KANLI MEKTUP
−Kazandım, diyordu Ahmet.
İki senedir gecesini gündüzüne katarak hazırlandığı üniversite sınavını kazanmıştı.
−Anneciğim ben de artık bir üniversiteliyim.
Ahmet de sevincini en samimi dostu, sırdaşı olan annesine sımsıkı sarılarak paylaştı.
−Aman oğlum dur şimdi öldüreceksin beni.
−Boğaziçi Üniversitesi Matematik Bölümü’ne yerleşmişim. Acaba Cemil nereye yerleşmiştir?
Cemil Ahmet ile aynı mahallede doğup büyümüş, hem aynı okulu hem de aynı dershaneyi paylaşan samimi birliktelikleri olan bir arkadaştır.
Bir süre sonra kapı çalındı ve Ahmet koşa koşa kapıyı açmaya gitti. Karşısında Cemil vardı. Cemil de çok sevinçli bir şekilde:
−Ahmet nereye yerleştin? Ben Boğaziçi Türk Dili ve Edebiyatına yerleştim.
−Cemil belki inanmayacaksın ama ben de ben de Boğaziçi Matematik’e yerleştim.
−Desene Allah inşaallah bizi üniversitede de ayırmayacak.
−Çok iyi oldu bu. Ne kadar şükretsek azdır.
Ahmet akşam evde annesi, babası ve küçük kardeşi Mustafa ile birlikte uzunca bir istişare yaptı. Kayıt için gidilecek günü kararlaştırdılar. Ertesi gün de gideceği günü Cemil’e söyledi. Beraber gitmeyi kararlaştırmışlardı..
Ahmet’in babası Tahir Bey, Ahmet, Cemil ve Cemil’in babası Hüsrev Bey Kütahya’nın Çini Gar’ından otobüse binip beraber İstanbul’a gittiler. O gün kayıt işlerini hallettikten sonra orada içi dayalı döşeli olan bir ev tuttular.
Okullar açıldı. Ahmet ve Cemil İstanbul’a gitmek için buluşacaklardı. Yolculuk zamanı gelmişti. Gri bulutlarla kaplı hava insanın içini daha da bir daraltıyordu bu hicranlı ve zor günde.
−Anneciğim, ben seni çok özleyeceğim, dedi Ahmet.
Ahmet küçüklüğünden beri annesinden hiç ayrılmamış ve onunla aralarında çok sıkı bir sevgi bağı vardı.
−Oğlum, Ahmet’im merak etme beş sene değil mi? Geçer nasıl olsa. Sayılı olan her şey bitmeyecek mi zaten ömür gibi.
Ahmet annesiyle vedalaşıp uzun uzun birbirine sarıldılar. Ahmet gözleri yaşlı bir şekilde:
−Allah’a emanet ol anacığım. Merak etme vardığımda ararım hemen seni.
−Tamam evladım. Torbana koyduğum çörekleri acıkınca yersin yolda.
Ahmet ve Cemil otogarda buluştular ve otobüslerinde yerlerini aldılar.
Bu ikisi dindar iki ailenin çocuklarıdır. Hayatında beş vakit namazlarını dahi aksatmazlar. Kur’an-ı Kerim bir başucu kitabıdır onlar için. Her daim onunla içli dışlıdırlar.
İstanbul’a geldiklerinde yorgun ve bitkin düşmüşlerdi. Hava da biraz soğuk ve rüzgârlıydı. Hemen evlerine yerleştiler.
Okul hayatı, arkadaş çevresi, derslerin zorluğu gibi bahanelerle namazlarını geciktirmeye başladılar. Sonra aksatmaya ve ne yazık ki ahirinde kılmaz oldular. Cuma’ya bile gitmeye zorlandılar.
