- 851 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DÜNYANIN HAKİMLERİ
DÜNYANIN HÂKİMLERİ
Zahiri olanlar, görünmeyen yönleriyle gizli olanlar, aşikâre olanlardan çok daha güçlü ve öyle ki onların güçlerinin sınırları da yoktur, onlara ulaşılamazsın ve asla göremezsin. Mutlaka bu sınırsız, sonsuz ve sorumsuz bu güçlerin, aklın ve mantığın sınırını aşan bir idare, bir mutlak vardır. Dünyayı değiştiren, teknolojiler ve çığırlar açan et parçasından mamul beynin içindeki aklın bu kadar sınırsız gizemi ve gücü varsa, ya bu aklı yaratanın gücü nedir bilinmez. Ancak sen, sana verilen aklınla bilirsin şekillendirirsin, meydana getirirsin, duyarsın görürsün ama ötesini bilemezsin. Övündüğün irade-i cüz iyen, oda bir gün elinden gidecektir.
En kıymetli hazineler, mücevherler muhafaza edilir, korunmaya alınır, el üzerinde tutulur. İnsanın mücevheratı olan aklın içinde gizli tutulduğu beyin, bu entegre tesis insanın en yüksek yerine, omuzlarının üzerine konulmuş ve beyin zarlarıyla paketlenmiş, kafatası içinde muhafazaya alınmış bir mücevherdir.
Muammalarla yaratılan beynin içindeki ilim, irfan, hafıza ve yapıcı gücünü biliriz. Bazen insan yaptığına kendisinin dahi inanamadığı oluyor. Her gün bu akıl gücüyle bulunan kaynaklardan sonsuz kaynaklar ortaya çıkıyor, bu gelişler nereden geliyor keza hazineler gibi yeni ilimler ortaya çıkıyor. Hep bu et ve sinir tabakalarından mamul beynin içine gizlenmiş görünmeyen ruh ve akıl sayesinde değil mi? Zira basit bir saat minesine aksettirilen mekaniksiz olarak tarihlerin, rakamların ve diğer bilgilerin, programlar dâhilinde senelerce düzenini bozmadan bir mercimek pille çalışmasını ve bu yapım gücündeki sırrı anlayamıyorum. Bir tel içerisindeki görünmediği halde bekleyen bu elektriğin gücünü, azametini görünmeyen iyonların gücünü, hızını, hareketini bilirsin ama göremezsin, hele o göremediğin elektriğe bir dokunda bak neler oluyor. O elektrik ki gökte şimşekler çakar yıldırımlar atar, bu görünmez güçlerde ne azamet vardır, gücünü nereden alır bilinmez. Allahın insanlara bir lütfüdür. Azamet sıfatıdır.
Cenabı Hak insan aklını yaratırken, ilimleri insanların idrak edeceği ve bulabileceği bir şekilde yarattı ki ilimlerden ilim bulsun diye, tasdik etsin diye, kanıtlarını bulsun diye, insanın hayvandan farkı olsun diye. Bu yüzden her şey insan için yaratılmış, emrine verilmiştir ve hâkimi kılınmıştır. Onun için hadisler şöyle buyrulmuştur.’’ İki günü birbirine eşit olan ziyandadır.’’ İnsan bulmak, tasdik etmek ve kanıtlamak için var olmuştur.
Konuya nüfuz edelim: Mikail aleyhisselamın irade-i cüziye sine verilen feza âleminde ki dünyamıza bir bakalım. Dünyanın dörtte üçünü teşkil eden, sonsuz hayat kaynağı olan SU. Suya baktığımızda tadı yok, rengi yok, şekli ve kokusu da yok, öyle ya rengi, kokusu., tadı olsaydı, tuzlu tuzsuz veya şu renkte veya bozuk derdik, berrak diyemezdik. Aslında varlığı olduğu halde bir kudreti ve hikmeti olan su, yok ile var arasında yüzmektedir. Şöyle bir bardak içindeki suya bak ta gör, hiç bir şey yok ama var olan bir kuvvet ve kudreti göreceksin. Öyle ki güç ve hayat kaynağı olan su sindirme, doyurma, yetiştirme, büyütme, gizleme, temizleme kaynağıdır. Sonsuz basınç gücü sayesinde güç ve yürütme kaynağıdır. Yenilmez gücü azameti olan ateşi söndürür, serinletir, huzura kavuşturur. Gücüne ve basıncına dağların dahi erişemeyeceği su tabakalarını sanki ışınlama gibi güneşin sayesinde gökyüzüne çıkar, hayat vere, vere rüzgârın menziline girerek dünyayı dolaşır can verir güzellik verir hayat verir. Bu kadar güzel bir yaradılış toprak ve çakıl taşları arasından doğuyor. Bakıyorum da toprakta ve kum tanelerinde böyle renksiz ve şeffaf bir oluşum da yoktur. Varsayalım nehirlerdeki sular yağmurlar vasıtasıyla dağlardan, kaynaklardan geliyor, ya okyanuslardaki dünyanın çoğunluğunu teşkil eden bu su kütleleri nereden geldi. Bu büyük su kütleleri yağmurlar vasıtasıyla dünyaya indiyse, belirli kalınlığı olan atmosfer tabakasına sığması da mümkün olmadığı gibi taşınmasını ne ilim nede akıl kabul eder. Hiç bir şey sahipsiz ve sebepsiz değildir. Keza Dünya gezegeni içerisine demir,altın, gümüş,bakır, petrol vs. gibi cevherler, insanların bulması ve faydalanması için indirilmiştir.
