- 932 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
şiddet üzerine
Sabaha karşı uyandım. Kendimi hiç iyi hissetmiyordum ve ne yapmam gerektiğini de bilemedim önce. Sorunun mide bulantısı olduğunu fark etmem ile banyoya gitmem arasında saniyeden az bir zaman geçti. Kendime koyduğum teşhis besin zehirlenmesiydi. Gelip tekrar uzandım. Uyumaya çalıştım ama bulantı geçmemişti ve yine kalktım. Midemde hiçbir şey kalmayıncaya kadar oda ve banyo arasındaki git-geller sürdü. Sabah olmuştu ama kalkacak halim yoktu. İşyerini arayıp hasta olduğumu gelemeyeceğimi söyledim. Öğlene kadar boş boş kasılan bir mideyle ve beni neyin hasta ettiğini düşünerek yattım. Bir şey yemedim. Biraz toparlanınca kalkıp bir çorba içtim. Yatağa geri döndüm, uykum yoktu. Yeni aldığım kitaplardan birini açıp okumaya başladım. Sizce hasta birinin, hasta olmadığı zamanlarda da iğrenç ve korkunç olan şeylere karşı normalden daha hassas birinin o gün yaptığı en hatalı kitap seçimi ne olabilir?
Anthony Burgess romanda anlatılana benzer bir saldırıyı kendisi yaşamış ve olaydan etkilenen eşi bir süre sonra hayata veda etmiş. Kitabın adı “Otomatik Portakal”. Filmi kitaptan daha meşhur ama benim gibi 7+ yazısını görünce kanal değiştiren birinin izlemesi zaten imkansızmış. Ben de kitabını almıştım. Okumayanlar için şöyle özetleyelim: Olaylar bilinmeyen bir gelecekte geçer. Şiddete ve suça eğilimi olan 15 yaşında bir genç işlediği suçları, girdiği kavgaları, tecavüz maceralarını ballandıra ballandıra anlatmaktadır başlarda. Sonra bir suçtan dolayı hapse atılır. Hapishaneden çıkabilmek için de onu suçtan arındıracağı iddia edilen hükümet destekli bir beyin yıkama programına girmeyi kabul eder. Koşullandırma metoduyla, çocuğun, her şiddet olayında bulantı boğulma hissi gibi fiziksel sorunlar yaşaması sağlanır ve bu sayede çocuk istese de suç işleyemez hale gelir. Romanın kalan kısmı tahliye sonrası çocuğun topluma uyum sağlayamamasını konu alır. Yazarın temel sorusu; seçme hakkı olmadan, vicdan olmadan, iyiliğin ne kadar iyilik ahlakın ne kadar ahlak olduğu. Bunun üzerine uzun uzadıya tartışılabilir. Benim için hayli ağır bir konu aslında. Şu anda bu yazıyı okuyan sizler için de kasvetli bir konu olabilir bu.
Hadi o hasta yatağından ve o yorucu okumadan dışarı çıkalım. Günlerdir televizyonda konuşulan iki konuya değinelim. Biri üniversite öğrencilerine polisin müdahalesi. Diğeri futbol maçı sonrası yaşanan bıçaklı kavga. Birinci olayda, toplum huzurunu sağlamak için çalışan devlet görevlilerini, şiddet amacı taşımayan bir öğrenci grubuna, sert şekilde müdahale ederken görüyoruz. İkinci olayda spor karşılaşmasını izlemeye döner bıçağıyla gelen insanların nasıl kan döktüğünü. Bu görüntülerden öyle yorgun düştüm ki haberleri seyretmiyorum artık. Hem öğrencilere kızgınım, hem taraftarlara, hem polise, hem de bu haberin etinden sütünden yününden istifade için yapmadığı kalmayan medyaya.
Şiddet duygusu insanın doğasında var önce bunu teslim edelim. Benim gibi çevresinde sabrı ve sükunetiyle tanınan biri de dahil olmak üzere hepimiz, içimizde patlamaya hazır çekirdekler taşıyoruz. Tatlı bir yaz akşamı temiz hava almak için balkon kapısını açtığımda sokağa park etmiş bir arabadan gelen yüksek cıstak cıstaklar beni öyle çileden çıkarırken elimin altında bir pompalı tüfek filan olmadığına şükrederim. Ya da trafikte sarı yanar yanmaz kornaya basıp selektör yapan şoför beni öyle delirtir ki arabada bir levyem olsa neler olabileceğini düşünüp korkarım. Buna rağmen şiddet duygumuzun kontrollü ve amacına uygun olduğu sürece bize lazım olduğunu da düşünüyorum. Kendimizi ya da sevdiklerimizi bir tehlikeden korumak için evet elimizi kaldırmamız gerekir. Öfkenin damarlarımıza saldığı güç zamanı geldiğinde yumruğumuzdan püskürmelidir. Ama kontrollü ve amacına uygun olduğu sürece. Ne var ki şiddet toplumsal bir bela haline geldiğinde nasıl savılır, onu bilemiyorum. Karşımıza çıkan her sorunu onunla çözebileceğimize inanırsak, kime neden zarar verdiğimizi düşünmeden dizginleri elimizden bırakırsak, öfkeye teslim olur onun buyruklarına sorgusuz sualsiz itaat edersek ne olur? Bu soruyu kendine öğrenci de sorsun, taraftar da sorsun ama devlet iki kere sorsun. Ortalığı karıştıranlar da ortalığı yatıştıranlar da sorsun.
Güvenlik sorunları, sosyal çürüme suç oranlarının önlenemez yükselişi, modern toplumun içine aldıkları ve dışarı tükürdükleri arasındaki tükenmez kavga… Bunları düşünüyorum, halsizlik ve mide bulantısı geri gelir gibi oluyor.Ana temanın ağrılığını bir yana koyup “Otomatik Portakal”’dan kendimce bir tali yorum çıkarıyorum. İsmine vicdan mı denir ahlak mı ya da hepsi birden mi bilmiyorum ama; içimizdeki insanlık özünü bulmak zorundayız. Onu çıkarmak ve işlemek ömrümüzün başlıca işi. Doğruyu yanlıştan ayırırken onun ışığı bize yardım edecektir. Kendimize olan saygımız ona baktıkça artacak, zaaflarımız onunla desteklenecek, gücümüz de onunla kontrol altına girecek. İnsan olmanın başlı başına güzel olduğunu fark etmekle çevremizdeki her güzel insana hürmetimiz artacak. Acı kabuğu, tatlı suyu ve kokusuyla gerçek portakala inanmak istiyorum. Sahici olduğu için kendiliğinden temiz olan öze ve o özden müteşekkil bir dünyaya inanmak istiyorum…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.