Birinci sınıfta çok çeşitli insanlarla tanıştılar ve dost edindiler kendilerine. İkisinin de kız arkadaşları oldu. Bunun da ötesinde kız arkadaşlarının da içinde bulunduğu bir derneğe girdiler. Anlayacağınız kızlar vasıtasıyla kandırılmışlardı. Bu gençleri zayıf bir noktadan vurmuşlardı. Bu dernek için çalışma yaptılar. Onlar da insanları bir şekilde kandırmaya, onları Allah ve Rasûlallah (sallallâhu aleyhi ve sellem), vatan ve millet sevgisinden mahrum etmeye, devleti nasıl edip de dolandırabilmenin yollarını anlatmaya başladılar. Çok kısa zamanda derneğin kıdemli kişileri olmuşlardı.
Birinci sınıfta ailelerine olan düşkünlüğü bu derneğe girmesiyle azalmıştı. Onları beğenmiyorlardı. Gerici ve cahil diye azarlıyorlardı. Zamanla hiç aramaz da oldular. Telefon onlardan geliyordu bu seferde geçiştirici bir şekilde konuşuyorlardı kısa kısa. Ahmet ve Cemil kopmuşlardı aile sevgisinden, yurt sevgisinden ve en önemlisi de Allah sevgisinden.
Her gün farklı kızlarla muhabbetlere girip gece yarılarına kadar eğlenceye, zevk ve sefâya dalıyorlardı. Hayatında ağzına sigara dahi girmeyen bu gençler şimdi uyuşturucu ve içkinin esiriydiler.
İkinci ve üçüncü sınıfı bu şekilde bitirdiler. Dersleri de çok zora sokuyorlardı. Çoğu zaman gitmiyorlardı. Doğal olarak birçok dersten de kalmışlardı.
Üçüncü sınıfın son haftalarında, okulun kapanacağı günlerde sınıfta biraz muhafazakâr kimliğiyle tanınan Said adındaki arkadaşı bu ikisini bir akşam yemeğine evlerine davet etti.
−Ahmet bu akşam bizim eve gelir misiniz Cemil’le birlikte? Yemeği birlikte yesek, eğlensek…
−Bilmiyorum ki Cemil’e bir sorayım.
Hemen oracıkta cebinden telefonunu çıkararak Cemil’i aradı.
−Cemil, bizim sınıftaki Said var ya, o bizi bu akşam yemeğe davet ediyor. Gidelim mi?
−İyi olur Ahmet. Evde de yemek yok zaten, der Cemil.
Ahmet telefonunu kapattıktan sonra mütebessim bir şekilde:
−Tamam, Said kardeş. Saati söyleyin buluşalım bir yerde.
Çok güzel bir gün vardı o gün. Kuşlar sanki bir güzelliğin habercisiymiş gibi koro halinde cıvıl cıvıl ötüyordu. Ahmet de uyandığında o gün güzel bir şeyler olacakmış gibi hissediyordu kendini.
Akşam olup da buluşma saati geldiğinde Said Ahmet ve Cemil’i de alarak evlerine doğru yöneldiler. Eve geldiler. İçeri girdiklerinde sanki şok geçirmiş gibi oldular. Herkesten sıcak mı sıcak bir ilgi görmüşlerdi. Evdeki arkadaşlar kendi aralarında bile hoşgörüde kusursuzdular. Ahmet ve Cemil bu gördüklerine şaşırmışlardı ve:
−Cemil bunlar ne sıcak insanlar, dedi Ahmet.
−Öyle, bizim evde ve bizimle ilgilenen bu dernekten bile bu ilgiyi görmedim. Sanki ailem gibi bu insanlar.
Evin salonunda bir sini ve üzerinde etli pilav, salata ve yoğurttan oluşan bir yemek vardı. Yemeğin ardından içlerinden birisi Ahmet’i ruhen sarsan ve özünü hatırlatacak nitelikte uzunca bir dua etti.
Yemekleri yedikten sonra Süleyman Ağabey dedikleri bir kişi onlara biraz sohbet etti. Bu sohbet Ahmet’in dikkatini çekmişti. Hayatın amacı nedir? İnsan niye var oldu? Nerden geldik? Sorumlulukları nedir insanın? ... gibi sorulara tereddütsüz ve ikna edici cevaplar veriyordu. Ahmet’in aklına babasının küçükken anlattığı sohbetler geldi. Nerdeyse hemen hemen aynıydı. Sohbetten sonra tatlı ve meyve gibi ikramlarda bulunuldu. Saat de bayağı ilerlemişti.