Jeolojik araştırmalardan görüyoruz ki Dünyanın ilk oluşumu bir bütün ve bir ateş kütlesi halindeydi. Öyleyse tamamı ateş şeklinde olan bu kütleye sular nereden geldi. Beklide denizler ve okyanuslar oluşmasaydı, dünyanın yuvarlak olduğunu bilemeyecektik. Halen daha türünü ve cinslerini bilemediğimiz denizin içerisine yaşayan bitki ve hayvanlar olmayacaktı, gemilerle ulaşım olmayacaktı. Aklın ve ilmin gücü bu sırlara ulaşamıyor. Bunu anlayabilmek için ilim kapılarını aşıp maneviyat kapısından içeriye iştiyakla girip Kitabımız Kuran’ı Kerimi terennüm etmekle bulursun. Geçen hafta 4 gün boyunca Erzincan’ı kara yağmur bulutları kaplamıştı. Daha sonra bu su kitleleri üç dört gün boyunca sağanak şeklinde yağmurlar halinde yağmaya başladı, sokakları geçilmez bir hale getirdi. Düşünüyorum da bu yüz binlerce ton ağırlığında ki son derece akıcı olan bu su tabakasını kim havada asılı olarak bekletti. Altında ne bir kap var nede bir destek vardı. Su ve sudan mamul sıvıların bir özelliği vardır. Kaynadığı zaman genişleme yapar buz tuttuğu zaman yine genişleme yapar. Bu özelliğinin ardından fenleri ortaya çıkarmıştır. Su, söylemesi dahi ne kadar güzel sanki insanın içine akıyor, hoş bir serinlik veriyor. Gökten su fışkırıyor yerden su fışkırıyor, biz canlılarda içerisinde yaşıyoruz, bu ne saltanat. Ama her şeyin de bir bedeli vardır. İkrama ikramla cevap verilir.
Sadece rengi olan, ağırlığı dahi olmayan ateşi bir düşünün. O ateş ki dünyayı ısıtır, ışık saçar, yemeğini pişirir, madenlerini eritir ve canlılar güneşle hayat bulur besinlerini temin eder, hayatlarını sürdürürler. Yüz binlerce yıldır ne ateşi söner nede ışığı azalır. Velhasıl hem azamet hem de yumuşatıcı bir hayat kaynağıdır. Dedim ya renginde başka varlığı olmayan o ateşin içine girip gidebilirsin lakin onun yakıcı ve yıkıcı gücü karşısında yanarsın bitersin yok olursun. Bir gönül ateşi vardır o muammalarla doludur ona herkes ulaşamaz, için, için yanar. Birde mahşer ateşi vardır dünyadakinden kat kat fazladır. Zira o ateş ki hem seni yakar hem de gönlünü kavurur. Onun yakıcı ve ürpertici gücünü hepimiz duyarız, ürpermişizdir ve o cehennemin kokusunu şimdiden hep yaşamaktayız. Bir maddeyi tutuşturduğunuzda yakıcı güçler ortaya çıkar. İyonlarını tutuşturduğunuzda yakıcı ve aydınlatıcı güçler, azametler ortaya çıkar. Yerin derinliğinde magma yani ateş tabakası, yerin üzerinde ateşten güneş tabakası. Yani iki ateş ve iki su tabakası arasında yaşamaktayız. Halen daha gururumuzdan ve her şeyi sahiplenmekten vazgeçemiyoruz ve halan daha ebedi olduğumuzu zannediyoruz ve neyimize güveniyoruz.
