Melis
Öncekilerden daha ağır bir akşamüstü, sokak lambasının gölgesine yakıştırdığın benzetmenin ruhuyla konuşuyorsun. Belli bir yaştan sonra durulmak normal geliyor sana. Abartılmamış bilgeliğin bundan sonraki yaşantında sana faydası olacağını düşünüyorsun. Bir ışık yanıyor terk edilmiş köşkün balkonunda. Sadece yanmıyor sanki sana göz kırpıyor. Çocukluğuna kadar götürüyor seni bu gelişme. Melis geliyor aklına, onun da canı sıkılınca üst balkonun lambasıyla oynadığı oyunlar geliyor gözünün önüne.
Onu çok şımarık bulduğundan, mızmız, alıngan oluşu daha çok gözüne batıyordu. Kimine çok sevimli gelebilecek kıyafetlerine bile illa bir kusur bulup, beğenmediği günler geldi aklına. Onu her gördüğünde sinirlendiğini ama bunun nedenini hatırlamadığını düşünüp gülümsedi.
O günlerin üstünden yirmi yıl geçmiş olması, üstüne devrilmiş ahşap bir dolap gibi göğsüne çöktü birdenbire. Zamanın çok çabuk geçtiğine yakınılan yaşlara gelmesi miydi onu korkutan. Korku? Bu duygunun tam karşılığı mıydı bilemiyordu.
Bir süre sonra üst balkonun ışığı göz kırpmaya başladı. Köşk ona bir oyun oynuyor gibiydi. Boş kaldığı dönemlerde, mahalledeki tüm çocukların merakını çeken, çok korkulduğundan içine girmeye bile çekinilen köşk; bir oyun mu oynuyordu ona.
Uzun yıllar önce gittiği Amerika’dan bir daha dönmeyen Melis başarılı bir doktor olarak, küçük kasabamızın gurur kaynağı oluvermişti. Onu sevmemek için ve itiraf etmeliyim ki kıskanmam için bir nedenim daha olmuştu. Bir baltaya sap olamamış ben, izin verin de bu haksızlık karşısında biraz isyan edeyim. Haksızlık? Bu durumun tam tarifi miydi bilemiyordum.
Körfezin tam ortasında, karşı kıyılarında yanan ışıklarıyla şenlenen manzara, havanın iyice kararmasıyla daha da renklenmişti. Bu mavinin yaktığı canlar toplanmış körfeze yüzmeye gelmişti bu akşam. Hal böyle olunca ben romantikleşmiş, Melis’i özlediğimi sizlere söyleyecek kadar cesaretle dolmuştum. Gülmeyin lütfen! Şöyle düşünün, aynı siyasetten olmasanız da Demirel’i özlediğinizi, onun sevimli hallerini görmek istediğinizi düşleyin. Yedi kez gidip gelmesi mi yoksa başka bir şey mi, onu örnek olarak göstermem bilemiyorum. Karmaşık duygularımı anlatmakta zorlanıyorum, anlayın işte.
Hafif esen meltem kokular taşıdı akşama. Yıllar öncesinden kalma, mutluluğu çağrıştıran kokulardı bunlar. Erkeklerde çam kokusu, kızlarda lavanta, saçlarda abartılı fönlenmekten oluşmuş tuhaf kabartılar ve o saçlardaki spreylerin kokusu yayıldı geceye. Melis kolunda güya şirin çantası, burnu bir karış havada sahilde dolanıyordu. Çok gıcık bir yürüyüşü vardı, sağ ayağını attığında sanki zıplar gibi bir hareket yapardı. Beline kadar inen kıvırcık saçlarını sağa sola savurması görgüsüzlükten başka bir şey değildi. Blendax şampuan kullanıyordu, o dönemdeki kutusunun hem şekli hem rengi çok hoştu o şampuanın. Bir de Nivea krem kutusuna bayılırdım, kokusuna da. Bize Berlin’den akrabalar geldiğinde büyük kutusundan getirdiklerinde çok sevinmiştim. Annem ellerine sürdüğü zamanlar beni çağırır koklatırdı. Sonra da benim kapatmama izin verirdi. Kenarlarından elime bulaşanların kokularıyla yetinirdim, gizlice açıp kokladığım doğrudur ama hiçbir zaman elime sürmedim o kremden. Ziyandan korktum hep, müsrif olmak ayıptı bizim için. Çok zorluklar çekmedik belki ama böyle büyütüldük işte, halen de minnettarımdır etrafımdaki büyüklerime. Benim böyle eskilere dalmama izin verirseniz, kalırım oralarda daha gelemem günümüze.
Ortaokul boyunca aynı sınıfta olduk Melis’le. İkimizde yabancı dili Almanca seçtiğimizden öteki öğrencilerden daha çok görüşüyorduk. Dadısından öğrendiği kelimelerle bize hava atmasına hep sinir olmuşumdur. İşlemediğimiz konuları bile önceden hazırlanıp derse gelmesi, öğretmen için de zor bir durumdu. En güzel defter onunkiydi, kaplama kâğıtları, etiketleri, içindekilerin düzeni, hatta kahredici güzellikteki el yazısı ile çok farklıyım diye bağıran defterler; sadece benim değil tüm sınıfın kıskandığı şeylerdi.