Said:
−Bu gece burada kalsanız, bu saatlerde dışarısı çok tehlikeli olur.
Ahmet:
−İyi olur, ben kalmak isterim. Cemil sen de kal.
Cemil:
−Yok, ben gideyim. Her şey iyi hoş da bizi kandıramazsınız.
Ahmet:
−Cemil ne diyorsun sen. Ne kandırması. Sen de demiyor muydun? Bu insanlar bizi ailemizden daha sıcak karşıladılar diye.
−Olsun ben gideceğim. Kız arkadaşlarımı da çağırırım. Onlarla vakit geçiririm. Sizler iyisiniz ama ben burada daha fazla durursam, bulunduğum dernek hakkımda yanlış beyanlarda bulunur. Hem burada içki yok, sigara yok ne biçim ev, deyip çıktı gitti kapıdan.
Ahmet ise müteessir bir şekilde arkadaşını düşünüyordu.
−Acaba Cemil neden böyle yaptı?
Ahmet o gece evde kaldı. Sabah olunca evdeki bireyler namaza kalktılar. O ise kalkmayacaktı. Ama vicdanının en derin kuyularından gelen bir inilti onu rahat bırakmadı. En sonunda o da kalktı. Abdest almayı namaz kılmayı da hemen hemen unutmuştu. Sûrelerden ise çat pat bir iki tane biliyordu.
Said Ahmet’e bu konuda yardımcı oldu. Namazın ardından hep birlikte kahvaltı yaptılar okula gitmek için evden çıktılar. Ahmet’in içini tarifi imkânsız bir huzur kaplamıştı.
Okula geldiklerinde kötü bir haberle karşılaştılar. Cemil dün gece evine giderken yolda bazı kişiler tarafından gasp edilmişti. Ama Cemil biraz diretince gaspçılar onu bir bıçak darbesiyle yere sermişlerdi. O gece orada hayata gözlerini yummuştu.
Ahmet gözyaşlarına boğuldu. Said ise ona ölümün güzelliğinden bahsetti. Ölümle hayatın bitmediğini ve ebedi bir hayatın kendilerini beklediğinden söz etti.
−İnşaallah orada yine beraber olursunuz. Şimdi senin yapman gereken ona arkasından dualar etmek, ruhuna da bir fatiha okumaktır.
Ahmet ev arkadaşını kaybetmişti artık. Yalnızlık çekilmezdi. Said’e hemen bir telefon etti.
−Said beni de evinize alır mısınız? O gece sizden ve arkadaşlarından eve girdiğim ân çok etkilendim. Ne olur bana hayır demeyin.
Said de çok sevinçli bir şekilde:
−Ne diyorsun Ahmet’im sana kapılarımız her zaman sonuna kadar açık, hemen buyur gel.
Ahmet ikinci bir şoka girmiş gibi oldu bu son sözü duyunca. O güne kadar ona sadece annesi Ahmet’im demişti. Anladı ki Said ve arkadaşları onu gerçekten seviyordu. Arkadaşının ölümüyle kararmaya başlayan zihni ve kalbi yeniden aydınlanıyordu.
Ahmet Said’le aynı eve geçtiler. Ahmet ilk birkaç hafta zorluk çekti. Ev ona ayrı bir câzip geliyordu. Okulda olduğu her ân “Ders bitse de evime gitsem” diyordu. Said içkiyi ve uyuşturucuyu bırakmıştı kendini biraz zorlayarak. Sigarayı da azalttı. En sonunda onu da bıraktı. Namazlarını tam kılmaya başladı. Her şey son bir ay içinde olmuştu.