Erzincan da 2008 derin bir kış yaşanmıştı. Yarım metreden fazla yollarda kar vardı. Dozerler yerleri devamlı temizliyor bir tarafa yığıyor ve kamyonlar taşıyordu, yerlerde katılaşmış buzlar oluşuyordu. Hükümetin önüne de koca, koca yükseklikteki kar tepeciklerini kamyonlar taşımayla bitiremiyordu. Yarındası sabah bir baktık pırıl, pırıl güneş yüzünü gösterdi, ayaza rağmen, öğleden sonra hiçbir masrafa gerek kalmadan o tepecikler ve koca bir şehrin buzları eriyip su oldu gitti. O ateş, o ışık bir hâkimiyet bir nimet değil mi? Işık olmasaydı neyi yapacaktın, neyi bilecektin, ne kadar yaşayacaktın. Dünya ışığı gözümüzden gitmeden ebediyete giden yolumuzun ışığımızın hazırlığını yapalım sonra heyhat demeyelim.
Yaşatan ve yol gösteren güneşin bir veya birkaç gün hiç doğmadığını düşleyin. Geceler, gündüzler zifiri karanlık olacaktı, yaptığımız bütün yapıları hatta en yakınlarımızı dahi görmeyecektik. Gözlerinizin ve yaşamanızın da artık bir hükmü de kalmayacaktı. Keza güneşin sıcaklığının ve ışığının iki üç gün dünyaya ulaşmadığını bir düşünün, yeryüzünde ve atmosferde sıcaklık kısa sürede eksilere düşecek bütün canlılar buz tutup yok olacaktı. Ama o büyük ateş aynı sıcaklık derecesinde yaratıldığından bu yana hiç aksatmadan görevini ifa etmektedir, ama biz, heyhat!
Bütün bu güçlerin daha üzerinde, azametlerin azametinde ve her şeyin daha fevkinde ve hatta su gibi önü kesilemeyen, ateş gibi söndürülemeyen ve Cenab-ı Hakkın gökyüzündeki görülemeyen kudretli ve ihtişamlı gizemini kimse bilmeyen ezelin nereden geldiğini bilmeyen tam hikmet, kudret ve güç kaynağı, gökyüzünün hâkimi olan Rüzgâr! Göğün ve yerin hâkimi olan rüzgâr. Rüz yel basınç güç kaynağı, gar büyük istasyon olduğuna göre ve anlaşıldığı üzere dünya üzerindeki güç kaynaklarının en tepesi, ana kaynağı ve toplama merkezidir. Ama görünmez ama bilinmez. Denizlerin üzerindeki buharlaşan tonlarca ağırlığındaki su kütlelerini buhar şeklinde kendi depolarına alır göğe kaldırır bulut yapar, hem de hiçbir dünya gücünün kaldıramayacağı bir basınç gücüyle ve de bu bulutları önüne katar. Kendine verilen güdümlü menzil üzerine binlerce kilometre uzaktaki kurak arazilere, çöllere hikmet kaynağı suyu götürürde hayat verir, saltanat verir, âlemin yüzü gülmeye başlar.
Azgın ve güç yetirilemeyen güneşin önüne bulutlar set çekerde serinlik verir. Bazen da fırtınalar, tayfunlar, hortumlar oluşurda bütün güçleri söker yıkar yerle bir eder. O rüzgâr ki okyanuslara da hükmeder, met cezir olaylarını, yıkıcı tusunami dalgalarını oluşturur. Azgınları sindirir, onun sesinden çoğu kez irkilmişizdir, korkmuşuzdur. Tarihte bu şekilde yok olan kavimleri biliyoruz. Rüzgârın nüvesini teşkil eden hava. Şayet hava olmasaydı güçler basınçlar olmazdı, arabaları yürüten tekerlekler olmazdı, uçakları havalandıran tepkimeler olmazdı, yerçekimi gücü, nefes alıp verme kısaca hayat vs. olmazdı.
Dünyaya mağrura bakan ve başı göklere yükselen dağlara, bu görünmez rüzgârın gücü vura, vura eritir küçültür, mağrura yükselen o başın üzerindeki toprakları, mineralleri alıp götürür, sonuçta yontulur, ezilir, dıraz bir şekilde kararırda kalırlar. Rüzgârın kendi aralarındaki sürtünme gücüyle meydana getirdiği yüklü elektrik akımlarını yine kendi aralarında yıldırımlar, şimşekler oluşturarak insanlara zarar vermeyi önlerler. Keza o rüzgâr mahşer meydanında arşıâlânın üzerine kebir olan bulutları getirip gölgelik edecektir.
