- 1546 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ALAMANCININ MEKTUBU
İç Anadolu’nun tam ortasında fakir mi fakir, bozkır mı bozkır bir köydü. İlkbaharın sonu yazın başlangıcıydı. Sabahın tüyleri ürperten serinliği kaybolmuş, yerini Orta Anadolu’nun o yakıcı yaz sıcağı almaya yüz tutmuştu. Köyde erkekler tarlaya, bahçeye veya bağa giderlerken, bazı kadın ve çocuklar da onlara yardım etmek için beraber yola koyulmuşlardı. Geride kalanlarsa her zamanki gibi ya ev işleri, ya da hayvanlara bakmak amacıyla köyde kalmışlardı. Traktör sesleriyle at arabasının tekerleklerinden taşlara her çarpışta çıkan o tin ses uykulu başlarda bir gonk görevi yapıyordu.
Sayıt Dayı camızlarını önüne katmış hemen evinin arkasında bulunan çeşmeye sulamaya götürüyordu. Apıla Emmi samanlığındaki sararmış samanlarıyla çamur karma hazırlığına girişmiş, yer yer karısına yüksek telden;
—Kız Mavuş yukarıdan kasketiminen cigara tabakamı uzat hele… Diye sesleniyordu.
Camızlar üzerlerinde gruplaşan yoğun ivezlerden rahatsız olmuşlar ki yer yer kuyruklarını sağa sola sallayarak bu badireden kurtulmaya çalışıyor, yer yer de o hantal vücutlarından beklenmeyen bir çeviklikle sağa sola koşuşturuyorlardı. Sayıt Dayı yaklaşık elli beş yaşlarında uzun boylu, sivri burunlu kumrala yakın teniyle tam bir Anadolu insanını andırıyordu. Birinci hanımını zamansız kaybetmiş, ikinci hanımıyla yaklaşık yirmi beş yıl önce evlenmişti. Fakat ne acı ki her iki hanımından da tek bir erkek evladı dahi dünyaya gelmemişti. Bu yüzden mi bilinmez aksiliği ile tanınırdı. Sayıt Dayı, camızların sağa sola koşuşturmasından rahatsız olacak ki;
— Höst bre koca mundarlar doğru gidemez misiniz yolunuza? Diye ara sıra çıkışıyordu.
Lakin camızlar ona nispet edercesine başlarını sağa sola sallayarak daha hızlı koşuyorlardı. Bu da yetmezmiş gibi Daşdöven’in otluğuna bir yol uğrayıp ağızlarının alabildiği kadar kuru otu aşırıyorlardı. Bu durum Sayıt Dayı’nın sinirlerini iyice germeye yetiyordu da artıyordu bile. Başını sağa sola sallayarak bir ‘’la havle’’ çektikten sonra kendi kendine;
—Yahu bu hayvanlar iyice kudurmuşlar önlerine bir kağnı saman döksen yine doymaz bunlar. Şimdi Daşdöven dayım bu hali görse gel de çık bu işin içinden.
Diyerek söylene söylene çeşmeye doğru hızlı adımlarla yollanıyordu.
Selbi Kadın yetmiş beş yaşlarında, 1,65 boylarında, boyuna göre kilolu sayılabilecek bir kadındı. Daşdöven’in ikinci hanımıydı. Daşdövenin ilk hanımı olan Zülfü Hanım felç geçirdiği için bu eve kuma olarak gelin gelmişti. Esas ismi Mehmet olan Daşdöven’e çok asabi olduğundan köylüler bu lakabı takmışlardı. Köyde daha çok bu isimle bilinirdi. Selbi Kadın küçük yaşta bir zatürree geçirdiğinden sesi kısılmıştı. Konuştuklarını genelde kimse anlamaz, hatta birkaç kez tekrar ettirdikleri olurdu. Kuması öldükten sonra en büyük çocuğu Asiye, gelin gitmiş, evin tüm yükü üzerine binmişti. Ta ki büyük oğlu Yaşar ve onun küçüğü olan Şakir evine kızı kadar çok sevdiği o iki gelinini getirene kadar. Onların gelişiyle bu viran hane nin sessizliği gitmiş cıvıl cıvıl bir hal almıştı. Küçük oğlu Süleyman henüz yeni nişanlanmıştı. Selbi Kadın için varsa yoksa çocukları ve gelinleriydi. Onlardan başka gözü bir şey görmez, onlarsız bir şey boğazından geçmezdi. Hatta çoğu zaman Daşdöven’in bazen çekilmez hale gelen hallerini de sırf çocukları, gelinleri ve biricik torunları için çekiyordu. Ancak oğlu Yaşar ve Şakir’in birkaç yıl önce evlerini ayırmak isteyişi ihtiyar Selbi Kadın için bir yıkım olmuştu. Bu yüzden küçük oğlu Süleyman’a sık sık:
— Oğlum bu sene ürün bol olsa da düğününü bi yapsaydık Allah’ın izniyle.
Diyerek kendi kendini teselli etmeye çalışıyordu.
Selbi Kadın’ın büyük oğlu olan Yaşar, çevre bir köyde hizmekkerlik* yapıp evine ekmek getirmeye çalışırken, en küçük oğlu Süleyman babası Daşdöven’le beraber tarla, bağ, bahçe işleriyle uğraşıyor, ara sıra da öküz gütmeye gidiyordu.