Okul kapanmıştı. O yaz memleketine gitmeyip oradaki ağabeylerine yardım etmeye karar verdi. Kendini bu işe adamıştı. Ev taşıdı, boya yaptı, halı yıkadı… Okuduğu kitaplar onda çok etki etmişti. Asrın en büyük âliminin yazmış olduğu kitaplara vaktinin çoğunu ayırıyordu. Anlamak da güçlük çekse de ısrar ediyordu bu konuda. Okuması gerektiğine inanıyordu kendini koruyup kollaması ve savunması için.
Yeni bir Ahmet dönemine geçmişti. Kız arkadaşlarından kopmuştu. Dernekle olan bağlantısını zor da olsa kesmişti. Dernekten ona sürekli tehditler gelse de o artık yolunu seçmişti. Bu yolun kara sevdalısı olmuştu o artık. Hakk yolda ilerleyecekti.
Bulunduğu yerdeyken bazı arkadaşlara bir şeyler anlatıyor. Kendisinin düşmüş olduğu tuzaklara başka masumların düşmesini istemiyordu. Bir şeyler anlattıkça da gönlü inşirah buluyordu. Daha önce yaşamamıştı bu duyguları. Görünüşte zahmet çekse de O’nun yolunda O’na hizmet etmekle bir ferahlama hissediyordu kalbinde.
Beş senenin son iki senesi sanki iki gün gibi gelip geçmişti. Bu eve girdiğinden beri annesini daha sık arayıp, hâlini hatrını sorar olmuştu. Ondan hep hayır dualar istiyordu. Okulun bitmesiyle Said ağabeyinin dünyanın en soğuk yerleri olan Sibirya’ya gideceğini duymuş ve çok sevinmişti. Kendisi de çok merak ediyordu nereye gideceğini.
Kendisiyle yakından ilgilenen Kemal Ağabey ona:
−Ahmet, Irak’ta yeni bir okulumuz açılmış ve matematikçi sıkıntısı varmış. Senin için bir mahzuru yoksa sana orayı münasip gördük.
−Tabii ki ağabey, canım feda bu yola. Giderim elbette. Neresi olursa olsun. Ölürsem hiç olmazsa insanlığın en yüce mertebelerinden biri olan ‘şehitlik’ mertebesine kavuşurum. Ötede Efendiler Efendisi’yle hep beraber olurum.
Ahmet’in ailesinde de babasının emekliliği gelmişti ve memleketleri olan Uşak’a yerleşmişlerdi. Ahmet ise son kez ailesini görmeye gidecekti memleketine.
Ahmet hep şehâdeti arzuluyordu. Bu yüzden de hiçbir zorluk ve tehdit onu korkutmuyordu.
Meşakkatli bir yolculuğun ardından Uşak’a geldi. İçinde bir huzur vardı. Bu huzur O’nun sevdası uğruna hicret etmekten geliyordu. Ama arkada gözü yaşlı bir anne bırakacaktı.
Evine geldiğinde kapıyı annesi açtı ve:
−Ahmet’im, canım yavrum.
Uzunca bir sarılmanın ardından gözleri yaşlarla dolan Ahmet:
−Anacığım, ben geldim. Seni gördüm ya, o bana yeter.
Annesine Irak’a gideceğini söylememişti. Ahmet:
−Anacığım, öğretmen oldum ve tayinim Antep’e çıktı.
Annesine yalan söylemişti. Mecburdu buna. Söyleseydi eğer, biliyordu göndermeyeceğini.
−Bir hafta sonra gidiyorum.
−Tamam oğul, tayinini bu taraflara aldırırsın. Eskiden olduğu gibi uzunca bir aradan sonra hep beraber oluruz. Bir de burada mürüvvetini görsek, artık istemem başka bir şey.
Bu sözle Ahmet kalbinden vurulmuşa döndü. Çünkü o dönmeye değil, ölmeye gidiyordu oraya. Bunun söz üzerine pek bir şey diyemedi ve:
−İnşaallah anne. Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler…
Hazırlıklar bitmişti. Önce Uşak’tan uçakla İstanbul’a gidecekti. Oradan da Irak’a… Annesine de:
−Anne yol hiç çekilmez, o nedenle önce İstanbul’a oradan da Antep’e geçerim. En fazla üç saatte oradayım inşallah. Gidince ve her arada ararım, merak etmeyesin.