Bütünü teşkil eden ama elde tutulamayan, manevi sırlarla bezenmiş üç büyük hâkimiyet. Su, ateş ve rüzgâr. Gizemler içinde gizemler saklı. Bir maddeyi kimyasal olarak moleküllere bölersin, noktaya kavuştuğunu zannedersin, tekrar moleküllerine atomlarına ayırırsın, yine noktaya kavuştuğunu zannedersin ve o atomu da parçalamaya kalkıştığınızda ortaya bir enerji çıkar patlamalar oluşur. Şayet insan ya da bir hayvanın beynine yerleştirilen, muhafazalarla korunmaya alınmış gözün içerisindeki o nokta, o sarı leke olmasaydı renkleri, şekilleri, âlemi bilemezdin, yaşayamazdın. Hani körler vardır, onlar sadece bilenlerin bildirmesi, yardım etmesi ve yol göstermesiyle bilmişlerdir. Kapılar noktalardan açılır ve tekrar noktalara yönelir. Zira insan hücre denilen noktaların birleşmesiyle, moleküller atomların birleşmesiyle hatta yakınıza gelen televizyon görüntüleri dahi ışık noktalarının birleşmesiyle bize ulaşır.
Havasız ve yer çekimi kuvvetlerinin olmadığı bir ortamda, güçlerinin zayıfladığı ve bittiği, hayatın durduğu, ateşin söndüğü ancak teknolojilerle hayatın devam edebildiği uydularla, cihazlarla atmosferin dışına çıktığımızda müşahede ederiz. Bu ne güç kerem azamettir ki, ateşinin dinmediği, ışığın sönmediği ve gücünü nereden aldığını bilmediğimiz güneş. Her lahza kendini yenileyen sönmeyen o büyük ateş, güneş. Bir ateşin yanabilmesi için mutlaka gazların var olması ve bu gazların yanması lazımdır. Havasız ve yer çekimsiz bu ortamda yaratıldığından bu yana her gün yanmakta olan bu ateşe mülti gazlar, yakıtlar nereden gelmektedir. Kendine verilen çekim gücüyle dünyayı, gezegenleri ve diğer gök cisimlerini elinde ve boşlukta tutan onlara menzil veren ama kendiside onlar gibi boşlukta duran güneş. Ya hepsini ayakta tutan güç !.
Bunların dışında her biri bir dünya, bir güneş sistemi olan, güç ve enerji kaynağı olan yıldızlar, nebulalar, saman yolları, gök cisimleri ve bunların dışında bilemediğimiz uçsuz bucaksız azametler karanlıklar, korkular, haşmet ve ihtişamlar. Belki de bütün bu bildiklerimiz yaratılan katmanlardan sadece birisidir. Âlemler içinden âlemler açan yüce Allah Cellecelalühü mahşer âlemini ve ebediyet âlemini açmaya muktedir değil midir?
Bazı inançları zayıf kesimlerin kullandıkları bir tabir vardır. Ellerini de yukarıya kaldırarak şöyle derler ‘’Allah cc. Yukarıda’’ Ne kadar yanlış bir tabir. Zira bütün gezegenlerin ve dünyanın küre şeklinde olduğunu biliyoruz. Kürenin güney kutbunda veya batısında olan bir insanın bu tabiri kullandığını bir düşleyin, işareti nereyi gösterecektir ve bu gösterilen bölgeye nasıl yukarıda diyeceksin. Keza hangi gezegene, hangi galaksiye göre bu yanlış tabiri kullanacaksın. En evlası ‘’Allah cc. Yücedir en alasını o bilir.’’
Kendisine verilen yetkiyle, azamet ve güçle bütün mevsimleri, yağışları, afetleri kısaca karada, denizde ve havada ki tabiat olaylarını idare eden keza dünya kurulduğundan beri her döneminde milyarca insanın üzerinde yaşadığı büyüklükteki dünyayı ve okyanusları elinde tutan, dört büyük melekten biri olan Mikail as. Siz hiç düşündünüz mü? Bu kadar büyük güçleri elinde tutan o meleğin ne kadar çok büyüklükte ve güçte olduğunu bir tahmin edebilir misiniz? İsterseniz kendi bir düş kapınızdan, gönül kapınızdan birde feza âlemini bir ziyaret ediniz, sonsuzluğu doğru bir kanat açınız. Daha hiçbir şey bilmediğinizi o zaman anlayacak ve hata yaptığınızı bileceksiniz.
Son olarak zayıf, güçsüz, ineze her şeyden arî tertemiz olan, ya külü siz hiç bilir misiniz? Bir nesne ne kadar güzel olursa olsun veya ne kadar azgın olursa olsun onu azgın bir ateşin içerisine attığınızda önce simsiyah olur, sonra şekli bozulur, sonra kıpkızıl olur ve ateşin rengine dönüşür ve içerisinde küçülür erir kaybolur gider. Sonra mı, içinde saflıktan başka bir şey olmayan, keza mütevazı, tertemiz ve içinde hiçbir pislik bulunmayan bir beyazlığa bürünür. Ona üfürürseniz uçar, zerreler oluşur. Bu zerrelerden artık ne kötülük beklenir ki. Ve onlar artık ulaşacağı menzile ulaşmışlardır. 2008
Mustafa CEYHUN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.