- 1150 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TAŞKÖPRÜ'YE DOĞRU
Her mevsimin başladığını ya da bittiğini gözler önüne seren belirtiler vardır doğada.
Dağlara önce taç takan kar, hazırladığı kostümüyle sonra tüm kente gelinlik giydirir. Gelmiştir kış. Ardından çiçeklerle donatılmış balayı mevsiminde bir doğa emanet eder hepimize. İlkbahardır adı. İnce zarif olan bu mevsimin çoğumuz anlamayız dilinden. Onu fazla tutamayız elimizde.
“Karpuz kabuğu denize düşünce” lafzı ise, yazın habercisidir halkın dilinde.
Kentimizin Denizle bütünleşen sahil şeridinde -“Ganita”da, “Beşirli”de- temiz yer bırakılmasa da, zoraki plaj görüntüsü verilmeye çalışılan şehirden uzak yerlerde, “Karadeniz”in serin sularına kendini bırakan insanlar yazın geldiğini gösterir bize
Şehirden çıkıp çevre köylere uzandığımızda, tarlasından son hasatı toplamaktadır cefakâr köy insanımız.
Evlerin tereğinde kurumaya bıraktıkları “Mısır koçanları” ve “zuluf fasulyeleri” nazlı nazlı salınmaktadır
Hayat mücadelesi içinde hummalı bir koşuşturmaca sürüp giderken, artık bitmek üzeredir yaz.
Köyleri geçip daha da uzaklaştıkça, yol boyunca büyük baş hayvanları dönüş hazırlığında görürüz.
Hiç farkında olmadan bittiği olur bu mevsimin
Ilık bir rüzgârın etkisiyle bir mevsim var şimdi sırada…
Çimlerin arasında, “Vargit çiçekleri”nin hüzünlü duruşundan anlıyoruz sonbaharın geldiğini “Taşköprü yaylasında”
Biri biter biri başlar işte…
Fark etmek için kentin dışına çıkmak gerek.
Doğası da güzel bu kentin
İnsanı da
Hava şartları size engel olmamalı
Zaman yolda olma vaktidir.
Yoldayız şimdi…
Yirmi iki Eylül Cumartesi günü “İbrahim Sarı” dostumla şehirde buluşup yola beraber çıktık. Taşköprü Yaylası’na vardığımızda misafiri olacağımız tesisin sahibi Osman Akgül’ün oğlu Mustafa, dağların rehberi olduğunu ispatlarcasına geçtiğimiz yerlerden bahsediyordu yol boyunca bize: Burası; “Kozdeğirmen” Burası; “Hozarakaltı, “Özdil” derken; Aha!.. Diyor; heyecanlanarak... “Şurası; Oymalıtepe”
Okuduğu ilköğretim okulunu gösterdiğinde anlıyoruz ki, Mustafa’nın köyüne geldik.
Köy sis içindeydi!
Aracımızı bir çeşmenin yanına çekip soluklanırken Mustafa, hatıralarını tazeliyordu peşi sıra. Onu zevkle dinledikten sonra yolumuza devam ettik. Sırasıyla: “Armutlu Mezrası”, “Üçpınar” ve “Sırganlı” yaylalarını geçip, “Gümüşki Tepesi”ne geldiğimizde sis, pamuk tarlasını andıran görüntüsüyle aşağılarda kalmıştı.
“Karagöze Yaylası”nı aşıp “Çataltepe Şehitliği”ne uğramadan geçmek olmazdı. Burada anıt mezar çalışması yapan işçilerle sohbet edip şehitlere fatiha okuduk.
Bu bölgenin en yüksek zirvesi olan 2900 rakımlı “Karakaban Tepesi”nde bolca fotoğraf çektik. Vadilerde kümelenen bulutların dans edişini kameraya kayıt ettik. İnişe geçerken yorgunluğumuzu “Alişer suyu”nda attık: Yaz aylarının kavurucu sıcaklarına denk düşen bir ramazan günü Ali ve ailesi yayla yolculuğundadır. Susuzluktan dudakları çatlayan Ali, yolun kenarında kaynak suyunu görünce dayanamaz. Ellerini suyun gözesine daldırıp kana kana su içer. Bunu gören annesi yanlış bir iş yaptığına işaret manasında; “şer” tanımını kullanarak“Ali şer” “Ali şer” diye bağırır. Çevreye yayılan sesi duyan çobanların suya taktıkları bu tekerleme, günümüze kadar ulaşarak “Alişer Suyu” olarak kalır. Mustafa kardeşimiz bu efsanevi olayı bize anlattıktan sonra yeni bir söylenceye mahal vermeden yolumuza devam ediyoruz. ”
Çiçekli Yaylası” derken 2140 rakımlı “Taşköprü Yaylası”nda Osman Akgül’ün misafiriydik artık. İftar vaktine daha zaman olsa da yemek hazırlıkları erken tamamlanmıştı yaylada. Önümüzde, kocaman birer tasta lahana çorbasını görünce sevindik. Masanın ortasında, yağlı dana etinden güveç, yanında yeşil salata, pirinç pilavı; içecek olarak komposto, yayla suyu ve yayla yoğurdu vardı. Yemek konusunda seçici olmasam da lahana çorbası ve yayla yoğurdunun damaklarımı çatlattığını belirtmeden geçemeyeceğim. Yayla suyu keza öyle…
Yemeğin ardından çay faslını tamamladıktan sonra kısa bir akşam yürüyüşüne çıktık. Çıngırak sesleri, ay ışığı ve yıldızların altında dere boyunca akan berrak suya karışıyordu. Tesise döndüğümüzde Fatih Devlet Hastanesinde hizmet veren Dr. Enver İskender Beyefendiyle karşılaştık. Tanıştık. Oturduk. Sohbet ettik. Anlattığına göre O da doğa meraklısıydı. Bu bölge, aynı zamanda yöresi olduğundan sıkça buralara çıkıp yürüyüşler yapıyordu.
Biz spor kıyafetlerimizin içinde sohbet ederken, Osman Bey; itinalı giyimi ve ölçülü konuşmasıyla eski Trabzon Beyefendilerini anımsatıyordu: Beyaz gömleği ve sürekli taktığı kravatıyla şıklığını, ütülü pantolonu ve boyalı ayakkabısıyla bu şıklıktan yansıyan titizliğini, günlük tıraşı ve henüz dökülmeyen yandan taranmış saçlarıyla da kendine olan güveni gösteriyordu. O, 2140 rakımlı Taşköprü yaylası’nda; kredi kullanmadan kendi imkânlarıyla yaptığı; içinde restoran, bakkal, fırın, kahvehanesi ve bungalov evleriyle birlikte oteli olan bir işletmenin sahibiydi.
İşte insan…
İşte Geldiği yere kovulduğunda etkisiz hale getirileceği zannedilen köylü.
Sizce düşündürücü değil mi?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.