Annesiyle uzun uzun vedalaştıktan sonra, annesine:
−Anacığım hakkını helal et. “Gidip de dönmemek, dönüp de görmemek var.”
Ahmet artık dönüşü meçhul bir gidişle ayrıldı evinden. Her şey istediği gibi oldu. İstanbul’a gidip ağabeylerinden son talimatları da aldıktan sonra uçağa bindi.
Tarifi imkânsız heyecanlı bir yolculuğun ardından Bağdat’a indi. Şehrin etrafı toz toprak kaplıydı. Kahverengi renkler ağırlıktaydı bu ülkede. Artık dilini bilmediği giyinişleri ve adetleri çok farklı olan bir ülkedeydi. Alışma süreci geçiriyordu.
Okulda günler çok hızlı ve güzel geçiyordu. Öğrencilere bir şey anlatmanın verdiği huzurla olsa gerek. Ahmet Hoca’nın derslerde içi içine sığmıyordu. Okulda on öğretmen arkadaş vardı.
Bir gün akşam kendi ilgilendiği öğrencilerden bir tanesi olan Hasan’ın evine aile ziyareti için meslektaşı Halil Bey’le yola çıktılar. Ev merkezden biraz uzaktı. Araçlarına bindiklerinde Ahmet Hoca’nın içinde sebebini bilmediği bir sıkıntı vardı. Memleketten kara bir haber olabilirdi bu. Bu yüzden gitmeden evvel annesine telefon açıp sıhhatlerini sormuştu. Onların iyi olduğunu öğrendiği halde içindeki sıkıntıya bir türlü anlam veremiyordu. Hava kararmıştı. Yolda sadece öğretmenlerin aracı vardı. Etraf pek sakindi. Tıpkı fırtına öncesi sessizlik gibiydi.
Bir anda şimşekler ve yıldırımlar çakmaya başlayınca araçtan indiler ve etraflarına bakındılar. Ahmet Hoca:
−Hocam telefon etsek de bugün gitmesek mi ki? İçimde bir sıkıntı var. Zaten hava da iyi değil. Bir de Hasan “Öğretmenim buralar geceleri pek tekin olmaz.” demişti.
−Olur hocam. Siz bilirsiniz.
Oradan hemen geri döndüler. Okula geldiklerinde televizyondan gördükleri haberle sanki yıkılmışlardı. Ziyaretine gideceği ailenin bulunduğu köye bazı gruplar ateş açmışlardı. Birçok ölü ve onlarca yaralı vardı. Halil Hoca:
−Hocam Allah’ın inayet eli bizimle berabermiş. Hasan’ın evinde bir ziyan yokmuş değil mi?
−Evet hocam. Bir Lûtf-u İlâhi bu. Hasan da ailesi de iyilermiş.
Günler böyle zor şartlar altında geçiyordu. Ahmet Hoca ilk yılını doldurmuştu. Nihayet bir yıl aradan sonra memleketine gidecekti. Okuldaki öğretmen arkadaşlarla teker teker vedalaşıp helâlleştikten sonra uçağa binmek için havaalanına gitti. Uçağa bindiğinde içini geçende Hasan’ın ailesini ziyarete giderken saran sıkıntı sarmıştı. İçindekileri yazmak istiyordu. Eline kâğıdı ve kalemi aldı. Bu sayfaya bamtelinden dökülen şu sözleri yazdı:
Sevgili Anacığım belki bu sana yazdığım son mektup olur. Bu gurbet ellerde yaşamanın zorluğunu anlatamam. Seni çoğu gece düşlerimde görüyordum. Kan ter içinde uyandığımda seni yanımda görememenin acısını çekiyorum soğuk gecelerde. Geceler sanki bana mezar olmuştu. Ama bu gençliğimin baharında ölümlere kucak açmak ne güzel şey… İçimde O’nun rızasını kazanma ve En Sevgili’ye mukarrabin olma arzusu olmasa kesinlikle bir ân dahi burada kalmazdım.
