GÜNCELERİMDE Kİ FINDIK FARESİ
GÜNCELERİMDEKİ FINDIK FARESİ
Kapısının usulca açılıp kapandığını ve içeri birisinin girdiğini duydu. Bu saatte kim olabilirdi ki? Hemşirelerin kaç günden beri yapmayı bıraktıkları o mutat gece yarısı ziyaretlerinden olmadığını biliyordu. Zira neredeyse bir saat oluyordu koridordaki ayak sesleri kesileli.
Her kimse lambayı da yakmamıştı. Ya düğmeyi bulamıyordu, ya da içeri girdiği anlaşılsın istemiyordu. Yaksa ne fark edecekti ki, gözlerini kapatan o kalın sargıların ardından gelenin kim olduğunu görebilecek miydi? Bir tüy kadar hafif, temkinli ama tedirgin ayak seslerini duydu yatağına yaklaşan. Ses çıkarmamaya ve uyur gibi görünmeye çalıştı.
Uykusuz ve umutsuzlukla geçen o yirmi dört saatlik gecelerin, belki de en dayanılmazını yaşıyordu az öncesine kadar. Yarın sabah sargıları çözülecek, bir daha gerçekten görüp göremeyeceğini öğrenecekti. Ama bu beklenmedik ziyaretçi, biraz olsun gözlerini düşünmeyi unutturmuş, alıp zihnini bambaşka bir kulvara taşımıştı. Zihnini oyalamak için bundan daha uygun ne olabilirdi ki? Sürdürdü sessizliğini.
Kalkıp kendisini öldürmeye gelmemişti ya hoş; ya odasını şaşırmış bir hastaydı, ya da uykusu kaçmış bir boşboğaz.. En kötü olasılıkla bir hırsız olabilirdi ki, yanlış yere girdiğini anlaması pek uzun sürmeyecekti. Ne çalınacak destelerle para saklıyordu yastığının altında, nede altın mücevher gibi takıları vardı kolunda boğazında. Kim olursa olsun, şu tükenmez gecenin bir kısmını çalacaktı ya nasılsa, bırak çalsın, dedi, içinden.
Başucuna kadar gelmiş kendisini izliyordu. Hissedebiliyordu bunu. Belki de uyuduğundan emin olmak istiyordu. Görüyor olmalı diye düşündü. Gören birisi için pek de karanlık sayılmazdı odası ve kapı penceresinden odaya sızan koridorun ışığı yeterliydi göre kişiye.
Etajer çekmecesinin usulce çekildiğini duydu. Anlamıştı odasındaki esrarengiz ziyaretçinin hırsız olduğunu. Ya acemi bir hırsızdı, nerede ne arayacağını bilmiyordu, ya da başta düşündüğü gibi, odasını şaşırmış kendisine benzer, gözleri bantlı bir hastaydı. Ancak öyle acemiceydi ki hareketleri, erişkin olmadığı kesindi. İnsan zamanla yanına yaklaşan kişinin erişkin mi, çocuk mu, kadın mı, erkek mi olduğunu algılamayı öğreniyordu. Yanı başında etajerini karıştıran bu meraklı, ya bir çocuktu, ya da ufak tefek, çocuk cüsseli bir kadın…
Ziyaretçisinin yaptığı sakarlıklarla, giderek ilgi çekici bir hal alan hırsızlık oyunu sürüyordu. Çekmeceyi geri kapatmış, aynı yumuşak hareketlerle etajerin dolap kapağını açıyordu. Ne bulmayı umuyordu ki? Orada da, yarın sabah değiştireceği birkaç temiz iç çamaşırı ve – o anlamsız iç güdüyle – yanında getirdiği günlüğü vardı sadece. Görme yetisini kaybettiği günden beri, bir satır bile yazamadığı o sırlarını sakladığı günlüğü..
‘Boşuna girdin küçük hırsız’ dedi içinden. ‘Bu kez yanlış kapıyı çaldın.’