Ortanca oğlu Şakir ise askerden geldikten sonra köyde kır bekçiliğine başlamış ve köylülerin verdiği ‘’hak*’’ la evini geçindirmeye çalışıyordu. Eşi Narime’yi, başlık parasını veremediğinden dolayı kaçırmış, yedi - sekiz yıl baba evinde kaldıktan sonra sadece bir yorgan, bir döşek ve bir de yastık alarak ahırdan bozma tek odalı ayrı bir eve taşınmışlardı. Büyük kızı Sevim henüz yedi yaşında, Sevim’in küçüğü olan Mahmut beş yaşında, Salih dört yaşında, en küçük oğlu olan Hasan ise iki yaşındaydı.
Kırsal kesimde o yıllarda doğum kontrol yöntemleri bilinmediğinden yaşamlarına sekiz yılda dört tane çocuk sığdırmışlardı.
Şakir akşama kadar dağ bayır demeden dolaşıyor, çocuklarının rızkını kazanmaya çalışıyor, Narime ise köyde biraz durumu iyi olan evlerde ekmek yapıyor, çamaşır yıkıyor böylece hanesine üç beş kuruş para; un, bulgur tedarik ediyordu.
Narime onun bunun kapısında birkaç kuruş için çırpınırken kızı Sevim ufacık yaşına rağmen ufak kardeşlerine bakıcılık yapıyor, hayatın o ağır yükünü küçük omuzlarında taşımaya çalışıyordu. Bu yüzden olsa gerek; esmer teni daha bir siyahlaşmış, yaşından daha olgun bir görüntü çiziyordu.
O gün akşama kadar bunaltıcı sıcağın altında tarlada tapanda çalışanlar akşam serinliğinin çökmesiyle tekrar yollara koyuldular. Köyün girişinde sığır sürüsünün kaldırdığı kesif bir duman tabakasıyla birlikte sığırcık kuşlarının sesi birbirine karışmış, tezek kokularıyla beraber manzara tam bir köy portresi çiziyordu. Koca Ethem altındaki bir çift doru atı var gücüyle kamçılıyor, atlarsa sanki çatlarcasına dörtnala koşarken, burunlarından ve ağızlarından ne kadar hava varsa ciğerlerine çekiyorlardı.
O yıl köyde yağmur yağmadığından mevsim pek kurak geçiyordu. Köylünün kafasında mahsulün nasıl çıkacağı endişesi vardı. Zaten zor olan hayat iyice çekilmez hale gelmiş, insanlar köyün çevresinden geçen iki küçük derenin üzerinde birkaç küçük bent oluşturarak susuzluk ve kuraklığa güya kendi çaplarında çözüm bulmaya çalışmışlardı. Ancak bilinen bir şey vardı ki bu dereler de temmuz ayı ortalarında tamamen soğuluyordu.
İhtiyar heyeti en son toplantısında köyün birkaç yerine ‘’Artezyen Kuyusu ‘’ kazdırmayı dile getirmiş, ancak maliyetinin yüksek olacağı gerekçesiyle köylülerce pek kabul görmemişti. Maalesef köyün kaderiydi bu kuraklık. Yaklaşık beş altı yılda bir böyle bir kuraklık köyü kasıp kavurmayı alışkanlık haline getirmişti adeta.
Şakir ekin arasında akşama kadar bir o yana bir bu yana koşturmuş, çobanların ekini yaymaması için var gücüyle mücadele etmişti. Tüm düşüncesi bu yılın sonunda köylülerden toplayacağı haktaydı. Kendi kendine;
—Eğer iki yüz elli yarım buğday toplayabilirsem bi daha ki seneye otluğun hemen üstüne iki göz bi dam yaptım mı değme keyfime alimallah. Şu tek gözlü ahırdan bozma viraneden de bu vesileyle kurtulurum. Diye konuşuyor, sonra sanki konuştuklarını birileri duymuşçasına sağına soluna mahcup tavırlarla bakıyor, çevrede kimsenin olmadığını görünce de gözlerinde bir sevinç pırıltısı beliriyordu. O yıl beraber bekçilik yaptığı amcaoğlu Süvari, birkaç gündür Şakir’in kafasını kurcalayan bir fikir atmış, bu düşünce Şakir’in kafasını o gün bu gündür kemirmeye başlamıştı. Süvari ona;
— Amcaoğlu bu iş öyle bekçilikle mekçilikle olmuyor ben onu bunu bilmem. Geçen gün kahvede duydum. Almanya’ya işçi alacaklarmış, ben müracaat etmeyi düşünüyorum, en azından çoluk çocuğumuz kurtulur, demişti.
Şakir’in kafasında işte bu cümle sanki çekiçle çakılmışçasına yer etmişti. Kararlıydı, bu akşam bu fikrini canı gibi sevdiği Narime’ye açacak ve ondan da bu konuda destek isteyecekti.
Şakir eve geldiğinde kızı Sevim ve oğulları onu koşarak karşılamışlar ve o da çocuklarının her birisini bir baba şefkatiyle öpmüş, sarılmış, hepsinin de başlarını okşayarak;
— Benim güzel yavrularım bugün ne yaptınız bakalım? Ablanızı üzmediniz değil mi? Diyerek onlara karşı olan ilgisini belli etmeye çalışmıştı.
O sırada Narime de tek gözlü ahırdan bozma evden çıkarak;
— Hayırdır bugün yorgun gibisin? Dedi Şakir’e.
Şakir eşinin gözlerine bakarak;
— He ya bugün namıssızlar beni peşlerinde bi oraya bi oraya sürükledi, ama pes etmedim. Bu köyün rızkını haram helal bilmez densizlere yedirecek değilim heral dedi.