Bulunduğum yeri duyunca belki fenalık geçirirsin korkusuyla sana söyleyemedim. Antep değil ondan birazcık daha uzak olan Irak’taydım. Ama ha Kenya ha Konya misali buranın oralardan pek bir farkı da yok. Burada çok eğlenceli kâh ağlayarak kâh gülerek bir yıl geçirdim.
Anacığım burada insanlara Hakk’ı anlatmak bana çok huzur veriyor. Eğer ki burada yaptıklarımla sevap kazanmışsam-kazanmışsak buna senin de dâhil olduğunu bilmeni isterim.
Burada ölürsem beni bu topraklara gömmenizi istiyorum. Sakın arkamdan ağlamayın. Bil ki bu bana elem verir. Dualarınıza tâlibim.
O’dan geldik yine O’na döneceğiz. İnşallah vuslatımız ahirette olacak. Bana hayır dualarını eksik etme. Varsa benim hakkım herkese helal olsun. Sen de hakkını helal et. Allah’a emanet ol…
Oğlun Ahmet
Uçağın kalkmasının ardından 20 dakika sonra uçak havada infilak etti ve büyük bir gürültüyle yere çakıldı. Yüz kişilik bu uçak kazasından sağ kurtulan olmamıştı. Okuldaki öğretmen arkadaşlar da Ahmet Hoca’yı bulup cesedini aldılar. Ahmet Hoca’nın yüzü tebessüm ediyordu. Sanki ölmeden önce Sevgililer Sevgili’ni görmüş gibiydi. Onu memleketi Uşak’a götürmeyi düşünürlerken ellerinin arasında sıkışmış kanlı mektubu gördüler ve götürmekten vazgeçtiler.
Meslektaşları annesine telefon ederek Ahmet’in girdiği bir Hakk yol uğrunda şehit düştüğünü ve vasiyeti üzerine buraya gömülmesi gerektiğini söylediler. Annesi bu sözleri duyunca telefonu elinden bıraktığı gibi baygınlık geçirdi. Kardeşi Mustafa olayın ayrıntılarını öğrenip yarın geleceklerini söyleyerek telefonu kapattı. Annesini komşularının çabalarıyla zor sakinleştirdiler. Yine de gözyaşlarına hâkim olamaz.
Irak’a geldiklerinde arkadaşları annesine ölmeden evvel ona yazılan kanlı mektubu uzattılar. Oğlundan gelen bu son mesaj onu çok heyecanlandırmıştı. Açıp okuyunca yine sessiz ağlamalarına rağmen içini bir rahatlık almıştı. Onun cansız bedenini görünce yine kendini tutamayarak ağlamaya başladı ama bu sefer kısa sürdü.
Ağlamamak için kendini tutsa da mezarlığa kadar ara ara eşarbının ıslanmasına mâni olamadı. Nasıl olsun ki. Ana yüreği işte. Annesinin gözlerinin önünden Ahmet’le yaşadığı bütün güzel-çirkin olaylar film şeridi gibi geçiyordu. Kendisini teselli eden tek şey ise şu sözdü:
“Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Zira onlar, aslında diridirler; fakat siz anlayamazsınız.” (Bakara 2/154)
O mukaddes insan ağzından şunları diyebildi:
−O ölmedi. Ahmet’im yaşıyor.
Dedi ve bulunduğu yere yığıldı. Bir anda kalp krizi geçirmişti. Ağzından kelime-i şehâdet-i ancak söyleyebiliyordu.
−Ya Rasûlallah oğlumla birlikte beni beklediğinizi hiç düşünmemiştim…
Dedi ve elinde Ahmet’in kanlı mektubuyla oracıkta Hakk’a yürüdü.
İlhan KAPLAN
YORUMLAR
tüm samimiyetimle şunları söylemek istiyorum size .... bu okuduğum kanlı mektup tarifi anlatılmaz bir şeyyyy...
gencadam
greenstone özlem
bunu yazan sizsiniz niçin güzel bulmuyorsunuz kiiii