Muhtemelen çömelmiş, defterini karıştırıyordu. Koridordan giren ışıkla okuyabiliyor muydu acaba? Hiç sanmıyordu. ‘Karıştır bakalım’ diye güldü, ‘Bir o kalmıştı zaten yaşamımda karıştırılmamış, onu da sen karıştır, bakalım ne bulacaksın?..’
Neyse uzun sürmemişti merakı. Defteri yerine koyduğunu, dolabın kapağını kapattığını ve yeniden dikilerek başında kendisine baktığını hissetti. Ya çalınacak bir şeyi olmadığı için aşağılayıcı bir bakış vardı yüzünde, ya da uyandırmadan yastığının altını nasıl karıştırabileceğini hesaplıyordu.
Yanılmamıştı, usulca üzerine eğildiğini fark etti, tutup yakalasa mıydı acaba? Elleme dedi, bakalım daha nereye kadar sürdürecek bu oyunu? Ancak başından beri burnuna hiç de yabancı gelmeyen o ilaç kokusunu, sonunda tanımıştı.
‘Kusura bakma küçük hırsız,’ diye güldü içinden. Kim olduğunu biliyorum artık. Hemşirelerin sözünü ettiği, hastanenin o, fındık faresisin sen. ‘Keşke çalabileceğin bir şeyim olsaydı..’
Onun kokusuydu bu. Bir kez de ameliyathane kapısında duymuştu bu kokuyu. Ameliyata alınmasını beklediği o gün, usunda binlerce yanıtsız soru, yüreğinde bir yılan gibi çöreklenmiş o dayanılmaz korkuyla titrerken duymuştu bu kokuyu. O gün de öyle, onca koşuşturmanın arasında o tüy gibi hafif ayak sesleriyle yanına yaklaştığını hissetmiş - kimsin, nesin, ne istiyorsun - demesine fırsat bulamadan, incecik serin bir elin acemice saçlarını okşadığını ve kimselere duyurmak istemez gibi kulağına:
“Korkmana gerek yok” diye fısıldadığını duymuştu o büyümüşte küçülmüş çocuk sesiyle. “Dosyanı inceledim, kesinlikle ameliyatın başarılı geçecek ve kesinlikle göreceksin.” Sonra da karışıp gitmişti iki yanından akan kalabalığın arasına..
Ameliyat sonu ilk iş, onu sormuş; hemşirelerden aldığı yanıt karşısında da donup kalmıştı o gün.
“Ha, O mu?” demişlerdi. “O bizim hastanenin küçük fındık faresidir, ne girip çıkmadığı delik kalmıştır bu güne dek, nede karışıp kotarmadığı iş.”
Doktorlarla vizite çıkar, hemşirelerle tedavilere katılır, fırsat buldukça da hoşuna giden şeyleri cebe indirirmiş. Ancak asla kendisi için olmazmış çaldıkları, koğuşunda ki diğer kimsesiz hasta çocuklarla paylaşmak için olurmuş hep. Zaten aşırdığı şeyler de çoğunluk, hastalara getirilen pasta, çikolata, şekerleme ve çiçek gül gibi şeylermiş ve o nedenle de kimse pek ses etmezmiş kendisine. ‘Hani ses etsen kaç para,’demişlerdi. Takmadıktan sonra kimseyi…’
Kimsesizliğini öğrenmişti, sonra hastalığını.
Asıl o zaman yıkılmıştı; lösemiliydi, lösemili çocuklar koğuşunda kalıyordu. ‘Bu üçüncü senesi,’ demişti kızlar, on beş yaşında konmuştu tanı. Geçen yıl on sekiz yaşını tamamladığı için çocuk yurdundan çıkarıldığını, nerede, kiminle nasıl yaşadığını kimsenin bilmediğini, bir gece kan revan içerisinde hastanenin acil kapısına bırakıldığını, ölmek üzereyken şans eseri kurtarıldığını; o günden beri de hastanenin maskotu olduğunu anlatmışlardı kendisine. Üç beş ayda bir hastaneye yatar bir iki hafta tedavi görür, ayağı yer tutmaya, eli iş görmeye başlar başlamaz da, atarmış kendisini sokaklara. Artık ne yer, ne içer, nerde yatar, nerde kalkar, kimse bilmezmiş, sorsan da söylemezmiş... Kötüleşince birileri bulup getirirse ne ala, yoksa bir gün kalıp gidecek köprü altlarında, diye, elleri yüreklerinde beklerlermiş...