Hemen ön sırada oturduğundan tüm davranışlarını izleyebiliyordum. Her gün değişik bir toka ile geliyordu. Sonradan fark ettiğime göre tokların sıralaması ile ilgili bir oyun oynuyordu. Bir hafta Pazartesi taktığı tokasını, öteki hafta Salı günü takıyordu, bu böyle ötelenerek Cuma gününe kadar devam ediyordu. Ben en az lacivert, beyaz puanlı ve en büyük tokasından nefret ediyordum. Şimdi düşünüyorum da ne çok şeyini sevmemişim onun.
Evlerimiz yakın olduğundan, ailecek de görüştüğümüzden, sadece okulda acı çektiğim yetmezmiş gibi; bir de geceleri onun meymenetsiz yüzünü görmek zorunda kalıyordum. Tam bir şımarık kız gibi davrandığı evinde de beni kızdıracak şeyler bulabiliyordu. Saat sekiz olmadan, sırf bana göstermek için giydiği pijamaları yüzünden onu sevmek bence mümkün değildi. Kollarındaki fırfırların renkleri halen gözümün önündedir. Düğmeli üst kısmı beline doğru bollaşıyor orda kemer gibi kuşağı ile daralıp, sonra bir etek gibi tekrar genişliyordu. Altı pembe çiçekleri, yeşil yaprakları ile krem rengi üst kısımla uyumlu, geniş dökümlü güzel pijaması bile onu sevimli yapmaya yetmiyordu.
Liseyi okumak için İstanbul’a gitmesi benim de kurtuluşum olduğundan bana hep sevimli gelmiştir İstanbul. Sebepsiz yere defalarca gidip, onu görmemek için gezindiğim sokaklarını sevmişimdir o şehrin. Alışveriş yaptığı bakkalın onun arkasından sinirli bir şekilde söylenmesine gülmüşlüğüm vardır. Adama hak verdim elbette, kim bilir ne şımarıklıklar yapmıştır içerde, her şeyin fiyatını sorup, tezgâhın düzenini bozup, hiçbir şey almadan gitmiştir belki kim bilir. Melis değil mi yapar mı yapar.
Tesadüfen karşılaştığımızda beni döner yemeye davet etmesine bozulduğum da olmuştur. Bir keresinde utanmadan sinemaya gidelim bile demişti. Elbette tersledim nefret ettiğim biriyle iki saat film izlemek cehennemden beter olurdu herhalde. Sulu gözlü olduğunu herkesten saklayan bu kız ne çok ağlardı omuzlarımda düşünsenize. Tertemiz kolalı gömleğime kıyamam hiç kusura bakmasın. Anacığım öyle zengin züppe kızlar ağlasın diye hazırlamadı bu omuzları. Züppe? Bu tabir tam anlatabilir mi onu bilemiyorum.
Hiçbir zaman mı sevemedim onu, bazen düşünüyorum da bir iki kez çok eğlendiğimiz anlar geliyor aklıma. Daha çok çocukken bu anılarım. Gençliğim boyunca ciğerime yapışan bir yaradır Melis. Kendimi diyemediğim, onu ne zaman görsem kilitlendiğim veya bambaşka biri oluverdiğim bu güzel ahu dilber bana veda ediyordu. Görüşmediğimiz onca yılın ardından, yaktığı bu ışıkla bana elveda diyordu. Kim bilir o yenmemiş dönerin, o gidilmemiş sinemanın içimde açtığı çukur neyle dolacak. Kim bilir ona olan bu nefretimi ne bitirecek. Kesin olan bir şey var ki birazdan gelecek iş makineleri mahallemizin bir yadigârını daha yerle bir edecek. Köşk yıkılacak, yerine pis bir bina kondurulacak. Melis böylece asıl şimdi gitmiş olacak…
Noel 2010
Nadir
YORUMLAR
Favorilerimden biri. Yazılarınızı okumayı seviyorum. Anlatımınız ve cümlelerinizdeki anlaşılırlık ve her türlü abartıdan uzak olması sanırım kaleminizi çekici kılan. Bu yazınızda da konudan ziyade anlatım ön planda. Bence iyi bir anlatım, en sıradan bir konuyu bile büyülü hale getirebilir. İlle de olaylar yumağı olması gerekmez öykülerin. Bazen düşünürüm: Ömrü boyunca bir insanın başına ne kadar felaket gelebilir ki? Ne yazık ki genelde bizim kahramanlarımız olay manyağı olmuş durumda...İşin tuhafı okurun tercih ettiği de bu tarz roman ve öyküler. Ama bana göre anlatım sanat olmalı. Yoksa okuduklarımızın gazete haberinden hiç bir farkı kalmaz.
Sizin yazılarınızda bu var.
Demirel'i özlemek...Orjinal bir örnek:)
O yüzden tekrar kutluyorum.
aynur engindeniz tarafından 12/27/2010 3:46:08 PM zamanında düzenlenmiştir.
astakoz
Hem gelişiniz için hem de pozitif enerjiniz için...