Kısa bir sessizlikten sonra hep beraber Narime’nin pişirdiği bol sulu bulgur pilavının başına oturdular. Çocuklar arasında ilk etapta bir lokma yarışı yaşansa da daha sonra Narime’nin bir ters bakışıyla işler yoluna girmiş ve çocuklar kendi önlerinden yemeye başlamışlardı. Yufka ekmekle beraber bulgur pilavını yedikten sonra, Şakir çocuklarına gaz lambasının o loş ışığının altında her zamanki gibi güzel masallar anlatmaya başladı. Çocukları sırt üstü yatmış babalarının ve analarının kucaklarında, gözleri tavana çakılmışçasına tavanda dans eden ışık huzmeleriyle masal kahramanlarını ilişkilendirmeye çalışıyorlar, kısa bir süre sonrada bu ilişkilerini rüyalarına havale ederek derin bir uykuya dalıyorlardı. Gaz lambası içindeki gazın bitmek üzere olmasından dolayı mıdır bilinmez, gecenin ilerleyen saatlerinde bir gayret, son görevini yerine getirmeye çalışıyormuşçasına sıtmaya tutulmuş gibi titremeye başlamıştı.
Oradan buradan biraz konuştuktan sonra Şakir eşi Narime’ye kafasından geçen düşünceleri açmaya karar verdi. Narime, eşinin birkaç gündür hal ve hareketlerinden şüphelenmiş, kendisine bir şey demek için hamleler yapan ancak bir türlü cesaret edemeyen eşini cesaretlendirmek için;
—Sen bana bişey mi diceen? Dedi.
Şakir, manalı bir gülümsemeden sonra:
—Nereden çıkardın bunu?
Narime:
— Ne bileyim ben, birkaç gündür tam bir şey söyleyeceksin, yutkunuyorsun, son anda vazgeçiyorsun da o yüzden.
Şakir durumu bir bir Narime’ye izah etmeye karar verdi. Gecenin geç saatlerine kadar gaz lambasının cılız ışığı altında meseleyi enine boyuna konuştular. Yer yer heyecanlı tartışmalardan rahatsız olan çocuklar bir o yana bir bu yana dönerek rahatsızlıklarını gösterseler de konuşmalar gece ikilere kadar devam etti. Sonunda Şakir:
— Bak gidenler anlatıyormuş birkaç yıl çalıştıktan sonra bir traktör, bir de ev parası biriktirir biriktirmez dönerim. Çoluk çocuk sefaletten kurtulur, biz de evimizi eşyamızı düzeriz hanım. Dedi.
Daha Şakir’in sözü bitmeden Narime’nin gözlerinden yaşlar boşalmaya başlamıştı bile.
— Bak göreceksin her şey daha iyi olacak Allah’ın izniyle, bu köyde bize ekmek ve su yok hanım, ne akarız ne kokarız, gel beni dinle birkaç yıl sabrettikten sonra senin elini sıcak sudan soğuk suya sokturmayacağım. Dedi Şakir.
Narime gözünden düşen damla damla yaşları tülbentiyle silerken:
— Ben sensiz ne yaparım tek başıma, bu dört çocukla? Ben sana bu halinle vardım, istemem parayı pulu. Hem köydeki zenginlerin hepsi Almanya’ya giderek mi zengin oldular? Dedi.
O gece sabah ezanına kadar ikisinin de gözlerine uyku girmedi. Şakir, çoluk çocuğunu arkada bırakıp gitmenin kaygısını yaşarken, Narime de Şakir’inden ayrı tek başına bu köy yerinde hayatın acımasız rüzgârlarına karşı nasıl ayakta duracağının kaygısını yaşıyordu. Nihayet sabah ezanından az önce ikisi de derin bir uykuya daldı.
Sabahın sessizliğini sığır çobanının kulakları tırmalayan sesi bozdu. Narime gözünü açıp küçük penceresinden baktığında, güneşin bir mızrak boyu yükseldiğini görür görmez telaşla Şakir’i uyandırdı:
- Şakir kalk hadi geç kalıyorsun, sığır sürüsü köyden çıkmak üzere!
Şakir bir yandan alelacele elbiselerini giymeye çalışırken, Narime de evde olan birkaç büklüm çörek ve nevaleden Şakir’e kahvaltı hazırlama telaşındaydı.
Kahvaltısını yapan Şakir yola koyulurken, Narime de çocuklarını giydirip karınlarını doyurup Selbi Kadının yanına bıraktıktan sonra Battal uşağının tandırında bir teneke un karşılığında yapacağı yufka için yola koyuldu.
Şakir akşama kadar Almanya düşüncesiyle kalktı, Almanya düşüncesiyle yattı. Hayalinde çocuklarının ve eşinin gülen gözleri vardı. Evini kâh köyün en başına yaptı, kâh köyün en ortasına, kâh otluğun hemen üzerine. Hatta… Dedi. Kendi kendine ‘’ Belki çok para kazanırsam anamı, babamı ve kardeşlerimi de kurtarırım bu sefillikten’’ abisine bir çift at aldı, kardeşi Süleyman’ı evlendirdi, kız kardeşi Asiye’nin fakir kocasını camız çobanlığından kurtardı, vs. vs.
Şakir’in bu güzel hayallerini bağların başından gelen bir kıratlı bozdu. Atlı Şakir’in yanına birkaç yüz metre yaklaştığında Şakir onu tanıdı; Aşırın Hasanın oğlu Şahin’di gelen. Çocukluğundan beri yedikleri içtikleri ayrı gitmemiş, şakacı, sıcakkanlı birisiydi Şahin. Şakir’e nazaran durumları daha iyiydi. Birkaç metre kala attan indi ve:
- Selamünaleyküm emmioğlu. Dedi
- Aleykümselâm gardaş, hayırdır ne ararsın buralarda. Dedi Şakir.