Evet hiç şüphesi yoktu, bu onun kokusuydu. Eğer gerçekten oysa, kim olduğunu biliyor olmalıydı ve nicedir o aradığı şeylerden getiren bir ziyaretçisinin olmadığı da gözünden kaçmamıştı doğal olarak. O halde ne arıyordu burada ve ne demeye gelmişti? Kendisiyle konuşup dertleşmek istese, daha erken bir saatte gelir ve böyle hırsız gibi gizlice girmezdi odasına.
Onu o kadar yakınında hissetmek, huzursuz ediyordu yüreğini. Öyle yakınındaydı ki, hatta çok yakınında; yüzünden yüzüne yansıyan o sıcaklığı bile algılayabiliyordu. Acaba numara yaptığını anlamış mıydı, asıl o mu kendisine bir oyun oynuyordu?
‘Heey!’ diyerek kendisini uyandırmasını beklerken, aniden dudaklarına dokunan yumuşacık bir çift dudağın ıslak sıcaklığıyla adeta dondu kaldı yatağında. Ne yapacağını bilemiyordu, hiç aklına getirmemişti böyle bir şeyi. Öyle ya, çocuklar koğuşunda kalan, adı küçük fındık faresine çıkmış küçük cılız bir kız olarak canlandırmıştı gözünde. Oysa on sekizini geçmiş, genç bir hanımın dudaklarıyla tanışmıştı az önce dudakları. Çalacak bir şey bulamadığı için, dudaklarından bir buselik aşk çalmaya kalkışmıştı belki de.
Hani uyanıp ‘hayır ola!’ dese, mahcup olacaktı ve uyuyormuş gibi görünmeyi yeğleyerek, onun temkinli ve telaşlı ayak seslerini dinledi başucundan uzaklaşan.
Kimseye söz etmeyecekti bu olanlardan ve yarın gözleri açılıp da görebilirse eğer, ilk iş onu arayacak ve o gün ameliyathanenin önünde verdiği moral için teşekkür edecekti sadece.
Ama yaşam, öyle acımasız ve öyle bencilliklerle doluydu ki; ertesi gün sargıları çözülmüş, çok iyi olmasa da karşısındakini tanıyabilecek denli görebildiğini ve giderek iyileşeceğini öğrenmiş, sevincinden ne yapacağını bilememişti işte. İşlemler, prosedürler, yakınlarının sevinç gösterileri ve apar topar bir an önce evine dönme isteği.. Ne o kızı arayıp teşekkür etmek kalmıştı aklında, ne de dudaklarında unutulmuş o bir damlacık aşk kaçamağı onca önemli gelmişti kendisine o gün.
Ancak birkaç hafta sonra yazabilecek denli görmeye başladığında anlamıştı yaptığı o büyük hatayı. Hastaneye yattığı günden beri yanından ayırmadığı, bir daha asla yazamayacağım sandığı o günlüğünü sonunda valizinden çıkarmış, aylarca bir karabasan gibi yaşamını kabusa çeviren o hastalığını ve o tedavi olma sürecini yazmaya hazırlanıyordu ki; defterin arasından düşen küçük resmi bir sarı zarf dikkatini çekti. Ağzı kapalı, üzeri yazısızdı. ‘Kim bilir ne zaman koymuşum’ diyerek açtığında gözlerine inanamadı!
Bu kendisine yazılan bir mektuptu ve inci gibi hayli özenerek yazıldığı besbelliydi:
“Nasılmış, söylemiştim sana değil mi? diye başlıyordu.
