormaya cesaret edemezsin…
Uğruna kaç damarının kanını boşaltacağını bile düşünmediğin canınsa, işin daha da zorlaşır ki baş edemezsin kendinle iç hesaplaşmalarındaki endişelerinle…
Kaybetmeye alışık insanların, kaybetme korkuları törpülenmiştir…
Kaybetme korkularına düşmemiş insanlar ise, bu korkuyla karşılaştıklarında, savunmasız ve çıplak kalır…
Kendini tabanına ışık düşmeyen bir ormanda gibi hisseder bir anda…
Ayaklarına dikenler batanın ise, içinin bütünü kanar sanki…
Ve sanki zehirli bir yılan ısırmış gibi bedensel ve de ruhsal canı yanar…
Ve yabanıl bir hayvanın başıboş koşması gibi, dağınık bir koşuşturma başlar hayata karşı…
Kaybetmiş ve yaralanmıştır artık. Canının yanmalarının ölçüsü de bilinmez olmuştur…
Her şey, beklenmeyen her şeyin beklenmeyen zamanları yaşamın olur sanki…
Hayat zordur be arkadaş, derken bile içi titrer…
Hayat beklenmeyenlerle zorlaşır…
Hayat ihtimal dışında kalanlarla zorlaşır… Ve savunmasızdır insan…
Sevdiğimin gölgesine sığınmışım…
Bir gün…
Bir gün gece vakti,
ölümü beklerken,
sıkıntıdan,
yüreğim dağılırken,
kaybolmuşluğa dair,
sen,
onlar,
diğerleri
ve
hayatın bütün hüsranları,
dizilmişken gözümün önüne,
bir sen çıktın ortaya,
bir de yalnız ben,
rüyalarla avunan,
sonra,
sonra da söylediklerin dizildi gözümün önüne,
boş verdim,
can derdi ya, hepsi boş kaldı…
Ve
ve de
özlem düştü bir yerlerden, birkaç yerime…
İşte,
işte boş veremediğim,
iç sızısı…
Kinlenmişim sana,
öfkelerim ufak kalmış,
sevdiğimin gölgesine sığınmışım,
başım belâlarda…
Bir off çekmek düştü içime,
boş vererek ah dedim ahh,
can derdi ya,
silindi geçti hepsi,
sadece, sadece,
bir özlemek kaldı geriye…
Bir de,
bir de,
tek nefeslik bir küçücük can…
Ayrılıkları dizseler yan yana,
upuzun bir ip çıkar ortaya beklemekle… Beklemekle…
Artık her şarkı, her cümle seni bana anlatsa da, yorgun düşünceler çaresiz bir umutla okur her satırı,
dinler her seni anlatan tınıyı…
Belki de kayıplar ormanıdır bu bir tek nefes almaya çalışılan yer…
Işık düşmeyen orman diplerinde gölgeni aramak kadar bedenimi ve de aklımı çaresizleştiren ne var
diye düşündüğümde ise, zavallılaşmanın kürekleri ile okyanusun uzaklarına gitmek gibi bir şey gelir takılır dermansız benliğime…
Oysa kaybolmuşsundur o ormanın kuytularında, bu evrenin uzak düşüncelerinin içindeki bedenin titrek savruluşlarındayken…
Yokluğun kayıp yıllarıma yapışmış bir ben direnmesinde, son beden oynatışlarında…
Ne kadar alıştım yok oluş benliğine desem de bir gök gürlemesi gibi yapışır kulak içlerime…
Seni sevmemin güzelliğini nedense yokluğun hırpalamakta…
Bir ben, bir sen bu sevginin sahipleriydik derken bile titrek seslerim hüküm sürüyordu fırlayan nefeslerimde…
Seni unutmak düşünceme, seni çok sevmiştim düşüncem hakim olduğunda ise, titrek ellerim ürkmüş bir bedende salınım halindeki bir çaresizlikte…
Artık her şeyin sonu, her şeyin başını aratırcasına hüküm sürüyor düşüncelerimde…
Esirleşmiş bir sevginin, ne son kurbanı, ne de ilkinde ölen bir ben var şimdi…
Zorlamalarım bu kaldırımlara sığmamakla başıboş gezintilerde…
Her yere baktığım sen bakışlarımdaki çaresizliğim, bir unutamazsın mührü vurulmuş alnıma ve bütün ışık demetlerinin kesikliğinin ardındaki tek sen, karartılı resmin…
Artık her şarkı bizi söylüyor sanki…
Her baktığım yer sen bakışları ile dolu
ve
her nefesim sen ılıklığında,
bir kapan bu,
geri dönüş imkânsız,
bir bukağı bu,
söküp atmak çaresizliğim…
Gittiğin her yer uzak bana,
ve sen
hükmedemediğim sevgimin,
dar zamanları,
artık sonsuzluk bile kurtuluşum değil,
vazgeçemediğim sen varlığı,
sen sesleri,
artık bir ağıt benle beraber dilimde…
Her şeyin karanlıkta bir çığlığa dönüştüğü sen,
bu rüyaların kahramanı,
buğulu,
masum çocuksu bakışlı kız,
ve
darmadağın olmuş hayatımın ardında kalan tek gerçek,
her anı sende,
her bakışım sende kilitlenenim,
artık lâl olmuş bir dili, taşıma korkularımın ardı,
unutmakla baş edilemeyenler arasında bocalayan ben,
uzun bir elveda cümlesi yerine, kısacık bir cümle ile,
tekrar karşımda gibisin dediğim,
bana gittiğin yeri söyle ki
iyi ki bu aşkta var olmuşum diyebileyim…
Hüzünle ölenlerin üzerinde siyah gül bitmez…
Bir demet mor sümbül bırakıver toprağına…
Neden boyunlarını büktüklerini de sorma…
Hüzün önce özlemeyi getirdi,
sonra,
kendi kendini zıpkınladı…
Hüznü ona sorma,
bir bildiği vardır de geç…
Mustafa Yılmaz
YORUMLAR
Mustafa YILMAZ
Gittiğin her yer uzak bana,
ve sen
hükmedemediğim sevgimin,
dar zamanları,
artık sonsuzluk bile kurtuluşum değil,
vazgeçemediğim sen varlığı,
sen sesleri,
artık bir ağıt benle beraber dilimde…
Duygular o kadar güzel ifade edilmiş ki... Her okuyanın kendine çıkaracağı bölümler mutlaka vardır...
Aşk, acı, hasret, hüsran, hüzün ve yalnızlık... Kendinle iç hesaplaşma... Ne ararsanız var yazıda...
Yüreğinize sağlık... Uzun olmasına rağmen "oku beni" diyen bir yazıydı...
Sevgi ve saygıyla...