- Sana bakıyordum emmioğlu, Süvariden birşeyler duydum doğrumu?
- Ne duymuşsun gardaş de hele.
- Valla Süvari Almanya’dan filan bahsetti, güya seninde niyetin varmış gitmeye öylemi?
- Bilmiyorum Şahin, düşünüyorum ancak çoluk çocuk gözümün önüne gelince biranda bir tereddüt yaşıyorum. Sen ne dersin emmioğlu, sence de iyi olmaz mı?
- Emmioğlu biliyorsun ben evin tek erkek çocuğuyum, istesem de beni göndermezler, ama senin için bir şey diyemeyeceğim. Ben senin yerinde olsam ciddi ciddi düşünürdüm bu işi. Karşı köyden Göbelin Mustafa iki üç yılda bir kamyon, bir traktör aldı diyorlar.
- Bende duydum. Dedi Şakir ve devam etti. Bu iş bu yüzden kafamı kurcalıyor.
Şakir’le Şahin bir müddet ayaküstü konuştuktan sonra, beraberce köyün yolunu tuttular.
İkindi üzeri Şakir bir şeyler atıştırmak ve çocuklarını almak üzere Selbi Kadın’ın yanına geldi. Selbi Kadın oğlu Şakir’i görür görmez elinde ayıkladığı pezzik yapraklarını bir yana koyarak kalktı ve oğluna yiyecek bir şeyler hazırladı. Şakir çocuklarında karnını doyurduktan sonra, Almanya işini annesine açmaya karar verdi. Selbi kadın her zaman ki gibi Şakir’in ağzından çıkan ilk kelimeleri duyar duymaz sulanmaya başladı. Şakir:
— Ana, sana da bir şey söylemeye gelmiyor. Ne var Allah’ını seversen daha arada hol yok yumurta yok, şimdiden böyle ağlamaya başlarsan, yarın ben gidince ne yapacaksın sen? Dedi. Selbi Kadın:
— Oğlum sizleri ne hallerle büyüttüm ben, ana yüreği işte ne yapayım. Sizin tırnağınıza bir zarar geleceğine Allah benim canımı alsın. Hem şu sübyan’lar ne olacak oğlum, kim bakacak bunlara, şu fakirlik yok mu? Şu fakirlik ilaç olsa kapıya konmaz bu fakirlik…
Selbi Kadının dudaklarından kelimeler döküldükçe gözlerinden dökülen yaşın şiddeti de artıyordu. Bir müddet sonra Daşdöven ve Süleyman at arabasının teker seslerinin eşliğinde kapıda göründüler. Selbi kadın ve Şakir alel acele dışarı çıkarak atların başını tuttular ve at arabasının üzerinde ki çalı çırpıyı yere indirdiler.
Daşdöven her zamanki gibi sinirli sinirli kâh yollarlın bozukluğuna, kâh suların azlığına kızıp duruyordu. Yemekler yenip çaylar içildikten sonra Selbi Kadın hem ağlayıp hem konuşmaya başladı:
- Duydun mu Mehmet, oğlun Almanya’ya gidecekmiş elin gâvuruna?
- Nerden çıktı şimbi bu oğul? Dedi Daşdöven Şakir’e dönerek.
- Baba karşı köyden gidenler varmış, hatta birisi birkaç sene de durumunu düzeltip bir kamyon, bir traktör almış. Bu köyden bize hayır yok baba diye devam etti şakir.
- Bak yağmur yağmadı mı köylü perişan, bu yılki hak’ı verip veremeyecekleri bile malum değil. Hem yağmurda olsa tarla yok tapan yok, onun bunun kapısında ne zamana kadar çalışacağım baba?
- Daşdöven cebinden tabakasını çıkardı, esaslı bir tütün sardı, yaktı ve derin derin içine iki fırt çekti. Daha sonra:
- Haklısın evlat iyi düşünmüşsün, sen daha iyisini bilirsin. Dedi.
Bu sözler Şakir’i çok rahatlatmıştı. Kararlıydı yarın ilk işi Ankaraya gitmek, İş ve İşçi Bulma Kurumuna ismini yazdırmak olacaktı.
Akşam olup Narime eve gelince bu konuyu enine boyuna tekrar konuştular. Şakir köy muhtarı olan Gazi’den ödünç bin lira aldı ve ertesi gün Ankara’ya gitmek için erkenden uykuya daldı.
Şakir, sabah Hulusi’nin dolmuşuyla Ankara’ya koyuldu. Saat dokuz buçuk civarında Ulusta bulunan İş ve İçi Bulma Kurumu’na kaydını yaptıran Şakir, aynı gün akşamüstü tekrar köyüne döndü.
Yaklaşık bir buçuk aylık bir süre geçmişti. Şakir neredeyse Almanya işini unutmuştu ki, köy bekçisi elinde bir sarı zarfla çıkıp geldi.
Şakir Kekliğin Uşağının kahvesinde çayını yudumluyordu. Heyecandan titreyen elleriyle acele acele zarfı açmaya çalıştı. Zarftan çıkan sarı bir kâğıttan ‘’ Sayın Şakir Er, Almanya’ya işci alımı kapsamında kurumumuza yapmış olduğunuz müracat incelenmiş ve kabul edilmiştir. …tarihine kadar aşağıdaki belgelerle beraber kurumumuza başvurmanız…’’ şeklinde devam eden ibareyi okuduğunda sevinçten havaya fırlamış ve koşar adımlarla evinin yolunu tutmuştu.