Yarın gözlerin görecek ama, ne yazık ki ben senin o sevincini göremeyeceğim. Yo, yoo! Yanlış anlama, yarın ölmüş olacağım demek istemiyorum. Yarın tüyüyorum hastaneden, mecburum buna ve kimse bilmiyor henüz. Gerçi sen de bilmeyeceksin ama fark etmez. Nasılsa bir gün öğreneceksin...
Bu mektubun burada ne işi var? Dediğini duyar gibi oluyorum. Asıl sen o ameliyat olduğun günden başlayan günlükleri oku da gör. İçim elvermedi aylarca yazılmamış görünce günceleri. Oturup her akşam senin günlükleri ben yazdım, bakalım beğenecek misin.
Evet, o gün seni ameliyata aldıkları, yakınlarının ameliyathane kapısında bekledikleri ve odanda kimseciklerin olmadığı gün almıştım günceni. Okumuş adam, belki romandır diyerek almıştım ama, bir hatıra defteri olduğunu görünce okumadan edemedim. İnşallah kızmamışındır..
Ha unutmadan, o,’sevgilim, sevgilim’ diye, yere göğe sığdıramadığın kız var ya, o kız; bana kalırsa unut gitsin onu. Ondan ne köy olur ne kasaba, insan bir kez olsun gelip görmez mi sevdiği adamı? Anlayamamışsan yanarım aklına, o, seni artık kör olacak diye başından savmaya çalışıyor oğlum!..”. Aylar sonra, o küçük fındık faresinin defterine yazdığı günlükleri son kez okudu ve o konuyu kapatmaya karar verdi.
Ha, onun sözünü ettiği sevgilisi mi? Zaten öyle biri hiç olmamıştı ki, o küçük fındık faresi gibi, Onu da kendisi uydurmuştu. Belki de narkoz sonu gördüğü bir esrimeydi her şey, kim bilebilir…
Dr Cemil CEVİZ
2005 malatya devlet sayrıevi
YORUMLAR
ÜNCELERİMDE Kİ FINDIK FARESİ
GÜNCELERİMDEKİ FINDIK FARESİ
Kapısının usulca açılıp kapandığını ve içeri birisinin girdiğini duydu. Bu saatte kim olabilirdi ki? Hemşirelerin kaç günden beri yapmayı bıraktıkları o mutat gece yarısı ziyaretlerinden olmadığını biliyordu. Zira neredeyse bir saat oluyordu koridordaki ayak sesleri kesileli.
Her kimse lambayı da yakmamıştı. Ya düğmeyi bulamıyordu, ya da içeri girdiği anlaşılsın istemiyordu. Yaksa ne fark edecekti ki, gözlerini kapatan o kalın sargıların ardından gelenin kim olduğunu görebilecek miydi? Bir tüy kadar hafif, temkinli ama tedirgin ayak seslerini duydu yatağına yaklaşan. Ses çıkarmamaya ve uyur gibi görünmeye çalıştı.
Uykusuz ve umutsuzlukla geçen o yirmi dört saatlik gecelerin, belki de en dayanılmazını yaşıyordu az öncesine kadar. Yarın sabah sargıları çözülecek, bir daha gerçekten görüp göremeyeceğini öğrenecekti. Ama bu beklenmedik ziyaretçi, biraz olsun gözlerini düşünmeyi unutturmuş, alıp zihnini bambaşka bir kulvara taşımıştı. Zihnini oyalamak için bundan daha uygun ne olabilirdi ki? Sürdürdü sessizliğini.
Kalkıp kendisini öldürmeye gelmemişti ya hoş; ya odasını şaşırmış bir hastaydı, ya da uykusu kaçmış bir boşboğaz.. En kötü olasılıkla bir hırsız olabilirdi ki, yanlış yere girdiğini anlaması pek uzun sürmeyecekti. Ne çalınacak destelerle para saklıyordu yastığının altında, nede altın mücevher gibi takıları vardı kolunda boğazında. Kim olursa olsun, şu tükenmez gecenin bir kısmını çalacaktı ya nasılsa, bırak çalsın, dedi, içinden.
Başucuna kadar gelmiş kendisini izliyordu. Hissedebiliyordu bunu. Belki de uyuduğundan emin olmak istiyordu. Görüyor olmalı diye düşündü. Gören birisi için pek de karanlık sayılmazdı odası ve kapı penceresinden odaya sızan koridorun ışığı yeterliydi göre kişiye.
Etajer çekmecesinin usulce çekildiğini duydu. Anlamıştı odasındaki esrarengiz ziyaretçinin hırsız olduğunu. Ya acemi bir hırsızdı, nerede ne arayacağını bilmiyordu, ya da başta düşündüğü gibi, odasını şaşırmış kendisine benzer, gözleri bantlı bir hastaydı. Ancak öyle acemiceydi ki hareketleri, erişkin olmadığı kesindi. İnsan zamanla yanına yaklaşan kişinin erişkin mi, çocuk mu, kadın mı, erkek mi olduğunu algılamayı öğreniyordu. Yanı başında etajerini karıştıran bu meraklı, ya bir çocuktu, ya da ufak tefek, çocuk cüsseli bir kadın…
Ziyaretçisinin yaptığı sakarlıklarla, giderek ilgi çekici bir hal alan hırsızlık oyunu sürüyordu. Çekmeceyi geri kapatmış, aynı yumuşak hareketlerle etajerin dolap kapağını açıyordu. Ne bulmayı umuyordu ki? Orada da, yarın sabah değiştireceği birkaç temiz iç çamaşırı ve – o anlamsız iç güdüyle – yanında getirdiği günlüğü vardı sadece. Görme yetisini kaybettiği günden beri, bir satır bile yazamadığı o sırlarını sakladığı günlüğü..
‘Boşuna girdin küçük hırsız’ dedi içinden. ‘Bu kez yanlış kapıyı çaldın.’
Muhtemelen çömelmiş, defterini karıştırıyordu. Koridordan giren ışıkla okuyabiliyor muydu acaba? Hiç sanmıyordu. ‘Karıştır bakalım’ diye güldü, ‘Bir o kalmıştı zaten yaşamımda karıştırılmamış, onu da sen karıştır, bakalım ne bulacaksın?..’
Neyse uzun sürmemişti merakı. Defteri yerine koyduğunu, dolabın kapağını kapattığını ve yeniden dikilerek başında kendisine baktığını hissetti. Ya çalınacak bir şeyi olmadığı için aşağılayıcı bir bakış vardı yüzünde, ya da uyandırmadan yastığının altını nasıl karıştırabileceğini hesaplıyordu.
Yanılmamıştı, usulca üzerine eğildiğini fark etti, tutup yakalasa mıydı acaba? Elleme dedi, bakalım daha nereye kadar sürdürecek bu oyunu? Ancak başından beri burnuna hiç de yabancı gelmeyen o ilaç kokusunu, sonunda tanımıştı.
‘Kusura bakma küçük hırsız,’ diye güldü içinden. Kim olduğunu biliyorum artık. Hemşirelerin sözünü ettiği, hastanenin o, fındık faresisin sen. ‘Keşke çalabileceğin bir şeyim olsaydı..’
Onun kokusuydu bu. Bir kez de ameliyathane kapısında duymuştu bu kokuyu. Ameliyata alınmasını beklediği o gün, usunda binlerce yanıtsız soru, yüreğinde bir yılan gibi çöreklenmiş o dayanılmaz korkuyla titrerken duymuştu bu kokuyu. O gün de öyle, onca koşuşturmanın arasında o tüy gibi hafif ayak sesleriyle yanına yaklaştığını hissetmiş - kimsin, nesin, ne istiyorsun - demesine fırsat bulamadan, incecik serin bir elin acemice saçlarını okşadığını ve kimselere duyurmak istemez gibi kulağına:
“Korkmana gerek yok” diye fısıldadığını duymuştu o büyümüşte küçülmüş çocuk sesiyle. “Dosyanı inceledim, kesinlikle ameliyatın başarılı geçecek ve kesinlikle göreceksin.” Sonra da karışıp gitmişti iki yanından akan kalabalığın arasına..