Narime tek gözlü evlerinin önünü süpürüyordu. Şakir’in gelişini fark ettiğinde işini bırakarak iki elini beline dayayıp bekledi. Şakir’in yüz ifadesinden sevinçli bir haber getirdiğini anlamıştı. Ancak kime göre sevinçli?
- Gız Narime müjde Almanya müracatım kabul edilmiş, bak kağıt geldi, bir hafta içinde müracaatta bulunacakmışım. Dedi Şakir.
Narime ne sevineceğini bildi, ne ağlayacağını. Karışık duygularla bir Şakir’e birde elindeki kağıtlara baktı ve:
-Eyi hadi gözün aydın sonunda dileğine ulaştın. dedi.
Şakir Narimenin bu kinayeli lafıyla ne demek istediğini anlayamadı ancak uzatmak istemedi. Beraberce içeri girdiler. Hasan bir köşede uyuyor, Mahmut salihle beş taş oynuyor, sevimde bir köşede bez bebeğine ninni söylüyordu.
Kısa bir sessizlikten sonra Narime yemek hazırlığına koyuldu, evdeki nevalelerden alel acele bir şeyler hazırlayarak eşinin ve çocuklarının önüne koydu.
Şakir yemekten sonra müjdeli haberi anasına ve babasına vermek üzere acele acele evden çıktı. Daşdöven ve Selbi Kadın o gün evdelerdi. Oğullarının gelişiyle müjdeli haberi öğrendiklerinde, selbi kadın yine gözlerinden bulgur bulgur yaş dökmeye başladı. Daşdöven bu işe pek sevinmişti. Sonunda bu rezillikten kurtulmak için bir fırsat doğmuştu evladına.
Bir haftalık süre çabuk geçmişti. Şakir ondan bundan bulduğu ödünç paralarla Ankara’nın yolunu tuttu, üç gün süresince sağlık raporu ve diğer formalitelerle uğraştı. Şağlık rağorunu aldıktan sonra; bir ay sonra kendisine bir ay sonra belirtilen saatte Esenboğa havaalanında hazır olması tembih edilerek işlemleri tamamlandı.
Şakir için bir aylık süre göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Bu süre çocuklarının, eşinin, anne ve babasının kendisi için ne kadar değerli olduğunu anlaması için yetti de arttı bile. O malum ayrılık günü ve saati yaklaştıkça Şakir’in ve Narime’nin yüreğindeki yangın büyüdükçe büyüdü, sanki tüm benliklerini kapladı. Ya Selbi Kadın? Her ne kadar belli etmemeye çalışsa da anne yüreği bu, Şakirini binler zahmetle yetiştirip büyüttüğü oğlunun hiç bilmediği, tanımadığı elin gâvurunun memleketine gitmesi onun için tarif edilmez bir acıydı. Geceleri yorganı ve yastığı dile gelip konuşsalardı hıçkırıklarının ve gözyaşlarının feryadını, buna ne bir kalp ne bir vicdan dayanabilirdi. Daşdöven Selbi kadına göre daha rahat bir insandı, bu tür şeyleri pek mesele edip, kendine dert edinmezdi.
Şakir Almanya’ya gitme günü yaklaştıkça ‘’hak’’ını toplamaya çalışmış, bunu nakit’e çevirmiş, bir kısmıyla çoluğuna çocuğuna üst baş, bir kısmına kışlık un ve erzak almış, geriye kalan bin beş yüz lirayı da kendisine ayırmıştı. Almanya’da bir otomobil fabrikasında işçi olarak çalışacağı kesinleşmişti.
Nihayet bir temmuz sabahı eşini, büyük oğlunu ve kardeşi Süleyman’ı da alarak Almanya’ya gitmek üzere Ankara’ya hareket ettiler. O gün uçak akşam 21.00 de hareket edecekti. Ankara da hep beraber gençlik parkını, kaleyi ve bir yakın tanıdığı ziyaret ettikten sonra ayrılık vakti gelip çattı. Esenboğa Hava Alanında Şakir gibi kasketli, hal ve hareketlerinden köylü oldukları belli olan birçok kişiyle karşılaştılar. Gelenlerden kimileri eşi ve çocuklarıyla, kimileri de anne, baba, kardeş veya arkadaşlarına sıkı tembihlerde bulunuyorlar, yüzlerindeki endişeyi karşı tarafa belli etmemeye çalışıyorlardı. Derken bir anons duyuldu:
—Türk Hava Yollarının… Sefer sayılı uçağıyla Almanya’ya seyahat edecek yolcuların yerlerini almaları rica olunur.
Şakir’e Almanya’daki Havaalanında bir şirket yetkilisinin Türkiye’den giden işçileri karşılayacağı sıkı sıkı tembih edilmişti.
Şakir eşi, büyük oğlu ve kardeşiyle vedalaşıp, sarıldıktan sonra gözyaşlarını tutamadı. İçinde sanki bir kasırga önüne gelen ne varsa kasıp kavuruyor, yutkunmaya çalışıyor, yutkunamıyordu. Şakir’in bu halini gören Narime ve kardeşi Süleyman da sanki ağlamak için bahane arıyorlarmış gibi hıçkırıklara boğuldular. Birkaç dakika sonra bu seramoniyi başlatan Şakir sanki tekrar kapatmak istermişçesine eşine ve kardeşine
— Ağlamayın ne olur, varır varmaz mektup yazarım. Süleyman karım, çocuklarım, anam ve babam sizlere emanet. Aman gardaşım onları aç açık koymayın nolur. Dedi. Süleyman:
— Abi sen merak etme heç. Önce Allah sonra bana emanet onlar, gözün arkada kalmasın. İnşallah sağlıcakla gider gelirsin. Dedi.