Ameliyat sonu ilk iş, onu sormuş; hemşirelerden aldığı yanıt karşısında da donup kalmıştı o gün.
“Ha, O mu?” demişlerdi. “O bizim hastanenin küçük fındık faresidir, ne girip çıkmadığı delik kalmıştır bu güne dek, nede karışıp kotarmadığı iş.”
Doktorlarla vizite çıkar, hemşirelerle tedavilere katılır, fırsat buldukça da hoşuna giden şeyleri cebe indirirmiş. Ancak asla kendisi için olmazmış çaldıkları, koğuşunda ki diğer kimsesiz hasta çocuklarla paylaşmak için olurmuş hep. Zaten aşırdığı şeyler de çoğunluk, hastalara getirilen pasta, çikolata, şekerleme ve çiçek gül gibi şeylermiş ve o nedenle de kimse pek ses etmezmiş kendisine. ‘Hani ses etsen kaç para,’demişlerdi. Takmadıktan sonra kimseyi…’
Kimsesizliğini öğrenmişti, sonra hastalığını.
Asıl o zaman yıkılmıştı; lösemiliydi, lösemili çocuklar koğuşunda kalıyordu. ‘Bu üçüncü senesi,’ demişti kızlar, on beş yaşında konmuştu tanı. Geçen yıl on sekiz yaşını tamamladığı için çocuk yurdundan çıkarıldığını, nerede, kiminle nasıl yaşadığını kimsenin bilmediğini, bir gece kan revan içerisinde hastanenin acil kapısına bırakıldığını, ölmek üzereyken şans eseri kurtarıldığını; o günden beri de hastanenin maskotu olduğunu anlatmışlardı kendisine. Üç beş ayda bir hastaneye yatar bir iki hafta tedavi görür, ayağı yer tutmaya, eli iş görmeye başlar başlamaz da, atarmış kendisini sokaklara. Artık ne yer, ne içer, nerde yatar, nerde kalkar, kimse bilmezmiş, sorsan da söylemezmiş... Kötüleşince birileri bulup getirirse ne ala, yoksa bir gün kalıp gidecek köprü altlarında, diye, elleri yüreklerinde beklerlermiş...
Evet hiç şüphesi yoktu, bu onun kokusuydu. Eğer gerçekten oysa, kim olduğunu biliyor olmalıydı ve nicedir o aradığı şeylerden getiren bir ziyaretçisinin olmadığı da gözünden kaçmamıştı doğal olarak. O halde ne arıyordu burada ve ne demeye gelmişti? Kendisiyle konuşup dertleşmek istese, daha erken bir saatte gelir ve böyle hırsız gibi gizlice girmezdi odasına.
Onu o kadar yakınında hissetmek, huzursuz ediyordu yüreğini. Öyle yakınındaydı ki, hatta çok yakınında; yüzünden yüzüne yansıyan o sıcaklığı bile algılayabiliyordu. Acaba numara yaptığını anlamış mıydı, asıl o mu kendisine bir oyun oynuyordu?
‘Heey!’ diyerek kendisini uyandırmasını beklerken, aniden dudaklarına dokunan yumuşacık bir çift dudağın ıslak sıcaklığıyla adeta dondu kaldı yatağında. Ne yapacağını bilemiyordu, hiç aklına getirmemişti böyle bir şeyi. Öyle ya, çocuklar koğuşunda kalan, adı küçük fındık faresine çıkmış küçük cılız bir kız olarak canlandırmıştı gözünde. Oysa on sekizini geçmiş, genç bir hanımın dudaklarıyla tanışmıştı az önce dudakları. Çalacak bir şey bulamadığı için, dudaklarından bir buselik aşk çalmaya kalkışmıştı belki de.
Hani uyanıp ‘hayır ola!’ dese, mahcup olacaktı ve uyuyormuş gibi görünmeyi yeğleyerek, onun temkinli ve telaşlı ayak seslerini dinledi başucundan uzaklaşan.
Kimseye söz etmeyecekti bu olanlardan ve yarın gözleri açılıp da görebilirse eğer, ilk iş onu arayacak ve o gün ameliyathanenin önünde verdiği moral için teşekkür edecekti sadece.
Ama yaşam, öyle acımasız ve öyle bencilliklerle doluydu ki; ertesi gün sargıları çözülmüş, çok iyi olmasa da karşısındakini tanıyabilecek denli görebildiğini ve giderek iyileşeceğini öğrenmiş, sevincinden ne yapacağını bilememişti işte. İşlemler, prosedürler, yakınlarının sevinç gösterileri ve apar topar bir an önce evine dönme isteği.. Ne o kızı arayıp teşekkür etmek kalmıştı aklında, ne de dudaklarında unutulmuş o bir damlacık aşk kaçamağı onca önemli gelmişti kendisine o gün.
Ancak birkaç hafta sonra yazabilecek denli görmeye başladığında anlamıştı yaptığı o büyük hatayı. Hastaneye yattığı günden beri yanından ayırmadığı, bir daha asla yazamayacağım sandığı o günlüğünü sonunda valizinden çıkarmış, aylarca bir karabasan gibi yaşamını kabusa çeviren o hastalığını ve o tedavi olma sürecini yazmaya hazırlanıyordu ki; defterin arasından düşen küçük resmi bir sarı zarf dikkatini çekti. Ağzı kapalı, üzeri yazısızdı. ‘Kim bilir ne zaman koymuşum’ diyerek açtığında gözlerine inanamadı!
Bu kendisine yazılan bir mektuptu ve inci gibi hayli özenerek yazıldığı besbelliydi:
“Nasılmış, söylemiştim sana değil mi? diye başlıyordu.
Yarın gözlerin görecek ama, ne yazık ki ben senin o sevincini göremeyeceğim. Yo, yoo! Yanlış anlama, yarın ölmüş olacağım demek istemiyorum. Yarın tüyüyorum hastaneden, mecburum buna ve kimse bilmiyor henüz. Gerçi sen de bilmeyeceksin ama fark etmez. Nasılsa bir gün öğreneceksin...
Bu mektubun burada ne işi var? Dediğini duyar gibi oluyorum. Asıl sen o ameliyat olduğun günden başlayan günlükleri oku da gör. İçim elvermedi aylarca yazılmamış görünce günceleri. Oturup her akşam senin günlükleri ben yazdım, bakalım beğenecek misin.
Evet, o gün seni ameliyata aldıkları, yakınlarının ameliyathane kapısında bekledikleri ve odanda kimseciklerin olmadığı gün almıştım günceni. Okumuş adam, belki romandır diyerek almıştım ama, bir hatıra defteri olduğunu görünce okumadan edemedim. İnşallah kızmamışındır..
Ha unutmadan, o,’sevgilim, sevgilim’ diye, yere göğe sığdıramadığın kız var ya, o kız; bana kalırsa unut gitsin onu. Ondan ne köy olur ne kasaba, insan bir kez olsun gelip görmez mi sevdiği adamı? Anlayamamışsan yanarım aklına, o, seni artık kör olacak diye başından savmaya çalışıyor oğlum!..”. Aylar sonra, o küçük fındık faresinin defterine yazdığı günlükleri son kez okudu ve o konuyu kapatmaya karar verdi.
Ha, onun sözünü ettiği sevgilisi mi? Zaten öyle biri hiç olmamıştı ki, o küçük fındık faresi gibi, Onu da kendisi uydurmuştu. Belki de narkoz sonu gördüğü bir esrimeydi her şey, kim bilebilir…
Dr Cemil CEVİZ
2005 malatya devlet sayrıevi
« Önceki Yazı | Sonraki Yazı »
facebookta paylaş
yazınız şimdi meydana çıktıııı!
saygımla...