Şakir son bir kez vedalaştıktan sonra yavaş yavaş gözlerden kayboldu. Narime için sanki o gece hiç bitmeyecek gibiydi. Hıçkırıklar boğazına diziliyor, yutkunamıyordu. Süleyman’ın:
— Ağlama yenge bak çocukta ağlıyor, ne var Allahın izniyle bir bakmışın göz açıp kapayıncaya kadar geçer bu ayrılık. Sözlerini Narime duymuyordu bile.
Şakir’in uçağı tam 09.00’da havalandı ve kısa bir süre sonrada gözden kayboldu. Uçağın gözden kaybolmasıyla Narime’nin de umutları kaybolmuş, erimiş bitmişti sanki.
Narime, kayınbiraderi ve oğlu Mahmut o gün bir akrabalarında kaldılar, sabah erken saatlerde köyün yolunu tuttular. Köye geldiklerinde Selbi Kadın’ın feryat figan ağlayışları yeri göğü inletiyordu.
- Şakir’im kara oğlum benim. Bi gün yüzümü gördünüz? kursağınıza doğru dürüst bi lokmamı girdi oğlum… Allah’ım oğlumu bana ve çocuklarına bağışla, ona gelen dert bana gelsin… Diye gün boyu ağlayıp durdu.
Günler günleri aylar ayları kovaladı durdu. Narime’nin ve Selbi Kadının gözleri köye haftada bir gelen postacı da, yoldan geçen araçlarda, tabiri caizse neredeyse uçan kuşlardaydı. Ancak Allah için bir tek kelime ne bir mektup ne bir telgraf gelmişti Şakir’den. Geceleri Selbi Kadının rüyalarına karabasanlar konuk olmuştu adeta. Daşdöven’e sık sık:
— Herif git bi bak bala’ya postacı mektupları unutuyo heral. Bi tel çek Almanya’ya Nooldu bu çocuğa? Benim oğlum bizi habersiz bırakmazdı, muhakkak başına bir şey geldi. Diyor lakin Daşdöven’in sert çıkışıyla karşılaşır karşılaşmaz bir köşeye çekilip ağlamakla yetiniyordu.
Şakir’in Almanya’ya gitmesinin üzerinden iki buçuk ay gibi bir süre geçmişti. Bir öğle vakti Selbi Kadın evlerinin önündeki tezekleri kaldırırken beyaz bir minibüsün Şakir’in evinin önünde durduğunu ve içindeki gözlüklü birisinin Narime’ye bir kâğıt uzattığını fark etti. Ne olduğunu anlamak amacıyla o hantal vücudundan beklenmedik bir çeviklik le oraya doğru hızlı adımlarla ilerlemeye başladı.
Minibüs şoförü sanki acelesi varmışçasına Narime’ye zarfı uzatır uzatmaz arabasının gazına bastığı gibi tozu dumana katıp oradan hızla uzaklaştı. Selbi Kadın Narime’nin yanına vardığında minibüs çoktan oradan uzaklaşmıştı. Selbi Kadın nefes nefese:
— Kız Narime kimdi o, sana ne verdi, uzattığı kâğıt neydi? Diyerek soruları peşi peşine sıralamaya başladı. Narime meraklı bir şekilde hızlı hızlı zarfı açmaya çalışıyor, Selbi Kadına cevap vermiyordu. Neden sonra okuma yazma bilmediğini hatırlayarak hayıflandı. En yakın komşuları olan Gagaş Haydarın evine bir koşu gittiğinde Selbi Kadın da onun arkasından hem yürüyor, hem de:
— Gâvur’un kızı nereye goşuyon hele dur bende geliyom bekle beni!
Dediyse de Narime’nin onu dinleyecek ne zamanı ne sabrı vardı. Gagaş haydarlara vardığında oğlu hamza’nın bahçede oynadığını gören narime, alel acele kağıdı ona uzatarak:
— Hamza gurbanın olayım hele oku şu mektubu ne diyo? Dedi. Hamza mektuba şöyle bir göz gezdirdikten sonra heceleye heceleye okumaya başladığında Selbi Kadın’da yetişmiş, adeta nefes nefes’e soluk almaya çalışıyordu:
— Pek kıymetli eşim Narime… Diye başlayan mektubunda Şakir çoluğu çocuğu, Anayı babayı, eşi dostu tek tek sorup sual ettikten sonra Almanya’ya gittiği ilk günden itibaren nelerle karşılaştığını, nerede kaldığını, ne yiyip ne içtiğini tek tek anlatmıştı.
Mektubu getiren kişi Karakeçili Köyünden Alaman’cı arkadaşı Faruk’tu. Faruk, Şakirden bir yıl önce Almanya’ya gelmiş ve yıllık izne ayrılmıştı. Mektubunda uzun uzun her şeye değinen Şakir, neden bunca zamandır mektup yazmadığını da şöyle anlatıyordu:
— Geldiğimin ilk haftası bizi bir misafirhaneye yerleştirdiler ve hemen iş başı yaptırdılar. İlk günlerde yolu yordamı bilmediğimden mektup yazma fırsatım olmadı. Daha sonra Faruk’la tanıştım. Faruk bana yakında izne gideceğini söyleyince bir mektup yazarak kendisine verdim. Ancak bazı sebeplerden izni iki kez ertelendi ve ilk verdiğim mektubu kaybedince bu mektubu yazma durumunda kaldım… Diye devam eden mektupta:
— Daha sonra Faruk tam yola çıkacaktı ki benim rahatsızlığım üzerine iznini tekrar iptal ettirdi ve nihayet şimdi yola çıkıyor işte…
Selbi Kadın ve Narime mektubun bitmesini bile beklemeden ağlamaya başlamışlardı bile. Selbi Kadın Narime’ye:
— Gız Narime neyi varmış şakir’in, ne söyledi sana Faruk Allah aşkına söyle… Ne olmuş benim kuzuma?
Diye soruları peşi peşine sıralıyordu. Kayınvalidesi’nin üst üste sorduğu sorular zaten üzgün olan Narime’yi çileden çıkarmaya yetmişti.
— Ne bilem ben, sen ne biliyosan bende onu biliyom. Faruk’mudur nedir adı batası mektubu verdi, ben Şakir’in arkadaşıyım işim acil sonra tekrar geleceğim dedi çekip gitti. Beni sıkıştırıp durma Allah aşkına zaten canım burnumda. Senin oğlunsa benimde kocam, sen nasıl gayle çekiyosan bende çekiyom. Diyerek mektubu kaptığı gibi oradan uzaklaştı.
Selbi Kadının başını bir gayle almış yürümüştü. Acep Şakir’in nesi vardı, niye hastalanmıştı? Yoksa Şakir’e bir şey olmuştu da Narime ve Faruk ondan saklıyorlar mıydı? Delirmemek için kendini zorluyor, aklına vesvesenin biri geliyor biri gidiyordu. Dalgın dalgın evine doğru yollanırken, yolda kızı Asiye’yi gördü. Asiye’ye yaşlı gözlerle olanı biteni bir bir anlattı. Annesiyle beraber Asiye’de gözyaşlarına hâkim olamamış, hıçkırıklara boğulmuştu. Beraberce eve uğradılar, Daşdöven camide öğle namazını kılmış onların ardında eve girmişti. Selbi Kadın’ın gözyaşlarını fark eden Daşdöven biraz kızgın bir ifadeyle:
— Ne var gene neye ağladın? Sen ağlamadan duramaz mısın bre kadın? Diye çıkıştı. Selbi Kadın:
— Senin için hava hoş, ne biçim adamsın sen? Oğlun Alamanya da öldü mü, kaldı mı hiç merak etmez misin Allah aşkına? Bak bugün bi adam gelmiş adı Faruk muymuş neymiş, Narime’ye bi mektup vermiş heç bişey demeden çekip getmiş. Narime mektubu bi çocuğa okuttu, şakir hastaymış. Ah benim kara yazılı başım, oğlum orada ölüp gedecek ben bişey yapamıyom…
Selbi Kadın’ın son sözleri bitmemişti ki Daşdöven hiddetlendi:
— Senin oğlundan başka çocuğu olan yok mu Alamanya’da bre fikirsiz kadın. Ne dövünüp durursun? Allah izin verirse vakti gelince döner geriye. Ağlayıp sızlamakla bu işler hallolmaz öyle. Kapa çeneni de şu yemeğimi hazırla bağa gideceğim ben. Dedi.
Selbi Kadın tekrar bir şey söylemeye yeltenecekti ki Daşdöven’in sert bakışı karşısında vazgeçti.
O gün akşam olmak bilmedi sanki Selbi Kadın ve Narime için. Birisinin biricik eşi, diğerinin biricik oğlundan gelen mektup, onların meraklarını gidermek şöyle dursun, endişelerini iyice artırmıştı. Akşam yemeğinden sonra bulaşıkları yıkayan Selbi kadın evin önüne bir şalın üzerine oturarak derin düşüncelere daldı. Süleyman o gece dağda öküzleri güdüyordu. Daşdöven bağdan gelmiş, yorulmuş ve erkenden yatmıştı. Gece yarısını az geçmişti ki Selbi kadın belki biraz uyurum diyerek toprak divanın üzerine kıvrıldı. Ancak gözünü yumar yummaz gözünün önüne Şakir geliyor ve:
— Ana beni kurtar, ben çok hastayım… Diyordu.
Selbi Kadın yaklaşık bir saat boyunca bu hayallerle boğuştu durdu. Bildiği bütün duaları peşi peşine sıralıyor, Şakir’ine bir şey olmasın diye Rabbine dua ve niyazlarda bulunuyordu. Gece boyu rüyasında Şakir kâh tabut’a giriyor, kâh kapıyı çalıyor, kâh yardım çığlıkları atıyordu. Gece iki civarında Selbi Kadın’da nefes alacak hal kalmamıştı artık. Zaten giyinik durumdaki fistanının üstüne hırkasını giyip, ufak bir sopa alarak ilçenin yolunu tuttu.
Daşdöven Selbi Kadın’ın çıktığını fark etmemişti bile. Fark etseydi mutlaka küçük kıyamet kopardı Selbi kadın için. Harman yerini aşıp mezarlıkları geçtikten sonra Selbi Kadın’ın içini bir ürperti sardı. Biran için küçük bir tereddüt geçirdikten sonra kararlı adımlarla ışık huzmeleri görünen ilçeye doğru yol almaya devam etti.
Normal yoldan gidildiğinde ilçe yaklaşık on altı kilometreydi, ancak kestirmeden yani dağdan gidildiğinde on bir, on iki kilometre civarındaydı. Selbi Kadın zifiri karanlıkta hem yürüyor, hem bildiği tüm duaları tekrar tekrar okuyor, hem de ara sıra göz ucuyla sağı solu kolaçan ediyordu. Ara sıra sert bir hamleyle arkasına bakıyor, sanki takip ediliyormuşçasına vehimlere kapılıyordu. Selbi kadın artık yola ne için çıktığını unutmuş, Şakir’den ziyade kendi korkularıyla yüzleşmeye çalışıyordu. Uzaklardan yer yer duyulan çoban köpeklerinin sesleri selbi kadın’ı korkutacağına, ilginçtir ona cesaret veriyordu. Bu şekilde yaklaşık üç saatlik bir yürüyüşten sonra sabah ezanının sesi dağlarda yankılanmaya başladı. Ezan sesi selbi kadın’ın cesaretini bir kat daha kamçılamaya yetmişti. İlçeye ne amaçla gittiğini dahi bilmeyen Selbi Kadın’ın kafasında bir şey dank etti: Postaneden Şakir’ini bulduracak ve onunla telefon mudur nedir adını dahi birkaç kez duyduğu aletle konuşacaktı. Ancak bu şekilde kaygılarından ve evlat hasretinden kurtulabilirdi. Her adım atışta ilçeye biraz daha yaklaşırken yaklaşık yarım saat sonra hava tamamen aydınlandı.
Saat yedi, civarında ilçeye girdiğinde Selbi kadın hem acıkmış hem de iyice susamıştı. Ancak evlat sevgisinin o ağır basan kefesi ona her şeyi unutturuyordu. Önce bir çeşmeye eğilip kana kana suyunu içtikten sonra orada geçen birisine postaneyi sordu. Postane’nin önüne geldiğinde postane’de görevli memurun kapıyı yeni açtığını fark etti. Görevli Selbi Kadını gördüğünde:
- Buyur ana ne istedin? Diye sordu. Selbi kadın:
- Gurban olam ayaklarının altına, benim oğlum üç ay önce Alamanya’ya gitti, dün mektup geldi. Hastamıymış neymiş. Ben karşı köyden geliyom, gece gözüme uyku girmedi, sabaha kadar yürüdüm oğlum pek yoruldum. Allah rızası için Şakir’imle beni bi gonuştur nolur.
Görevli memur biraz hayret biraz da acıma hissiyle:
— Tamam, teyzeciğim otur hele, telefon numarasını ver bağlamaya çalışayım. Sen merak etme oğlunla seni görüştüreceğim hele sen otur şuraya. Dedi.
Selbi Kadın’ın bir anda irkildi, bütün hayalleri suya düşmüştü sanki:
— Oğlum bende ne numara ne adres var, dünkü mektubu hanımında kaldı. Dalgınlıktan unutmuşum oğul, ama sen istersen bulursun oğlumun yerini gurbanın olayım yavrum… Dese de memur olumsuz ifadelerle hem konuşuyor hem de kafasını sallıyordu:
— Teyzeciğim ben nerden bulayım elin Almanya’sında ki Şakir’ini Allah aşkına? Köyüne git telefon numarasını getir, ancak o şekilde oğlunla görüşebilirsin. Dediğinde Selbi Kadın’ın başı döner gibi oldu. Ağır adımlarla ağlaya ağlaya postanenin önünde ki gölgeye oturdu. Kafasında daha çözemediği karmaşık o kadar sorular ve endişeler vardı ki. Ağlamaktan gözyaşları kurumuştu neredeyse. Postane önünde beş on dakika oturduktan sonra tekrar köye gitmek üzere yola koyulmuştu ki, dünkü Narime’ye mektup getiren minibüs’ü ve içindeki gözlüklü adamı fark etti. Minibüs şoförü arcını bir büfe önünde durdurmuş, sigara alıyordu. Bir hamleyle nasıl oraya yöneldi, nasıl şoförün ceketine yapıştı kendisi de anlayamadı. Adam neye uğradığına şaşırmış:
— Ne oldu teyze niye ceketimden tutuyorsun, bi alacağın mı var benden? Dediğinde, Selbi kadın:
— Oğlum senden ne alacağım olsun, dün bizim köye mektup getiren sen değimliydin? Dedi.
— Evet, teyze bendim, bugünde oraya gideceğim birazdan, sen kimsin? Dedi.
— Oğlum ben kim olurum, şakir’in annesiyim Selbi Kadın derler bana. Deyince, Faruk derhal eline sarıldı ve öpmeye başladı:
— Teyze Şakir senden çok söz eder di senin için ‘’Sulu Göz’’ derdi, hakikaten öyleymişsin. Dün çok acil bir işim çıktığından köyden geçerken mektubu şakir’İin hanımı na verdim, bu günde bir şeyler alıp oraya gidecektim. Hadi beraber gidelim. Dedi. Selbi kadın:
— Oğlum önce Allah rızası için Şakir’in neyi var onu bi de hele, ondan sonra nereye dersen oraya gideriz. Dedi.
Faruk pişkin pişkin güldükten sonra:
— Gel sulu göz gel, seni Şakir’le konuşturayım, hiçbir şeyi yok Şakir’in. Hava değişikliğinden dolayı bir hafta civarında hastanede yattı o kadar, şimdi turp gibi maşallah diyerek postaneye girdiler.
Faruk Postaneden, Köln’de ki Şakir’le beraber çalıştıkları fabrika’yı bağlattı. Selbi kadın oğluyla uzun uzun hasret giderdikten sonra, beraberce köyün yolunu tuttular…
01.06.2008 Kütahya
DİP NOT:
Hizmekkerlik*: Daha çok İç Anadolu bölgesinde kullanılan (Hizmetkâr) ın yöreye has söyleniş şekli.
Hak: Yine daha çok iç Anadolu bölgesinde kullanılan bir sözcük. Köye yapılan bir hizmet karşılığında köylülerin hak sahibine harman zamanı verdiği arpa, buğday, para vs. gibi şeyler.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.